Kürsü - M. Fethullah Gülen - Genç Adam

Haksız ve Asılsız Bir Taarruza Karşı Bir Beyanat

Mesturiyet altında çevrilen ve Nur mesleğine ve Nurun hamelesi olan erkanlarına  karşı gelişen umumî teveccühü kırmaya yönelik ifsatçı bir taarruza mukabil müskit cevabımızdır:


Bu günlerde vaki’ olan gizli ve sinsi taarruz, ilk ve yeni bir şey değildir. Onun kökü çok derin ve eskidir. Nur müellifi Üstadımız Bediüzzaman hazretleri hayatı boyunca benzeri hücum ve sinsi taarruzlara maruz kalmıştır.

Bu perdeli habis hücumlar onun mübarek zatına ve nezih olan manevî şahsiyetine karşı vaki’ olduğu gibi; Nurun hameleleri olan kahraman, fedakar ve altun gibi halis, ihlaslı rükünlerine karşı da olmuştur. Nifakın bir çeşidi olan gizlilik perdesi arkasında yapılmış ve yapıla-gelmiş bedbahtça olan o iftiralı taarruzlar, yalan ve iftiradan mamul olduğu için, boşa çıkmaya ve hiçe bürünmeye hep mahkum olmuştur.
Adı geçen sinsi ve iftiralı taarruzlardan Nur müellifi hayatta iken ihdas edilmiş birçok numuneleri vardır. Biz yalnız birisinin özetini kaydettikten sonra, yani Nur müellifi  dünyadan ayrılmadığı yıllarda uygulanmış olan geniş planlı hadiseye özetle dokunarak mevzua girmek istiyoruz.


Sene 1947’nin ikinci yarısı, hz. Üstad Afyon-Emirdağ’da sürgün ve kalenderdir. Tek başına iki odalı ahşap bir evde hayat geçirmektedir. Zamanın Dahiliye Vekilinin direktifleriyle, öldürülmesi için iki-üç kez zehirler sinsi bir planla Üstad hazretlerine yutturulmuştur.[1] Daha sonra aynı senenin Kasım veya Aralık ayında, bedbaht bir memur, bedbahtın bedbahtı amirinden aldığı direktif ile bir iftiraname hazırlamış ve Emirdağ’ında yaşayan insanlardan (bir iki kişi de olsa) imza ettirmeye çok çabalamış, lakin hiç kimseye iftiranameyi imzalattıramamış, nihayet yırtıp çöpe atmaya mecbur kalmıştır. Bu hadisenin detayına girmeyeceğiz. Tafsilatı tarihçelerde olduğu gibi; Emirdağ Lahikası-1, sh.264’de de kayıtlıdır.  Ayrıca bunun özeti, 26. Lem’anın 15. Ricasında da yazılıdır.
Ve hz. Üstad dünyadan gittikten 3-4 yıl sonra, İ. İnönü Başbakanlığında kurdurulmuş hükümetin zamanında, Diyanet Riyaseti muavinliğine getirilen asker kökenli bir adamın taht-ı nezaretinde  teşekkül eden bir heyetin uzun uzun düşünmeler neticesinde, zamanın Ankara İlahiyat Fakültesinin öğretim üyelerinden bazılarının katılımıyla hazırlanıp uygulanan iftiralı ve asılsız plan hadisesidir. Bu plan 1964-65 yıllarında uygulandı. Bu hadisenin de detayına girmeyeceğiz. Tafsilatını arzu edenlerin, Sebilurreşad dergisi sahibi merhum Eşref Edip Fergan’ın, olayı sıkıca ve derince araştırarak “Risale-i Nur Muarızı Yazarların İsnatları Hakkında İlmî Bir Tahlil” adıyla kitaplaştırarak 1965’te yayınladığı esere bakmalarını tavsiye ederiz. Ayrıca 3 ciltlik “Mufassal Tarihçe-i Hayat” kitabi, 3. cildi sonlarındaki “Zeyl” bölümüne de bakılabilir.


Hadisenin özeti şu: Sözde Mısır’da vefat etmiş, Osmanlı devleti, son Şeyh-ul İslamı merhum, Mustafa Sabri Efendi hayatta iken Üstad Bediüzzaman’ın yazdığı Risale-i Nur eserlerine karşı bir reddiye yazmış, hayatta iken neşretmemiş, vefatından sonra neşrini vasiyet etmiştir.
İşte 1964-65 yılında bu aslı faslı olmayan hayalî reddiye, sahte isimli bir matbaada binlerce nüsha bastırılarak Türkiye’nin bir çok dindar halkının adresine postalanmıştır. Tabiki aslı yalan, faslı yalan olan o ma’hut kitap, müfsitlerin tasavvurlarının tam aksi ile, Risale-i Nur’a karşı rağbetleri kat kat uyandırmıştır. Her neyse…


Daha sonraki yıllarda, o zamanlar doçent olan, Çetin Özek ve sözde Muğla İmam Hatip Müdürü imzasıyla yayınlanan iftiralı neşriyatlar takip etmiştir.


VE  BU  SENE:  2004  YILI


Evet, bu sene yine o eski ve iflas etmiş ifsat mekanizmasını harekete geçirmeye dair bazı teşebbüslerin sızıntıları görülmektedir. Lakin bu defa Risale-i Nur’la alâkaları olan bazı insanların eliyle o köhnemiş mekanizma çalıştırılmak istenmektedir. Hem bu defa hz. Üstadın aziz şahsiyeti ve Nur mesleğine taarruz olmakla beraber, daha çok Risale-i Nur’un en halis, en sadık ve en fedakar talebelerine ve hz. Üstadın en çok itimat ettiği ve has meşrebinin hameleleri olarak bizzat terbiye edip yetiştirmiş olduğu evlad-ı manevî ve âlicenap hizmetkârları olan Nurun büyük rükünlerine bir saldırı tarzında olmuş ve olmaktadır. Bu iftiralı taarruz dört koldan gelmekle beraber, eski ve müflis mekanizma merkezinin aynısından idare edilmekte olduğu anlaşılmaktadır. Yani bilerek veya bilmeyerek Risale-i Nur’la münasebetleri olduğu halde ifsat komitesinin tuzağına düşmüş görünmektedirler .


Bu dörtlü ve dört koldan yapılmakta olan taarruzun üçü isimsiz, imzasız yazı ve mektuplar tarzındadır. Diğeri ise “Nurculuğun Tarihçesi” değil, kendi şahsının tarihçesini yazan, isimli ve adresli bir kitaptır. Üç mektup veya yazılardan birisi Fethullah Gülen Hocanın şahsiyetini ve kitaplarını tenkit eden bir yazıdır. Tenkit edilen Fethullah Hoca hayatta ve onu sevenler ortada olduğundan, kendileri ve cemaati cevap verirler diye havale eyledim. Bu yazı Abdullah İhvan isim ve adresi ile bana geldiği gibi, birçok yere de aynı isim ve unvan ile gitmiştir. Ben şahsen, zarfın üstündeki adrese bir cevap yazıp gönderdim. Postacının, “böyle bir isim ve adresin olmadığı” kaydıyla, mektup bana iade edildi.


İşte, bu günlerde o eski müfsit ve iftirakârlar kervanının başlatmış oldukları kampanyalarının bir uzantısı olduğu anlaşılan, fakat zahiren suret-ı haktan görünerek masumane bir pozisyon içinde görünen, lakin perde-i mesturiyet  altında isimsiz, imzasız ve şahitsiz, ispatsız bir tarzda iftiralı tezvirlerle mideler bulandırmaya  matuf şu neşredilmekte olan kitap, yazı ve mektupları hakikat süzgecinden geçirmeye çalışacağız.
Tahlile tabi tutacağımız şu iki isimsiz yazı ve mektubu ilmi süzgeçten geçirdikten sonra, isimli ve adresli kitaba bakacağız inşaallah.


ÖNCE  İSİMSİZ,  ÜNVANSIZ  TENKİTLİ  YAZIYA  BAKIYORUZ.


Bu yazı, sualli cevaplı bir eda ile hazırlanmış. Ancak suali de cevabı da aynı şahsın üslûbu olduğu anlaşılıyor. Yazı, bir vahhabî yobazlığı ve taklitçiliğiyle yazılmıştır. İsimsiz, ünvansız oluşu ise, cahil bir nifakın kokusunu hissettirmektedir. Aslında benzeri tenkitli yazılara cevab vermek abestir. Zira, aslı faslı belli olmayan, kimlerin tarafından hazırlandığı anlaşılmayan meçhul keyfiyetli tenkitler (yukarıda arzolunduğu gibi) mide bulandırmaya ve saf ve masum zihinleri idlal etmeye ma’tuf iblisâne bir harekettir. Eğer saf zihinlerin teşviş kaziyesi olmasaydı ve hz. Üstadın Emirdağ Lahikası-1 kitabında kendini bildirmeden tenkit yazısını Üstad hazretlerine  yollayan meçhul şahsa, hz. Üstad da cevap vermemiş olsaydı, biz de cevap vermeye değer görmezdik. Her ne ise…


İşte, mezkur tenkit yazısında herzeledikleri sözlerinden birkaç numune verdikten sonra, cevaplarımızı yazacağız. İşte bakınız  bu yazıda:


1. Hazret-i Üstad Bediüzzamanın Doğu Beyazıt’ta Şeyh Muhammed-i Celalî’nin medresesinde usulen yirmi senede tamamlanabilen ilimleri üç ay zarfında bitirdiğine itiraz eder.


2.   Bediüzzaman’ın görmüş olduğu rü’yada Peygamberimizin ziyaretiyle müşerref olduğunda, ilim talebinde bulunduğu, Peygamberimiz (asm) ise, kendisine  “ümmetinden sual sormamak şartı karşısında ilm-i Kur’an’ın ta’lim edileceğini” müjdelemesi meselesine itirazları olmuş. Ve bir sürü ayet meallerini getirerek: “Peygamber kimseye ilim veremez” demiş. Ve gösterilen rü’ya gerekçesini doğru bulmadıklarını yazmışlar ve bu inanç, “halkın hurafelere olan inancı cinsindendir” demişlerdir.


3.   Bediüzzaman’ın  14 yaşında iken, medrese ilimlerini bitirmiş olduğuna itiraz ederek; “Çünkü bu, Tarihçe-i Hayatında: ‘15-16 yaşlarına kadar ma’lumatı sünûhat kabilindeydi’ ifadesiyle çatıştığını” ileri sürerek  itirazları olmuş ve sünûhat  ile ilim olmaz demişlerdir.


4.   Hz. Üstadın 1. Şua’ risalesinin 24. ayetinin tahlilinde تنزيل الكتاب cümlesi münasebetiyle  kaydetmiş olduğu  açık ve bahir hakikate itiraz içinde iftiralı bir tahrif tarzına çevirip: “Kur’an’ın gizli gerçekleri Risale-i Nur ile birlikte bize iniyor” diye yazmış… Ve devamında: “Peygamberlik; ve Risale-i Nur’un Kur’an’dan önemli olduğu” iddiası hz. Üstada bedbahtça isnat edilmiştir. (Az sonra cevap vereceğiz.)


5.   İmam-ı Ali’nin Celcelutiye  Kasidesinde: وبالآية الكبرى امني من الفجت    cümlesini şu müfteri-i meçhul kendi karanlıklı kafasına göre manalandırarak, İmam-ı Ali Risale-i Nur’dan medet istemiş diye herzelediği gibi, daha benzeri bir çok iftiralarda bulunmuş!..


6.   Nurcuların Kur’an okumadıklarını, Kur’an’a ehemmiyet vermediklerini, Kur’an yerine Risale-i Nur’ları okuduklarını yazmış!.. (Yazmış ama, münafıkane iftira etmiş, kezzabane yalan söylemiş.)


Bu altı maddeyi şu meçhul şahsın bir çok iftiralı kezzaplıkları içinden seçip aleme ibret numuneleri olarak kaydettim. Bu kezzaplıkları biiznillah tarûmar edecek cevaplarını  vermeye başlıyorum.


1. İşte şahs-ı meçhulün birinci iftira ve isnadının cevapları:


Hz. Üstadın hayatında görülmüş, bütün Şark vilayetleri şahitliğiyle, pek çok ulemanın tasdikiyle, tasdik imzalarıyla ispatlanmış, ondan dolayı Üstada başlangıçta  halkça “Molla-i Meşhur”, daha sonraları da “Bediüzzaman” lakabı verilmesine sebep olmuş harika halidir. Yani, sarf ve nahiv gramerinden olan “İzhar’’ kitabından sonra üç ay içinde, dini ilimlerin temeli olan seksen kadar metin kitapları okuyup anlayarak bitirmesi hadisesidir. Bu üç aylık harika hadiseden sonra, iki sene Doğu vilayetlerinin, bir çoğunu dolaşarak, meşhur ulemaların ziyaretlerini yapıp, şu nail olmuş olduğu mazhariyetin hakikat olup olmadığı hakkında kendini bir çok imtihanlardan geçirmiştir. Şark vilayetlerindeki en meşhur ve en seçkin alimlerin takdir ve tasdiklerini almıştır. Doğu Beyazıt’ta tahsilini bitirdiği sene, yaşları ondört olduğunda hiçbir şek ve şüphenin yeri yoktur. Şu iki senelik seyahatlerden sonra yaşları onbeşi geçince, buluğ çağına geldiğinden mi, başka  sebepten mi tam bilinmeyen bir nedenle eski sünûhatlı ve coşkulu zihni, bir tevakkuf devresi geçirmiştir. Yani, imtihanlarda kendisine tevcih edilen sorulara hemen ve derhal cevap vermesi hali bir derece kayıp oluvermiş. Bunun üzerine o da, Bitlis’te iki sene zarfında vali Ömer Paşanın konağında ilm-i kelam, tefsir ve hadis gibi ulûm-u âliye denilen maksud ilimlere dair kırk kadar metinleri hıfzeyledi.


Daha sonra Van’a geçti. Van valisi Hasan Paşa, sonra Tahir Paşanın konağında kalırken, bir medrese açarak ders vermeye ve talebe yetiştirmeye başladı. Aynı zamanda asrî ilim denilen kimya, astronomi, coğrafya ve saire gibi kitapları da okuyarak hıfzına almaya koyuldu.


Daha sonra, 1908 başlarında İstanbul’a gitti ve son derece meşhur, sabit ve garip olan “Her çeşit ilimden herkesin kendisinden sual sorabileceklerini, ama kendisinin sual sormayacağını” ilan etti.[2] İki ay boyunca her çeşit ilimden sualler kendisine soruldu ve hepsine doğru cevaplar verdi. Bunun üzerine İstanbul uleması da onun bediüzzamanlığını kabul ve tasdik etti.


Ve 31 Mart  olayında kendisi de Divan-ı Harp mahkemesinde muhakeme edilerek isticvab edildi. Gerek Divan-ı Harpte yaptığı kahramanâne müdafaaları sırasında, gerekse  emraz-ı akliye hastanesi baştabibi ile yaptığı konuşmada şu üç aylık tahsil hadisesi ve her çeşit suallere doğru cevaplar vermesi meselesini şöyle ifade etmektedir:


[… Şâz olarak istidâd-ı zamanın fevkinde çok kimseler gelip gitmiş. Nas ibtida onlara cünun veya abes isnadından sonra, sihir veya harikaya hamletmişler. Birinci ve ikinci noktanın mabeyninde olan tezat, cinnetime hükümeden zevatın delil ve müddealarında olan tezada imadır. Zira ef’alleriyle demişler: “Divanedir, çünkü her mesâil-i müşkileye cevap veriyor. Böyle delil getiren delidir.]


Yine aynı yazısında: [Hem de “İzhar” dan sonra, üç mah ders gördüğümü söylemiştim. İki cihetle şu söz şüpheyi davet eder: Ya hilaftır; halbuki ekser Kürdistan bunun sıdkını bilir…] (Osm. Asar-ı Bediiye, 2. baskı, sh.750-754)


Müellifin bu  alenî, aşikâr ve tereddütsüz ifade ve beyanları “Divan-ı Harb-i Örfî ve Said-i Kürdî” eserinde kayıtlı olup bu eser, 1909 ve 1911 de iki defa tab’edilip aleme yayınlanmış ve bu eseri herkes görmüş, okumuş, hiç kimse itiraz etmemiştir. Demek ki hadise kat’idir, şeksizdir .


2. İkinci itiraz maddesinin cevabı:


Şahs-ı meçhul, Üstad Bediüzzaman hazretleri 12-13 yaşlarında iken babasının evinde görmüş olduğu rü’ayada Peygamberimiz hazret-i Muhammed’ (asm) den ilim talebinde bulunduğuna…ilh. dair olan olaya, son derece kaba, camid ve hissizcesine itirazına karşı cevabımız  şudur ki:


Bediüzzamanın 1919’lardan başlayıp şimdiye kadar yazıla-gelen bütün tarihçelerinde rü’ya olayı kayıtlıdır, kimse de itiraz etmemiştir. Rü’ya olayını kayıt eden tarihçeler, “Bediüzzamana ilmi Peygamber verdi” dememiştir. Sadece Peygamberimiz Kur’an ilminin verileceğinin müjdesini vermiştir. Müjdelenen ilmi veren, elbetteki ancak Allah’tır. Hal böyle iken, soru ve cevapları (ifsad niyetiyle) hazırlayan meçhul ve muhtefî şahıs mesele hakkında Kur’an-ı Kerimin (mevzu ile hiç ilgisi olmayan) ayetlerinden tercümevari kuru ve  ruhsuz bazı mealleri fuzulice sıralamış, yani abesle iştigal etmiştir.


Ruhların bakiliğine inanmadığı anlaşılan meçhul şahıs, yobaz bazı vehhabîler tarzında peygamberler ve evliyanın vefatlarıyla alakalarının ve izn-i ilahiyle olan ilgili bazı tasarruflarının büsbütün kuruyup kesildiğine zahip olduğu anlaşılmaktadır.


Evet, peygamberliği ve delilleri olan mucizeleri, evliyaya da velilik ve kerametleri bahşeyleyen; ve ulemaya  hakikî  hakikat ilmini, sanat kâşiflerine buluş ilhamını veren elbette ancak Allah’tır. Ve bu mu’cizeler veya kerametler,  peygamberler ve evliyaların sadece maddî ve dünyevî cesetleri ile alakalı değildir. Ruhları ve misalî olan manevî cesetleriyle de alakadardır. Bunun  yanında Allah’tan gayrı kimsenin bilmediği gayb ilminin bazı köşelerini peygamberlerinden ihtiyar eyleyip seçtiği bazılarına bildirdiğini Cinn süresi 27-28. ayet-i kerimeleri haber vermektedir. Demek ki, Peygambere (asm) Allah’ın bahşeylediği harika mu’cizeler gibi, gaybın bazı kısımlarına ıttlılaı da i’ta eylediği vakidir. Ve özellikle Peygamberimizin (asm) izinden şaşmadan yürüyen büyük ruhlu bazı evliyasına da mu’cizelerin bir çeşit delilleri olan keramet  in’amlarından nasip ettiği kat’idir.


Kaldıki, rü’ya aleminde görülen vakı’alardan bazılarının şehadet alemi ile yakın alâkası vardır. Hz. Yusuf  aleyhisselamın rü’yaları tabir etme ve te’vil marifetine mazhariyetiyle rü’yalar, şahısların hal ve vaziyetine göre değişikliklerinden gayrı, boş manasız ve te’vilsiz bir olay değildir. Binaenaleyh rü’ya aleminde görülen hadiseler, şehadet alemi olan uyanık halinin ölçüleri ile ölçülemez. Rü’yada insan, bazen bir saat içinde gördüğü işler, konuştuğu sözler, uyanık aleminde onları belki bir senede de yapamaz, bitiremez .


Bu hakikata binaen, farz-ı muhal olarak diyelim: Bediüzzaman hazretleri rü’yada Resulullah Efendimizin Kur’an ilminden ders almak suretiyle öğrenim yaptı. Rü’ya alemi bir nevi ruh alemi olduğu için, o alemde bir-iki saat  zarfında elde edilen ilim, öğrenilen dersler uyanık aleminin belki birkaç senesini içine almış olabildiği için, Resulullah Efendimiz Bediüzzamana Kur’an ilmini ders vermiştir denilse, vahhabî yobazlarından gayrı ehl-i sünnetin bütün ulemasınca kabul edilen bir keyfiyettir.


3. Mu’terizin üçüncü maddedeki fuzûli itirazına cevabımız:


Evet, Bediüzzamanın mübarek yaşları henüz ondörde  ulaşmış iken, Doğu Beyazıt’ta Şeyh Muhammed-i Celalî hazretlerinin medresesinde üç ay zarfında medresede okutulan tüm dinî ilimleri içeren metinleri okuyup bitirdiği için, hocası medrese ilmini bitiren Bediüzzamana sarık-cübbe giydirerek değil, müntehî olduğunu belgeleyen icazetnâmesini yazıp vermiştir.[3] Bu hadise ise hicri 1309, rumi 1308 senesinde olmuştur. Hazreti Üstadın doğumu rumi 1293 olduğuna göre icazeti aldığı gün, yaşı tam ondördü doldurmuştur.
Şu maddedeki tenkit ve itirazların cevapları kısmen birinci maddenin  cevabı içerisinde verilmiş olduğundan oraya havale edildi.


4. Şahs-ı meçhulün dördüncü maddedeki itirazına cevabımız:


Hazreti Üstad, 1. Şua’ risalesinin 24. ayetinin tahlili münasebetiyle yazdığı ek izahta; bu cahil itirazcının demagojilerle başka ve muharref bir şekle soktuğu ve öylece itirazlarına serrişte etmiş olduğu ibarenin aslını aynen yazıyorum:
[Üçüncü nokta: Risale-i Nur baştan başa ism-i Hakim ve Rahim’in mazharı olduğundan bu üç ayetin (Yani: Zümer, Casiye, Ahkaf surelerindeki üç ayet) ahirleri ism-i Hakim ile ve gelecek yirmi beşinci dahi Rahman ve Rahim ile bağlamaları münasebet-i maneviyeyi cidden kuvvetlendiriyor. İşte bu kuvvetli münasebet-i maneviyeye binaen deriz ki  تنزيل الكتاب  cümlesinin sarih bir manası Asr-ı Saadette vahy suretiyle Kitab-ı Mübinin nüzulü olduğu gibi; mana-i işarisiyle de, her asırda Kitab-ı Mübinin mertebe-i arşiyesinden ve mu’cize-i maneviyesinden feyz ve ilham tarikıyla onun gizli hakikatları ve hakikatlarının bürhanları iniyor, nüzûl ediyor diyerek, şu asırda bir şakirdini ve bir lem’asını cenah-ı himayetine ve daire-i harimine bir hususi iltifat ile alıyor.] (Şua’alar Envar-ı Neşriyat, sh.711)


Şimdi gelin bakın ki, kasıtlı tahrifçi demagojisiyle, ya da basiretsiz cehliyle hazreti Üstadın ifadesini, yazısının üst metininde nasıl bozarak veriyor. Aynısını alıyorum.


[Kur’anın gizli gerçekleri Risale-i Nur ile birlikte iniyor.] deyip dipnotta da aynı metni veriyor ise de, kırparak veriyor. Yani: metindeki   تنزيل الكتاب من الله العزيز الحكيم    ayet cümlesini vermeden ve arkasını da getirmeden veriyor.


Yazısının ikinci sahifesindeki metin kısmı şöyle devam ediyor: [Bu sözün açık anlamı Asr-ı Saadette Kur’an’ın vahy suretiyle inmesi gibi, her asırda o Kur’an’ın arşdaki yerinden ve manevi mu’cizesinden feyz ve ilham yoluyla onun gizli gerçekleri ve gerçeklerinin kesin delilleri iniyor.]


Bu cümlesinin altında da şöyle bir yorum getirmiş:


[Yani Risale-i Nur, Kur’an’ın indirildiği yerden vahy suretiyle inmesi gibi inerek, Kur’anın gizli kalmış gerçeklerini ve o gerçeklerin kesin delillerini getiriyor.]
İşte gelin bakın ki, hz. Üstad Bediüzzamanın sarih ve açık ifadesinin devamı ve kastettiği meramı ve Kur’anın işarî manasındaki maksadı ne olduğu iki sahife sonra gelen tahlil kısmında olduğu halde, o, oralara bakmayıp kendi reyi ile alakası olmayan yorumlarla, amma kasdî bir ifsad niyetiyle yorumlamıştır. Hz. Üstadın o sahifedeki ifadesi mealiyle şöyledir:


[  تنزيل الكت من الله العزيز الحكيم  ayet cümlesi harflerinin ebcedî değerine göre sayısının toplamı 1342 ederek, (miladi 1926) Risale-i Nur’un büyük ve nurlu risalelerinden Mu’cizat-ı Ahmediye ve Mu’cizat-ı Kur’aniye isimlerinde olan iki risale, bu tarihten az sonra te’lif edilip yayınlanmaları tarihi olduğunu ve ayet cümlesinden yalnız  تنزيل الكتاب  kelamı 951 ederek, Risalet-ün Nur’un ebcedî makamı olan 948’e üç farkla tevafuk etmektedir. Bu üç farkın sırrı ise, Risalet-ün Nur’un mertebesi üçüncüde olmasıdır. Yani vahy değil ve olamaz. Hem umumiyetle dahi ilham değil, belki ekseriyetle Kur’an’ın feyziyle ve medediyle  kalbe gelen sünûhat ve istihracat-ı Kur’aniyedir.] (Şua’alar sh. 714)


İşte Bediüzzamanın: [تنزيل الكتاب من الله العزيز الحكيم  cümlesinin sarih bir manası Asr-ı Saadette vahy suretiyle Kitab-ı Mübinin  nüzûlu olduğu gibi, mana-i işarisiyle de her asırda o Kitab-ı Mübinin  mertebe-i arşiyesinden ve mu’cize-i maneviyesinden feyz ve ilham tarikiyle gizli hakikatkarı ve hakikatlarının bürhanları iniyor, nüzul ediyor…ilh.] ifadesinin ne olduğu gayet açık ve net olarak ortadadır.


Amma gel görelim ki; şu meçhul şahıs, elhannas gibi saf zihinlere şüphe verdirmek gayesiyle Üstadın bu ifadesini alakası olmayan sözlerle manalandırıyor. Evet bu şahs-ı meçhulün üç paragraf üstte kayıtlı olan muzlim yorumundaki, “Kur’an’ın indiği yerden Kur’an’ın vahy suretiyle inmesi gibi inerek…ilh.” tarzında olan kerih, rezil ifadelerle hz. Üstadın ifadesi arasında hiçbir münasebet ve alaka yoktur.


Hz. Üstadın üstteki ifadesinden evvelki olan ifadesi şunu söylüyor:


“تنزيل الكتاب من الله العزيز الحكيم  cümlesi evvela ve bizzat ve hiç şüphesiz Asr-ı Saadette vahy suretiyle nazil olan Kur’an’a bakar. Fakat işarî manasıyla da her asırda o Kitab-ı Mübinin arşlı olan mertebesinden ve manaya bakan mu’cizeliğinden feyz ve ilham yoluyla onun gizli hakikatleri[4] ve hakikatlerinin bürhanları (hüccet ve delilleri) iniyor, nüzul ediyor. İnme ve nüzûl etme Kur’an’ın arşa mensup olan mertebesindendir.” diye gayet açık ve en gabi insanların da rahatlıkla anlayacağı bir ifadeyle söylüyor. Yobaz münekkidin iftiraen  kaydetmiş olduğu “Risale-i Nur Kur’an’ın indiği yerden, Kur’an’ın vahy suretiyle inmesi gibi inerek…ilh.” diye bir şey demiyor. Ve hz. Üstadın ifadesi böylesi bir herzelemekten uzaktır, müberradır. Veyl, binler veyl, cehlin, fitnekârlığın, yobazlığın anlayışına!..


5. Meçhul ve muhtefi şahsın beşinci iftiralı tezvirine karşı cevabımız:


Şahs-ı müfterinin dördüncü maddedeki kabih bühtanında olduğu gibi, bu tezvirkâr iddiası da yalanın yalanı, iftiranın iftirasıdır ki demiş: “Nurcular Kur’an okumuyor, ona ehemmiyet vermiyor. Kur’an yerine Risale-i Nur okuyorlar.” diye öyle fahiş, öyle rezil bir iftira etmiş ki, şeytan-ı lâin dahi bundan utanır.
Biz bu iftiranın cevabı olarak 1930’larda  vaki olmuş benzeri münafıkane bir iftiraya karşı  hz. Üstadın, planı çevirenlerin ağızlarına taşla vururcasına olan celalli cevabını bu makamda kaydetmek istiyoruz.


(29. mektubun üçüncü kısmının ikinci meselesinden) [Sözler namındaki yazılan risaleler, Kur’an-ı mu’ciz-ül  beyanın bir nevi tefsir-i hakikisi olduğu ve o tefsirin te’lifinde merci’ ve me’haz ve hakiki üstad ve tam rehber sırf ayat-i Kur’aniye olduğu; ve fakir ve aciz bu müellifin hissesi onda sırf bir tercüman olduğu; ve doğrudan doğruya o risaleler Kur’an’ın hakaikı ve o hakaikin bürhanları olduğu ve Kur’an’ın elinde bir kılınç hükmünde olarak, o kal’a-i kudsiyeye gelen tehacüme karşı davranan ve manen Kur’an’ın manası ve layenfek ondan gelmiş manevi bir cüz’ü olduğunu; ve bütün kuvvetleriyle o Kur’an’a bakar ve işaret ederler. Ve onu hedef ittihaz ederler. Ve ayatından gelen sünûhat ve ilhamat olduğunu ve müellifinin ihtiyar ve iktidarının pek fevkinde bir tarzda olduklarını mükerreren  ispat edip beyan  ettiğimiz halde; Kur’an namına ve Kur’an hesabına rakabetkârane bunlara (Risale-i Nur’a) bakmak ve onlardaki i’caz-ı Kur’an’dan in’ikas eden cilvelerini Kur’an’ın hakiki i’caziyle muvazene etmek ve rakabetkârane onların sukutunu ve kesadını ve çürüklüğünü arzu etmek elbette Kur’an’a sadakat değildir. Çünkü Kur’an’ın elindeki kılıncı Kur’an’a çevirmek ve Kur’an’ın sadık hizmetkarını Kur’an’a karşı mübareze vaziyetini vermek; ve Kur’an’dan gelen ve Kur’an’ın nurundan ve mizan-ı i’cazında bulunan nurlarını Kur’an’a karşı muvazene etmek, elbette bir hıyanettir ve bir cinayettir.] (Yazma 29. Mektup sh.34)


Evet, bence hz. Üstadın  bu cevabı  ve onun devamı, bütün fitnecilerin, desisecilerin, ya da dini bilmiyen yobazların yalan dolan dedikodularına karşı kafi ve vafi bir cevaptır. Başka bir şey yazmaya da gerek yoktur. Fakat bir tetimme nevinden olarak şu hakikatı da ehl-i insafın nazarına arzetmek isteriz ki; Türkiye’de Kur’an’ı en çok okuyan ve ona en çok hürmet eden Risale-i Nur talebeleri olan NURCUlardır. Bu hakikatın şahit ve delili; Türkiye’nin her tarafında her kasaba ve köyünde binlerce bulunan nur dershanelerinde her zaman özellikle üç aylarda okunan Kur’an’dır. Hergün her bir nurcu Kur’an’dan bir cüz’ okumak suretiyle (amma hassaten üç aylarda) hergün Türkiye genelinde  yüzlerce hatim indirilmektedir. İçinde bulunduğum Urfa’nın birkaç cemaatinden biri olan “Zehraiye” Camiine gelen cemaat (evet yalnız bu cemaat olarak) hassaten üç aylarda hergün dört-beş hatimle beraber Mevlid, Regaib, Mi’rac, Berat ve Kadir gecelerinin her birinde en az dörder-beşer hatm-i Kur’an yapılır. İşte buna göre, Risale-i Nur talebeleri kadar Kur’an’ı okuyan  hiçbir cemaat yoktur. Varsa  gösterilsin.


6. Ve biçare şahs-ı meçhulun altıncı[5] sehvine karşı cevabımız:


Düzmeceli cehalet-perver itirazcının bir tenkidi de, İmam-ı Ali (ra) Celcelutiye kasidesindeki وبالآية الكبرى امني من الفجت   münacatına ve hz. Üstadın bunu şerh ederek içindeki sırlarını ve işarî manalarını izhar etmesine son derece cahilane ve camidane itirazları şeklindedir. Bakalım hz. Bediüzzaman bu mevzuda ne demiş görelim. Daha sonra mu’terizin fuzuliyane tenkitlerine gelelim. İşte hz. Üstadın Kastamonu’da 1939’larda yazdığı Sekizinci Şua risalesinde; kelimelerin çoğu Süryanîce olan ve bazı Kur’an surelerinin isimleri ve bir kısım ayetlerin şefaatleriyle yapılan niyaz ve münacatlarından  ibaret  olan  İmam-ı Ali’nin  Celcelutiye kasidesini ele almış, kasidedeki بحق تبارك ثم نون وسا ئل  deyip başlayan sureler ismini tadat ettiği yerden  devam edip giden tarz-ı ifadesinden ve bu ifadelerin telmihatından olan ve müstetbeatut-terakib ve maarîzul- kelam denilen o kelamın gizli bölmelerinden anlaşılan manalarla, Risale-i Nur’un te’lif tarzına ve sırasına işaret ettiğini ehline ispat ederek yazmış. Ve 53 senedenberi bu risale ile beraber benzeri sair risalelerle birlikte herkesin, bilhassa Diyanet Başkanlığındaki bir çok hocaların eline geçtikleri halde hiç kimse itiraz edememiş, mahkemelerden de beraat kazanmışlardır. Hz. Üstad bu risaleden evvel, Isparta’nın Barla nahiyesinde 1933’lerde yazmış olduğu 28. Lem’anın birinci bölümünde Celcelutiye kasidesindeki esrarı ve ebcedi, cifri ve riyazi işaretlerini fevkalade ilmî bir meharetle kaydedip yazdığı için, bu Sekizinci Şua’da Celcelutiye’yi bir başka uslupla te’lif etmiştir.
İşte  biz Sekizinci Şua’daki mevzu ile alakalı bir paragrafı kaydedecek ve sonra mu’teriz ağaya döneceğiz.


Evet  وبالآية الكبرى  cümlesi (Arabi 29. Lem’aya da baktığını ispat etmiş) […Sair işaretin karinesiyle hem Mektubat’tan sonra Lam’alar’a başka bir tarz-ı ibare ile ima ederek Lem’alar’ın en parlağının te’lifi dehşetli bir zamanda ve hapis ve idamdan[6] kurtulmak ve emniyet ve selamet bulmak için mana-yı mecazî ve mana-yı işariyle Hazret-i Ali (ra) kendi lisanını büyük tehlikelerde bulunan müellifin hesabına istimal ederekوبالآية الكبرى امني من الفجت  Yani “Ya Rab beni kurtar, eman ver” dua etmesiyle…] (Şua’lar, Envar Neşriyat, sh. 128)


Ayrıca 8. Şua’ risalesinin te’lifinden sonra 1943’te Denizli hapsi hadisesi, Yedinci Şua olan Ayet-el Kübra’nın gizli tab’ı zahiri sebep olduğu için, onun başına koyduğu bir tarif yazısının dip notunda da İmam-ı Ali’nin bu duasının bir kerametini kaydetmiştir. Dip not aynen şöyledir: [Evet İmam-ı Ali (ra) Ayet-ül Kübra hakkında verdiği haberi Denizli hadisesi tasdik etti. Çünkü bu risalenin gizli tab’ı hapsimize bir vesile oldu. Ve onun kudsî ve çok kuvvetli hakikatının galebesi, beraat ve necatımıza ehemmiyetli bir sebep oldu. Ve İmam-ı Ali’nin (ra) keramet-i gaybiyesini körlere de gösterdi ve hakkımızdaki    وبالآية الكبرى امني من الفجت    duasının kabulünü isbat etti.] (Şualar sh.99)


Elhasıl: Bu mevzularda hak, adalet ve hakikat adına araştırma yapmak istiyen bir insana, 28. Lem’a ile 8. Şua risalelerini tamamen okumak şart ve lazımdır. Ta ki, hz. Üstadın: “İmam-ı Ali’nin verdiği haber…” veya  “İmam-ı Ali’nin tesmiyesiyle...” ve saire gibi ifadelerinin ne olduğu anlaşılabilsin. Yoksa mu’teriz-i muçhulun; [Adını İmam-ı Ali’nin verdiği…] ve [İmam-ı Ali nin şefaat dilediği…] ve [Risale-i Nur’un kurtarıcılık yaptığı…] gibi iftiralı yorum ve kezzabane tahrifkar sözleri elbette cehennemi boylattıracağı muhakkaktır
Bu makamda ben “vesvasil-hannas” görevini yapan şu şahs-ı meçhule çağrıda bulunarak diyorum ki: Gel, şu kötü bir tavır olan gizlilik perdesi arkasından çık! Merdane er meydanına gel! Kur’an ve din-i İslam aşkı adına ve Hakka hizmet namına, bir televizyon veya geniş bir salonda karşılıklı olarak bu meselenin müzakeresini, münakaşasını, yapalım, herkes veya bir cemaat dinlesin, kararını versin, hak da meydana çıksın. Haydi göreyim seni!..


ŞİMDİ DE İKİNCİ MEÇHUL VE MESTUR MEKTUBUN İDDİALARINA  GELİYORUZ.


Şu mektup da isimsiz ve adressizdir. Zarfın üstünde bazı adresler varsa da, üst tarafta adı ve zikri geçen Abdullah İhvan gibi sahte bir adrestir. Hem mektubun başında: “Zata mahsustur” ikazı konulduğu halde, aynı bu mektup çok kimselere aynı hüviyetle gelmiştir.[7]
Öyle anlaşılıyor ki bu mektubun sahibi ya çok safi-kalp bir insandır, sinsi bazı kişiler veya guruplar onu aldatmış veyahut üstte yazısını tahlil ettiğimiz şahıs gibi, ifsat niyetli, bir provakatördür. Herneyse, mektubun içindeki mevzuya geçiyoruz.


Şöyle diyor: [Meşveret cemaatinden birkaç kişi imişler. Sungur Ağabeye ve diğer ağabeylere ciddi bağlı imişler. Günlerden birinde özel bir cemaatte bulunmuşlarmış. Kendilerinin hangi cemaatdan olduklarını bilmiyorlarmış. O cemaattekiler; şimdi vefat etmiş Üstadın hizmetkârlarından birisinden bir rivayet naklediyorlar ve şöyle diyorlarmış...] diyerek, şeni’, rezil ve hz. Üstadın hizmetkârları aleyhinde munafıkane bir plan ve onları birbirine karşı ve masum nur talebelerini de onlar hakkında şüphe ve vesveselere sevk edici iblisane bir proje olan dedikodunun özeti şudur:
“Üstad hazretleri talebelerini sık sık masonluk tehlikesine karşı ikaz ve irşad ediyormuş. Kendi yanındaki hizmetkârlarından Tahiri ve Ceylan Ağabeyler hariç, çok defalar Sungur Ağabeyi ve iki zatı daha (olsa olsa Zübeyr Ağabey ve Hüsnü Ağabey veya Bayram Ağabeylerdir) şiddetle döverek: “Masonlar sizi aldatacaklar, masonlar sizi alet edecekler” diye bağırırmış. Bu hadisede 1956-57-58’de birkaç kez vaki olmuş ve bu hadiselere muhtelif zamanlarda, ayrı ayrı kimseler şahit olmuşlarmış…


Bunun dışında, Kastamonu’lu merhum M. Feyzi Efendi Ağabey, hz. Üstadın hizmetkârı, şoförü Hüsnü Bayram’a “Masonlar sizi alet ediyor ve siz masonlara hizmet ediyorsunuz, masonlar sizi aldatıyorlar.” diye söylemiş, miş miş miş… ve miş miş bahçesi…
Bu miş mişlere, fiş fişlere karşı cevabımız şudur:
Şeriat-ı Garra-i İslamiye meydandadır. Kur’an-ı Hakim elimizdedir, fıkh-ı ekber olan Risale-i Nur’lar yanımızdadır. İşte bu kudsi kaynaklarımız emrederler ki; herhangi bir meselenin sübut bulabilmesi için, iki şahid-i sadıkın şahitlikleri lazımdır. Hele böyle iftiravâri hususlar olsa, dört şahid-i sadıkın şahitlikleri lazımdır. Bu şahitliklerle iddiasını ispatlayamazsa münafık durumunda kalır.


Hem Kur’an-ı Kerimin şu gelen ayetleri emrederler ki;
1.  فَعَلْتُمْ نَادِمِينَ أَن تُصِيبُوا قَوْمًا بِجَهَالَةٍ فَتُصْبِحُوا عَلَى مَا يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِن جَاءكُمْ فَاسِقٌ بِنَبَأٍ فَتَبَيَّنُوا
“Ey iman edenler! Şayet bir fasık adam size herhangi bir haberle gelirse, sakın acele etmeyesiniz, dikkatlice araştırınız, yoksa bir kavme, bir insana cehalet ile zarar vermiş olur, yaptıklarınıza pişman olursunuz.” (Hucurat / 6)
2.  الخ.. .. بَعْضَ الظَّنِّ إِثْمٌ  الظَّنِّ إِنَّ  مِّنَ كَثِيراً آمَنُوا اجْتَنِبُوا  يَا أَيُّهَا الَّذِينَ   “Ey mü’minler! tahmin ve zann ile hükme varmaktan çok içtinab ediniz. Zira tahminlerin bazısı günahı mucib olur…” (Hücurat / 12)


3.   Ve bu ayetin devamında gelen gıybet ayeti!.. Bu makamda biz şu kendini bildirmeden iftiralı isnad haberini nakledenleri ve haberin ravisinin ismini söylemeyen şahsa diyoruz ki: Sen kendini ve istima’ında bulunduğun kişileri ve “Şimdi ölmüş” diye söylediğin ravinin ismini ve bizzat o raviden şahsen haberi dinlemiş kimselerin isimlerini üstteki ayetin emriyle, haberin tebeyyünü için izhar eylemek durumundasın. Aksi takdirde sen kendine “istişare cemaatindenim”[8] diye yüz yemin de etsen, Nur cemaatinin o mübarek grubundan olmadığın gibi, gizli ve muhtefi ifsatçıların grubundan olursun.


Şunu da hemen ilave edelimki; hz. Bediüzzaman, acip asrın muktazasına göre, kendi yanındaki hâs meşrebinin hameleleri olarak yetiştirdiği evlad-ı manevî ve hizmetkârlarını, fiilî irşad metodu ile terbiye etmiştir. Yani eski zamandaki mürşidlerin yaptıkları gibi; çile ve riyazetlerle değil, belki bir kumandan-ı azam tarzında askerî olan fiilî irşadi ile[9] talim ve terbiye edip, nefislerini tezkiye eylemiş, birer erkan-ı harp gibi (ama değişik istidatlarına göre) yetiştirmiştir. İşte bu cümleden olarak hz. Bediüzzaman kendi yanındaki talebe ve hizmetkarlarına hâs tarzda onları çeşitli, çok ağır ve şiddetli imtihanlardan geçirmiştir. Bazen basit ve küçük bir hadiseyi sebep göstererek onları sıraya dizip tokatlar. Bazen: “Benim hizmetime yaramıyorsunuz, sizi kovuyorum” der. Fakat birkaç saat sonra onlara Nur hizmeti ile alakadar pek mühim dersler verir. Bazen de çarşıya herhangi bir iş için veya bir yerden temiz içme suyunu getirtmek için gönderdiği bir hizmetkarını, ufak bir kaç dakikalık gecikmesinden, ciddi bir sorguya çeker ve hatta zahirde ittiham eyler.


Evet, hz. Üstad-ı Külün kendi hizmetkârlarına hâs irşad metodu ile uyguladığı benzeri haller çokça varid olmuştur ve Tahiri Ağabey dışında tüm hizmetkarlarına bu fiilî irşad metodunu uygulamıştır. Bu fiilî irşad metodunun en birinci ve baş hedefi, dikkate karşı müteyakkız bulunmalarını temindir. Çünkü “azamî dikkat” Nur mesleğinin dört ana direğinden birisidir. Hz. Üstadın kendi yanındaki hizmetkarlarına uyguladıgı bu fevkalede zor fiilî irşad metodundaki çetin imtihanda Nur mesleğindeki talebelik mertebesi ile birlikte hz. Bediuzzamanın tarz-i meşrebinin hamelelik ve Bediuzzamanın zatına hizmetkârlık derece-i aliyesinin sınavından geçerlerken, Nurun dört ana temel prensiplerinden “a’zamî sadakat, a’zamî sebat, a’zamî metanet” rükünleri de birlikte hasıldır.


Bu hakikatle beraber, hz. Üstadın hizmetkarları olsun, gerekse sair eski ve faziletli (hatta Hulusî Ağabey, Hüsrev Ağabey ve Mehmet Feyzi Ağabeyler dahi) ve alim Nur talebeleri olsun, beşer oldukları için tamamen kusursuz, sehivsiz ve noksansızdırlar diye bir şey yoktur.  Kusursuzluk,  hatasızlık ve  sehivsizlik  akidesi  ancak  şialara  mahsus  bir inançtır. Ehl-i sünnet icmaında peygamberler (ismetlerinden dolayı) hariç, herkesin bir kusuru bir eksikliği, bir hatası olabileceğinde ittifak vardır. Ama bir kusur ve hata ile, bir müminin (hele fedakar, sadık bir müminin) pek büyük olan hasenatı lekelenemez, adelet mizanında hasenatına galip gelemez, tam aksi ile neticelenir.


İşte bu hakikata tebaan; merhum Zübeyr, Bayram, Ceylan ve Tahiri Ağabeylerin ve halen hayatta Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin ve Hüsnü Bayram Ağabeylerin hz. Üstada (kimisi çok, kimisi az) hizmetkârlık ve tarz-ı meşrebine hamelelik ve vazifedarlıktaki sadakatlarında, samimî ihlaslarında (bir takım fasıkane haber ve dedikodularla) şüphe ve su-i zanlara varmak ve hatta gayet şeni’ olan bir hiyanetle müttehem addetmek, elbette çok büyük bir sukutun,  su-i zan vartasının dibine yuvarlanmanın bir alemetidir, göstergesidir. Eliyazubillah.


Şimdi mektuptaki fasıkane, mesnetsiz haberin ve mesturiyet perdesi altındaki sinsi planların bil’farzil-muhal biran için doğruluğunu kabul etsek de, hz. Üstadın yalan haberde gösterilen hal ve tavrının, acaba onu nakledenin halini kendisine bildirmek  ve göstermek için fiilî bir ders tarzında olmuş olamaz mı? “Duvar sana söylüyorum, gelin sen anla” darb-ı meseli tarzında, hz. Zübeyr veya Sungurun şahıslarında, o haberin ravisine ve başkasına bir ders-i fiilî olmuştur denilemez mi. Hz. Üstadın bu ders vermeleri çokça vaki olduğuna sahih rivayetler vardır.


Bunun aksini mülahaza etmek ise; doğrudan doğruya hz. Üstadın zatına ve onun kalbî ve ruhî basiretine karşı suizanlı ve küstahça bir anlayış örneği olur. Yani, hz. Üstad Bediüzzaman, yanındaki hizmetkârlarından bazıları, kendisini ve Nurun mesleğini (milyonlar defa  haşa) masonlara satacağını haber verdiği halde, onları Nurun en nazik, en mahrem hizmeti demek olan kendi yanında ve hizmetinde senelerce bulundurmuş, Nur hizmetine müteallik pek mühim tenbih ve ihtarları onların isim ve imzaları ile neşretmiş olsun ve bunları kendisine en mutemed vekiller olarak kabul etmiş olsun!? Yani, iki zıd hali birlikte yaşasın. Yani ki, hem bunların istikbalde yapacakları (haşa sümme haşa) hainlikleri keşfen bilsin, hem de senelerce kendi yanında, yani Nur hizmetinin merkezinde ve en mahrem işlerinde farkına varmadan hissetmeden bulundursun, istihdam etsin! Daha doğrusu, hz. Bediüzzamanı hem istikbali keşfeden manevî, nurlu radara sahip bir dahî olduğunu ve aynı zamanda (haşa sümme haşa) camid, hissiz, tenakuzlu, zıd haletli bir şahıs sanmak gibi anlayışlar elbette kör bir basiretin alametleri olabilir.


Ya da, meselenin muktezası ve öbür yanı olan; (şiaların sahabe-i Resulullah hakkındaki dalaletkâr, rıfızdar anlayışları olan, başta hz. EbuBekir, Ömer, Osman ve Aişe-i Sıddıka vesaireler aleyhinde tekfir, hainlik ve vesaire rezil, küfrî ittihamları nevinden) hz. Üstad Bediüzzamanın en yakın talebeleri hakkında benzeri ithamlar dahi, mahut bir garazı, ya da cahilane bir gabeveti ihsas etmektedir. Her ne ise, biraz uzun konuştuk. Hz. Üstadın Zübeyr ve Ceylan Ağabeyler hakkında yazılı bir ifadesini ve Tahiri Ağabeyden bizzat duyduğum bir sözünü ve kendim şahsen bir çok defa müşahede ettiğim bir vaziyeti kaydederek bitireceğim: Sıddık Dursun Ağa da dinlesin bunu :


1.   Hz. Üstadın yazısı:


[Aziz sıdık kardeşlerim!
Evvela: İhtiyat ve temkin ve meşveret etmek  lazımdır.
Saniyen: Zübeyr, bana merhum biraderzadem Abdurrahman yerine ve Ceylan, merhum biraderzadem Fuat bedeline verilmiş diye manevi ihtar aldım. Bende burada işimi onlara bıraktım. (Afyon hapsi mektupları, Emirdağ Lahikası, sh.649)]


Sungur Ağabey hakkında ise “Sungur gibi bir vekilim” (Emirdağ Lahikası-2, sh.43) ve   “Sungur’u kendime vekil ediyorum” (Emirdağ Lahikası-2, sh.24) gibi pek çok beyan-ı Üstadî           vardır. Uzatmamak için havale ediyorum.


2.   Tahiri Ağabeyden şahsen duyduğum beyan ve ifadesi:


Bu fakir, Tahiri Ağabeyle uzun beraberliklerimiz ve özel alakalarımız olmuştur. Kendisinden, hem hz. Üstadın sağlığında, hem Üstadın vefatından sonra birkaç defa Zübeyr Ağabey hakkında şu sözlerini duymuşumdum: “Üstadımız, Zübeyr’e karşı gösterdiği alaka, yaptığı iltifat kadar hiç birimize karşı yapmamıştır. En hususi iş ve mahrem hizmetlerini en çok ona yaptırıyordu.”


3.   Benim müşahedatım:


Bu fakir layık olmadığım halde, lutf-u İlahî ile birkaç defa ziyaret-i hz. Üstadla müşerref olduğum ve bir iki defa da hizmetkârları yanında birkaç gün kaldığım zamanlarda hz. Üstad filhakika hizmetkârları içerisinden en çok Zübeyr Ağabeye iltifatlarda ve tevcih ve teveccühlerde bulunduğunu müşahede etmiştim. Zübeyr halka-i ders-i Üstadîde en çok ciddi duran ve hiç bir zaman başını kaldırıp Üstadın yüzüne bakmayan ve hep başı yere eğik halini görüyordum. Hz. Üstad da onun bu ciddi vaziyetini latifevari eda içinde takdir ve tahsinini gösteren: “Bu zübo kürtdür, hissizdir, odundur.” diyerek eliyle başına vurduğunu birkaç kere görmüştüm. Allah rahmet eylesin, amin.


Cenab-ı Zübeyrin hz. Üstada karşı sadakat ve irtibatının delili olarak birkaç defa müşahede ettiğim bir halini daha kaydedeyim, şöyle ki: Namaz vakitlerinde Üstadın yanındaki hizmetkarları cemaatle namaz kılarken, Zübeyr Ağabey seccadesini Üstadımızın odasının kapısı önünde serer, namaza dururdu. Şayet hz. Üstad çağırmak için bir zil çalarsa, hemen namazdan çıkar Üstadın odasına fırlarmış. Ben Zübeyr Ağabeyin, hz. Üstadın odasının kapısı önünde namaza durduğunu bizzat görmüştüm.


Şimdi isimsiz olan aynı mektupta, sözde Kastamonu’lu Mehmet Feyzi Ağabey, hz. Üstadın hizmetkârlarından Hüsnü Bayram’a: “Masonlar sizi alet ediyor ve siz masonlara hizmet ediyorsunuz... ilh.” diye yazılı olan bu iftiranın ve kizbli rivayetin cevabını, halen hayatta olan Hüsnü Bayram Ağabey kendisi veriyor, diyor ki: “Hizmet vakfında tevafuklu ve mu’cizeli Kur’an’ımızı tab ederken, “Bu Kur’an bizimdir” diye bizi mahkemeye veren Hüsrev Ağabey’in adamlarına karşı avukat tutarak, mezkur Kur’an’ın kâşifi hz. Üstad olduğu belgelerini mahkemeye sunduğumuz günlerde, ben M. Feyzi Efendiye durumu anlatmıştım. Feyzi Efendi bu hususta bizi desteklediğini ve bize dua ettiğini söylemişti. İşte tersine çevrilmiş bu hadiseden gayrı hiç bir zaman, iddia edildiği tarzda Feyzi Efendi bize karşı öylesi bir ta’rizde bulunmuş değildir.


VE  ŞİMDİ  “NURCULUĞUN TARİHÇESİ”  ADLI  KİTABA  GELİYORUZ.
Kitabı, itiraf edeyim kendim okumuş değilim. Bir arkadaşta gördüm, fakat bakıp okumadım. Cevabî yazımızın baş taraflarında kaydettiğimiz veçhiyle, bu kitap ve mahiyetlerini teşrih ettiğimiz üç tenkitkâr ve uydurulmuş rivayetli yazılarla birlikte aynı zaman içinde  neşredilmeleri, pek bir tesadüf değildir gibi. Kitap ve üç yazının muhteviyatının benzeyiş içinde olmaları ise, tesadüfi bir vaziyet arz etmediklerini gösteriyor.


Kitabı incelemiş arkadaşlardan kulağıma gelen hadise, baştan sona kadar tenkit, takbih, intikam hissi ve itirazlarla dolu olduğudur. Sıddık Dursun, bir hayalî hisse kapılmışlığının tesiri altında kalmışçasına, kendisi gibi düşünmeyen ve hareket etmeyen kimseleri, hatta yakın zamana kadar en yakın arkadaşlarını ve davası uğrunda hayatını vermiş İzzettin Hoca gibi kimseleri de: “Düzenin adamı, mason ve saire” ile takbih ettiğini söylüyorlar. Hatta kendi hemşehrisi Nurettin gibi mübarek bir kardeşi Rafızilikle damgalıyormuş. Dahası var, hz. Üstadın oniki senelik hizmetkârı ve evlad-ı manevisi ve Üstadımız “erkan-ı harb” ve “kahraman” diye tavsif ettiği Zübeyir Ağabeyi ve Nurun en ön saftaki büyük rükünleri olan bir çok zevatı da şaibelendiriyormuş. Eski Nur talebelerinden beğendiği  zatlardan  biri  Hulusi  Ağabey, biri de  Mustafa Acet[10]’miş. Böylece bana ulaşan malumata göre onun bu kitabı “Nurculuğun Tarihçesi” değil, kendi şahsî anlayışının menfice olan hatıralarının bir tarihçesi olduğu anlaşılmaktadır.


Sıddık Dursun’un kitabında, (bana söylenen habere göre), hz. Üstadın hizmetkârlarından, Hüsnü Bayram’dan naklen, merhum kahraman Zübeyir Ağabey hakkında ve aleyhinde çok şeni’, pek çirkin bir düzmece nakletmiş. Bu düzmecenin akabinde; öteden beri aleyhlerinde bulunduğu ve hatta düşman saydığı İstanbul’daki meşhur Mehmetler ve sairleri de Zübeyir Ağabeyin kurmuş olduğu mason ekibi diye nitelemiştir. Ve bunların dışında kitapta 25 seneden beri kırık plak veya vakvaka-ı kurbağa tarzında yine Risale-i Nur’da tahrifat teraneleri varmış.


Ben Mart’ın onbirinde (11.03.2004) İstanbul’da idim. Hüsnü Bayram Ağabeyi aradım, dedim ki: “Sıddık Dursun yeni yayınladığı bir kitapta size atfen Zübeyir Ağabey aleyhinde bir rivayet nakletmiş, bunun aslı var mıdır? Dedi: “Asla ve kat’a öyle bir şey yoktur, yalandır, iftiradır.” Ben de dedim ki: “Siz hayattasınız, kendiniz bir cevap yazmanız ve imza etmeniz gerekir.” Dedi: “Yazıp gönderiyorum.” Bir gün sonra cevabî yazısı elime geçti. Az sonra bu yazıyı aynen koyacağım, imzalı tekzip yazısının fotokopisini de ekleyeceğim.


Sıddık’ın, Zübeyir Ağabey aleyhindeki intikamkâr  ama aslında hz. Üstadın şahsiyet-i maneviyesini hedef alan karalamasına ve başkalarının sair iftirakar taarruzları hakkında, meçhul mektuba karşı yazdığım kafi cevap ve yazılı beyanları buraya da müskit ve ifhamlı cevap olduğundan, başka bir şeyi yazmaya gerek duymadım.


İstanbul’daki meşhur Mehmetler hakkındaki ağır ittihamlarını ise sahiplerine bırakıyorum. Çünkü hayattadırlar. Fakat, “Zübeyir Ağabey o ekibi kurdu” şeklindeki cahilane herzelemesine karşı derim ki: “Zübeyir Ağabey 1960’tan sonra İstanbul’a gitti. Ekip diye tavsif ettiği Mehmetlerin ikisi 1950’den beri İstanbul’da Ahmet Aytimur’la birlikte hizmetle meşgul kimseler idiler. Ve defalarca hz. Üstadla görüşmüş ve hz. Üstadın kabülüne mazhar olmuşlardır. Sonra bu zatlara Abdulvahitler, Bekir Berkler, Mustafa Polatlar ve Mehmet Kutlular da katıldı. Zübeyir Ağabey Üstadın vefatından bir yıl kadar sonra, mecburiyetle İstanbul’a gitti. Urfa’dan gitmek istemiyordu. Fakat zamanın idarecileri onu zorlayarak Urfa’dan ayırdılar. Abdullah Yeğin Ağabeyi de öyle…


Risale-i Nur için tahrif var diye olan teranesine karşı ise, birkaç sene evvel Hekimoğlu İsmail, yani Ömer Okçu Bey, kendisine demiş ki: “Kardeşim siz madem diyorsunuz ki, Nur’un bazı yerlerinde tahrifat var. Ve siz de en sahihini  yazıp neşrettiğinizi söylüyorsunuz. Bu durumda bir problem kalmadı demektir. Risaleleri okuyanlar mukayesesini yaparlar, kararını verirler. Siz ne için böyle durmadan tahrif sözünü yayıyorsunuz?”


Ben Abdulkadir Badıllı da birkaç yol ile kendisine haberler yollamıştım ki: “Senin elinde tahrifli dediğin ne gibi şeyler varsa, onları bana gönder 15-20 gün de mühlet ver, sonra umumi bir açık oturum gibi bir yer hazırlayıp birçok kimseleri davet edelim ve yüz yüze tartışalım. Bir heyet-i ilmiyeyi de hakem tayin edelim. Eğer dediklerini ispat edersen ben senin emrine  girerim. Bu tekrarlı davetime bir cevap gelmemişti. Yalnız dört-beş sene evvel Urfa’da yapılan bir mevlit gününde, Urfa Şehitlik Camii imamı İbrahim Şülül Hoca bir tek dosya ile bana geldi. Bunu Sıddık size gönderdi dedi. Sağına soluna bir baktım bazı fotokopi gibi şeyler… İbrahim Hocaya dedim ki: “Sıddık’a söyle, kendisinde bu dosya gibi çok şeyler varmış. Hepsini göndersin ve evvelce yolladığım haberlerde söylediğim gibi, 20 gün bana mühlet versin, sonra umumi bir toplantıda tartışmasını yapalım. Yine  bir cevap gelmedi. Ama bu hadiseden sonra (ne kadar sonra olduğunu unutmuşum) Dava dergisinde yazdı ki: “Ben 20 dosya ile Urfa’ya gittim, bunları Badıllı’ya yolladım. Dosyaları götüren zata Badıllı demişti ki: “Üstadımız vefatından sonra da tashih işini yaptığı için, ben bu gibi dosyalarla uğraşmam” diye aleme hakikaten ayıp bir bühtan neşretmiş idi.


Yine Sıddık Dursun’un iki sene önce Dava dergisinde benimle ilgili, daha doğrusu Şeyh Said ile Üstad Bediüzzaman arasında vuku bulan mektuplaşma hadisesi hakkındaki bir yazısına cevaben yazmıştım ki; hadiseyi 1946’da ilk olarak yazan İnebolu’lu Salahaddin Çelebîdir. Hz. Üstad onun bu yazısını ehemmiyetle okumuş, kendi kalemiyle tashihler yapmış, ilaveler koymuş ve eski yazı teksir Asâ-yı Mûsâ’ların arkasına ekleyerek neşretmiştir. Hz. Üstadın tashihleriyle elyazma Asâ-yı Mûsâ kitabı bizde mevcuttur, gelip görebilirsiniz. Yine aynı tarz, Afyon hapsinde Üstadın avukatlarından Ahmet Hikmet Gönen’in yazdığı eski yazı müdafaanamesindeki Şeyh Said’in mektubuna cevap kısmını yine Üstad hazretleri kendi kalemiyle tashihler koymuş, sonra eski harf teksir ile Afyon Müdafaanamesi’nde  neşrettirmiştir. Öyleyse, hadise kat’idir, şeksizdir diye yazmıştım. Sıddık buna karşı, ne dese iyi? “Salahattin Çelebî, Üstadın vefatından sonra Güven Partisine girdi” diye cevap yazdı. Sıddık benim hemşehrim, Şarklı olması hasebiyle, bu cevabına onun namına utanç duydum. Ben, hz. Üstadın kendi kalemiyle tashih ve tasdikinden söz ediyorum, O ise Salahattin Çelebî’nin Güven Partisine girmesinden söz ediyor. Öyle ise: “Essükût!”


Sıddık’ın bu meseledeki dayanağı ise, Şeyh Said merhumun torunlarından birisinin hz. Üstadın vefatından çok sonra sözde hz. Üstadtan nakil ve rivayet ismiyle hilaf bir şeyler söyleyip Dava dergisinde neşrettirdikleridir. İyi ama rivayet hz. Üstadın Risale-i Nur’daki ifade ve beyanlarının zıddınadır ve ayrıca az üstte sözünü ettiğimiz Selahattin Çelebî’nin ve avukat Ahmet Hikmet Gönen’in tashihli yazılarına ve Üstadımızın hayatında neşredilmiş, küçüklü büyüklü, eski ve yeni harf yayınlanmış ve hz. Üstadın teftiş nazarından geçmiş bütün tarihçe kitaplarına mugayir ve munakız bir tarzdadır. Bütün bunları Sıddık’a yazdım ve gönderdim, lakin hiçbir iyileşme görülmedi. Hemşehrim Sıddık’taki inat, dünya kadar nurani deliller de ona gelse, bana vız gelir diyor ve demek istiyor ki: Merhum Şeyh Said’in zadeganlarından birisinin tek bir hilaflı sözü, hz. Üstadın risalelerdeki ifadelerine de, onun kalemiyle yaptığı mübarek ve nevvar tashih ve tasdiklerine de ve onun nazarı ve murakabesinde yayınlanmış tüm tarihçe-i hayatlarına da racihtir. O zaman, bizim bu durumda ona karşı yapacağımız bir şey kalmaz.


NETİCE

Hemşehrim Sıddık’a, kalpten kopup gelen bir samimiyetle şöyle bir çağrıda bulunmak istiyorum ki: “İnadın gözü meleği şeytan görür – Bediüzzaman”. Ayette ise, bu mevzudaki ağır tabiri kullanmak istemiyorum. Gel, şu inadı bırak, Bediüzzamanın kendisinden gelmiş ve bize tevarus etmiş bin tevatür kuvvetindeki icmaa karşı çıkma. İslam dininde, tevatürlü icmaa karşı çıkmak küfür sayılıyor.


Ve gel, hz. Üstadın kendi harim-i hizmetine aldığı ve yıllarca yanında bulundurmuş olduğu evlad-ı manevî olan Nur erkanlarına şialar tarzında su-i zanlarla dil uzatma. Kat’iyyen bil ki; nasıl ki bir kısım rafizilerin hz. Ebubekir ve Ömer’e (radıyallahu anhum) ve sair bir kısım sahabelere karşı şetimleri doğrudan Resulullaha (asm) gittiği gibi; senin de, şu zımnî ve manevi şetimkârane davranışların, direk hz. Üstada gider. Bundan tevbe et, rücu et! Hüsn-ü zannı kazan.


Hem senin birisinden rivayeten “Bingöl’den bir adam çıkacak…” (cak.. cuk..) gibi duyduğun hilaf-ı hakikat rivayetlerle kendini teselli etme. Bir zamanlar yine hz. Üstada atfen ve bir meczubun  ağzından çıkan şu: “İslamköy’den bir adam çıkacak…” gibi şu ve bu’larla hayli zaman masum talebeler meşgul edildi. Hayır efendim, hz. Üstad gaybe karşı cak-cuk etmez. Ancak istihraclarla ve bir çok karinelerle delil gibi zahir bir keyfiyet hasıl olduğu zaman
العلم عندالله ، لايعلم الغيب الاالله  diyerek kayd-ı ihtiyatla kanaatini yazar.


Hem faraza, hz. Üstadın yalnız senden gelen tek rivayetli sözü sahih ve katî de olsa, çıkacak olan o adam sen değilsin ve olamazsın. Çünkü sen menfiliklerle, su-i zanlarla, şetimlerle meşgulsün. Hasenatlarla, nuraniyatlarla iç içe değilsin. Risale-i Nur’un mesleği müsbetlerle, hüsn-ü zanlarla nuraniliklerle meşguliyettir. Ben cidden isterdim ki farazî olan o adam sen olasın. Ama bu halinle sen o olamazsın.


Hem şunu da duy ve bil ki; senin Nur erkanları aleyhindeki şu menfi saldırışların hele Zübeyir’imizin, Sungur’umuzun ve sairelerimizin aleyhine bir çeşit şetimli taarruzların bizim sabır ve tahammüllerimizi artık aşmaktadır. İstenmeyen hadiseler zuhur edebilir, dikkat et!..
Ben diyorum ki gel şu kör inadı bırak, anlaşalım. Vahî emareleri değil, kuvvetli delil ve bürhana göre amel edelim. Uzun münakaşaların sonu gelmez. Basit münakaşalardan sıyrılalım. Hüsn-ü zanın atmosferine girelim, vesselam. 11.03.2004

Çok kusurlu biçare
Abdulkadir Badıllı



HÜSNÜ  BAYRAM  AĞABEYİN  CEVABΠ YAZISI
Bizimle hiçbir cihetle hizmetlerle ilgisi bulunmayan birisinin (M. S. Dursun) hatıralar adı altında benimle ilgili yazdığı asılsız, yalan haberine karşı:
Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi hazretlerini hiç görmemiş ve hakkıyle de tanıyamamış ve davasını da anlayamamış ehliyetsiz birisinin hatıralar namı altında yazdığı ve senelerdir görmediğim, tanımadığım bu kişinin bana istinaden merhum Nur kahramanı Zübeyir Ağabeyimiz hakkında yazdığı kelime ve cümlelerin aslı yoktur, hakikate aykırıdır, YALAN, uydurmadır. Bu asılsız iftiralar kime hizmet etmek istiyor, malumdur. Müfterinin bu yalanına kimse inanmayacağı gibi, şeytanlar dahi inanmazlar.


Üstadımız Bediüzzaman hazretleri bizleri hususî hizmetine ve en yakınına kabul etmiş ve senelerce de istihdam etmiştir. Bilhassa merhum Zübeyir Ağabeyimiz, en yakınında ve en çok hizmetinde bulunan bir zattır. Böyle bir Kur’an ve Nur kahramanına ve fedaisine atfen uydurulan yalan-yanlış beyan, zaten manen sukut etmiş bulunan (M. S. Dursun) bu çaresiz zavallıyı daha da hem maddeten ve hem de manen tüketecek, hakikî vechesini ehli hakka gösterecektir. Bu insafsız iftiranın altında bilerek veya bilmeyerek Üstadımız hazretlerine de (Allah korusun) bir aleni muaraza bulunduğu, hizmet-i kudsiyyeyi müdrik olanlarca idrak edileceği kanaatindeyim. Cenab-ı Hak böyle zavallılara akıl, fikir versin diyorum.


Üstadımız Said Nursi Hazretlerinin
Hizmetkarlarından
Hüsnü Bayram




--------------------------------------------------------------------------------

[1] Zehirler hadisesi Üstadın bizzat Emirdağı hayatında yazmış olduğu birkaç mektubunda kayıtlı olduğu gibi, hayat tarihçelerinde, özellikle Mufassal Tarihçe-i Hayat eserinde tafsilatıyla yazılıdır.

[2] Hadise hakkında Üstad Bediüzzaman hazretlerinin eserlerinin birkaç yerinde kısa beyanları vardır. Mesela; 22. Lem’anın  sonlarında: “...Ve hürriyetten evvel İstanbul’da hem ulemayı ve hem de mekteplileri münazaraya davet edip kendisi hiç sual sormadan suallerine noksansız olarak doğru cevap veren …” Aynı hadise için Emirdağ Lahikası-1 kitabı sh.55’te biraz daha  izahat vardır.

Ve o günlerde İstanbul’da bulunmuş, bizzat hadisenin şahidi olmuş ve bu konuda beyanat vermiş bir çok alim insanların ifadelerinden numune için yalnız bir kaçını zikrediyoruz: Kardeşi Molla Abdülmecid; imam, hatip ve mevlüthan hafız Ali Rıza Sağman; Temyiz Mahkemesi (Yargıtay) eski reislerinden Ali Himmet Berki, Ord. Prof  İsmil Hakkı Uzunçarşılı, Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan, gazeteci Eşref Edip Fergan, Sait Şamil, Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülgen, Sıtkı Tekeli ve saireler. (Not: İsimleri yazılan bu zatların beyanatları Bediüzzaman Said Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayat –  A. Kadir Badıllı, 2.  Baskı, sh.177- 202’dedir, bakılabilir.)

[3] Son Devrin İslam Akademisi Dar-ul Hikmet-il İslamiye, Sadık Albayrak, sh.215. Bu kitapta hz. Üstadın Dar-ül Hikmet’e a’za olarak alındığı günlerde, öz geçmişi hakkında vermiş olduğu malumat içinde, mezkûr icazetnameden söz etmektedir.

[4] Ehl-i tahkik olan bütün ulema, Kur’an’ın bitmez, tükenmez bir manalar  denizi olduğunda ve her asırda şeriat ahkamı ve açık naslar dışında o asırlar ehline yeni manalar ifaza ettiğinde müttefiktirler; Kur’an Allah kelamıdır. “Denizler mürekkep ağaçlar kalem olsa yazsalar, yine Kur’an’ın manalarını bitiremezler” diye olan ayet de aynı hakikata işaret etmektedir.

[5] Bu altı düzmeceli iftiraname sahibinin altı sahifelik yazısında altı tane saldırı, iftira veya cehli var değildir, belki altmıştan fazladır. Bu altılar medar- i ibret birer numunedirler.

[6]1935 yılında idama mahkum etme planıyla, Isparta, Antalya, Van ve Muğla’dan 120 mazlumu Isparta’da toplayıp sorgulamalarından sonra, Eskişehir hapishanesine götürüldükleri zamanda en ağır bir vaziyette iken 27, 28 ve 29. Lem’alar risaleleri telif edildiler.

[7] Mesela benim adresime Urfa’ya,  Bursa’dan iki ayrı adresle gelmiştir. Ama mektup aynıdır.

[8] Kendilerine “istişare cemaati” adını vererek, diğer Nur talebelerini istişaresiz, ipsiz ve dağınık imiş gibi zannederlerse, kesinlikle hata ederler. Herkes kendi hizmet arkadaşları ile istişare eder ve başı bozuk değillerdir.

[9] Hz. Mevlana Halid, Hindistan’a Delhi’ye Şeyh Abdullah Dehlevî Hazretlerinin yanına gittiği zaman, Şeyh Abdullah zahiren hiç iltifat etmemiş, altı ay kadar Mevlana Halid’e tuvalet temizliği vazifesini emretmiş. Altı ay sonra, şu fiilî irşad metodu muktezasıyla, müritlerine Mevlana’yı tekyeden kovmalarını emretmiş. Bunun üzerine hz. Mevlana Halid’i kovmaya kalkışmışlar. Mevlana gitmemiş, onlar zor kullanmaya başlamışlar. Mevlana kendini yere atmış, müridler ayağından tutup çekmişler. Kapıdan çıkarırlarken Mevlana’nın çenesi kapı eşiğinin taşına ilişmiş, müridler çekmişlerse de çenesi oradan ayrılmamış. Tam o sırada Şeyh Abdullah Dehlevî müridlerine: “Durun yeter. İş tamam!” demiş. Ve Mevlana’ya iltifat etmeye başlamıştır diye tarih-i hayatında yazılıdır.


[10] Mustafa Acet merhum 1948 başlarında, yanlışlıkla terzi Mustafa yerine hz.Üstadla birlikte Afyon hapishanesine girmiş. Hapiste iken Kur’an, tecvit ve Kur’an hattını öğrenmiş, 11 ay kalmış, çıkmıştır. Hapisten çıktıktan sonra imamlık imtihanına girmiş, kazanmış ve 10 yıl Emirdağı’nda imamlık yapmıştır. Daha sonraları Ankara’da Diyanet dairesinde 14 yıl hattatlık yapmıştır. Emirdağı hayatında, arada sırada Üstada bazı hizmetlerde bulunmuş. Hz. Üstadın Risale-i Nur’a sahip olmalarını tavsiye ettiği 16 kişiden birisi de Mustafa Acet’tir. Rahmetullahi aleyh.

Add comment


Security code


Refresh

back to top
  • EN SON EKLENENLER
  • EN ÇOK OKUNANLAR
  • SON YORUMLAR

HAKİKAT DAMLALARI

Hakikat Damlaları zaman gösterdi ki, cennet ucuz değil; cehennem dahi lüzumsuz değil. Hakikat Damlaları

Bediüzzaman

ARAMA

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu