Kürsü - M. Fethullah Gülen - Genç Adam

Hoşgörü Sürecinin Tahlili

Biz hoşgörü, diyalog, herkese saygı, herkesi konumunda kabullenme derken, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem)’in Medine Vesikası’nı seslendiriyor, Veda Hutbesi’nde beyan buyurduğu hakikatleri haykırıyoruz. öylece vazifemizi ve vecibemizi yapıyoruz. Bizden öncekiler bu noktada kusur yapmış, dâhilî veya hâricî sebeplerle, haklı ya da haksız nedenlerle farklı bir yolda yürümüş olabilirler. Bunlar bizi alakadar etmiyor, biz yapabilirsek, yapabiliyorsak vazifemizi yapıyoruz.

1990’lı yılların ortalarından itibaren girilen hoşgörü ve diyalog sürecinin dinî temelleri adına bazı şeylerin yerli yerine oturmadığını görüyorum. Bunlar, gerek bu sürece can-ı gönülden destek veren dost ve taraftar çevre, gerekse bunun İslamî nasslarla çerçevelenen esaslara aykırı olduğunu iddia eden Müslüman çevrenin gözden kaçırdığı esaslardır.

Birinciler bu sürecin yeniden başlamasına -dikkat edin “yeniden başlama” diyorum- vesile olan kişi/kişiler veya kurumları ön plana çıkartırken, ikinciler nassları siyak-sibak bütünlüğünden kopararak yaptıkları yorumlarla bu sürece öncülük edenlere “bid’atkâr”dan “kâfir”e uzanan çizgide ithamlarda bulundular/bulunuyorlar.

Hoşgörü, diyalog veya bizim kullandığımız ıstılah ile herkesi kendi konumunda kabul etme düşüncesi ve bunun hayata intikali meselesi, İslam tarihinde bizimle ortaya çıkmış bir şey değildir. Sadece Medine Vesikası’nı bu gözle incelemeye alalım ve şu soruların cevaplarını düşünelim: Hangi din, hangi ırk, hangi milletten olursa olsun, insanın din, hayat, seyahat, teşebbüs ve mülk edinme hakkının olduğunu İnsanlığın İftihar Tablosu o mübarek sesini yükselterek âleme duyuruyor mu duyurmuyor mu? Bu hakların dokunulmaz ve aynı zamanda mukaddes olduğu Vesika’da var mı yok mu? Aynı hakikatler başka bir dille, başka bir anlatma üslubu ve edası ile Veda Hutbesi’nde tekrar ediliyor mu edilmiyor mu? Medine Vesikası ile Veda Hutbesi arasında yaklaşık on yıl vardır. Demek bu on yılda bir çizgi değişikliği yok; aksine bu konuda tahşidat var ve bu hakları tahkim var.

Bu kabuller sadece Medine Vesikası’nda ve Veda Hutbesi’nde zikredilmekle kalmamış, edebiyat tarihine edebi bir risale olarak tevdi edilmemiş; ağızdan çıkan bu hakikatler aynı zamanda hayat olmuştur. Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) bunları bizzat yaşadığı gibi takip eden dönemlerde Raşit Halifeler, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn yaşamıştır. Fetih dönemlerinde, Müslümanlar nerede kilise ve havraları yıkmışlardır? Nerede azınlıkların haklarına dokunmuşlardır? Nerede vicdan hürriyetine kısıtlama getirmişlerdir? Ve nerede düşünce hürriyetini tahdit etmişlerdir? Tarihte Müslümanların vesayeti altında yaşayan azınlıklar, Müslümanların kendilerine neler bahşettiklerini, kendilerine tanınan bu haklar başka işgal güçleri tarafından ellerinden alındığı zaman ancak anlamışlardır. Demek ki bizim mazimizin özü, üsaresi budur. Dolayısıyla bu, bizimle başlayan bir süreç değildir.

Efendimiz (sav) ve diyalog...

Fakat şunu da kabullenmek gerekir ki, bu hakikatler 15 asırlık İslam tarihinde her zaman Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem)’in, Raşid Halifeler’in gözettiği hassasiyet içinde uygulanmamıştır. Uygulanmamıştır çünkü işin özünü hazmedemeyen, içine sindiremeyen insanlar üst makamları tutmuş, İslam ile bağdaştıramayacağımız dünyevi düşünceler ön plana çıkmış, makam sevdası, menfaat duygusu, kabile taassubu ve benzeri nice menfilikler ortaya çıkmıştır. Buna bağlı olarak gün gelmiş nasslar farklı yorumlamalara konu olmuş, gün gelmiş bu farklı yorumlar pratiğe yansımıştır. Dolayısıyla -halk tabiriyle ifade edelim- İslam adına nice kabalıklar yapılmıştır; ama bunlar, esasında İslam’ın değil, Müslümanlığı hazmedememiş insanların tavırlarına ait kabalıklardır.

Meseleye bu zaviyeden bakınca anlaşılacaktır ki, biz hoşgörü, diyalog, herkese saygı, herkesi kendi konumunda kabullenme derken, Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem)’in Medine Vesikası’nı seslendiriyor, Veda Hutbesi’nde beyan buyurduğu hakikatleri haykırıyoruz. Böylece vazifemizi ve vecibemizi yapıyoruz. Bizden öncekiler bu noktada kusur yapmış, dâhilî veya hâricî sebeplerle, haklı ya da haksız nedenlerle farklı bir yolda yürümüş olabilirler. Bunlar bizi alakadar etmiyor, biz yapabilirsek, yapabiliyorsak vazifemizi yapıyoruz.

Dikkat edin vazife ve vecibe diyorum. Dolayısıyla bunu bir fazilet saymayın. Bundan fazilete terettüp eden şeyleri beklemeyin. “Hiç mi kıymeti yok?” diye aklınızdan geçirebilirsiniz. Evet, sizin öncülüğünü yaptığınız bu süreç belki bir kıymet ifade ediyor olabilir ama bu kıymet çokları bu düşünceye uyanmadığı ya da bunu yapmadığı içindir. Yani nedretten dolayı bir kıymet-i harbiyesi vardır. Yoksa vazifenin zati değerinden dolayı değil. Bir başka ifadeyle; nasıl ki, piyasada nedret olduğu zaman birden bire emtianın değeri yükseliverir, bu da öyledir. Hoşgörü ve diyalog diyen bu insanlara “faziletli”, “erdemli” denmesi, el üstünde tutulmaları, barış kahramanları gibi isimlerle anılmaları hep bu sebepledir.

Burada bir başka hususa işaret edeyim: Bana kalırsa bu süreci isimlendirmemek en iyisi. Hoşgörü süreci, diyalog süreci gibi şeyler de demeyelim. En iyisi neticesi henüz belirlenmemiş, nereye varacağı henüz kestirilememiş bir meseleye ad koymamaktır. Bırakalım onu zaman koysun veya zamanı gelince biz koyalım. Kim bilir bu süreçte daha nice yumuşak ve kucaklayıcı mülahazalar olacak, bu mülahazalar herkesi umudumuzun üstünde yumuşatacak, o zaman hoşgörü, diyalog kavramları bile mevcut durumu tarif etmek için yetmeyecektir. Kim bilir?

Evet, girilen bu süreci bütünüyle bizim temel kaynaklarımıza bağlayabilir, onlardan akıp geldiğini söyleyebiliriz. Ben bu konuda çok ısrarlıyım. Çünkü bu mesele falanın-filanın iç inceliğinin ifadesi değildir. “Böyle davranırsam kendi düşüncem, kendi gayem adına yol alırım, mesafe kat ederim.” mülahazasına bağlı bir tavır da değildir. Böyle olmadığı için dünya elli defa hallaç olsa, yüz defa değişse biz hep aynı düşünceleri ifade edeceğiz; edeceğiz zira temel kaynaklarımız farklı düşünmeye müsaade etmemektedir.

Öte yandan, kaynaklarımız bunun böyle olmasını söylüyorsa, bunu bir vazife ve vecibe olarak müntesiplerinin omuzlarına yüklüyorsa bu süreci biz kendimize mal edemeyiz. Hiç kimse de edemez. O sizin şefkatinizin, merhametinizin ürünü değildir. Aksine İslam’ın şefkati, merhametidir.

Yalnız her meselede olduğu gibi bu süreçte de bazen olur ki konjonktürün gerektirdiği bazı farklılıklar zuhur edebilir. Mesela, küçük çapta ve aksi istikametteki irade ve gayretlerimize rağmen şartlar öyle gerektirir ve bir devlet devletimize savaş açarsa o zaman biz yine dinimizin belirlediği şekilde, savaş hukuku adına ortaya koyduğu disiplinlere göre hareket ederiz. Daha doğrusu hareket etmek mecburiyetinde kalırız. Nitekim bu o dönemin yükümlülüğüdür. Fakat şunu unutmamak lazım, savaş kişilerin ve kurumların değil ancak devletin/devletlerin karar vereceği bir hadisedir.

Bir diğer önemli konu da; bir gerçeği ortaya koyma, hakkını teslim etme mevzuunda siz ve sizin dışınızda birileri bu süreçte rol alanlara bir isim koyuyorsa mübalağa etmemelilerdir. Bahsi edilen sürece öncülük yapanlara “fikir mimarlarımız, geleceğin fikir işçileri, barış kahramanları..” gibi şeyler denirken mübalağa edilmemesi gerekir.

Evet, isterseniz tekrar başa dönelim ve tekrarlayalım; artık bu sürecin kuralları ortaya konmuş ve yaklaşık 10 yıldır işlene işlene bir seviyeye gelmiştir. Bu bir ibdâ (öncesi olmadan yeni ortaya konmuş bir şey) değil, ihyadır. Sıfırdan inşa değil kullanılmaya kullanılmaya körelmiş kuyulardaki suyu tekrar gün yüzüne çıkartma gibi, kullanılmaya kullanılmaya bize yabancı olmuş, hakkında “yok” hükmü verilmiş ama aslında zatında mevcut olan bir şeyleri yeniden ortaya çıkartmadır. “İnsan hayvan değildir. O ne bir hayvan-ı nâtıktır (konuşan hayvan), ne bir hayvan-ı hassas (hisseden), ne hayvan-ı mâşî (yürüyen), ne de hayvan-ı müteharriktir (hareket eden). O insandır. Konuşan, duyan ve hisseden, yürüyen, hareket eden ve her şeyin şuurunda olan, aklıyla muhakeme yapan, bugünü yarınla beraber mukayese eden, kendini yarınlara göre hazırlayan, çok geniş ve engin ufuklu hatta ufku kâinatları da aşıp nâmütenâhîye ulaşan, fiziğin, kimyanın kurallarının geçmediği yerlerde dolaşan, ta Allah’a, Esmâ-i ilahiye’ye, sıfât-ı sübhaniye’ye kadar varan, ulaşan bir varlıktır. Öyleyse buna göre davranışımız farklı bir çizgide olmalı, farklı kıstaslar ihtiva etmelidir. İnsanlarla olan münasebetlerimiz de elbette insan olma esprisine bağlı cereyan edecektir.” diyoruz.

Pekâlâ hiç mi yoktu sizden evvel bunları telaffuz edenler? Elbette vardı; vardı ama bugünkü olduğu kadar yaygınlaşmamıştı. Bunlar, fikir planında ortaya konulan, kitap sayfaları arasında kalan, geniş uygulama alanı bulamayan düşüncelerdi. Bilemem belki bu yüzden yakın ve uzak dost çevrelerden bunu anlamayan, anlamamakta ısrar eden kişiler olmuştur. Belki hasetten, kıskançlıktan, kendileri bu işe öncülük yapmadığı için olumsuz mülahazalar ile yaklaşanlar oldu, hâlâ da var. “Gavurlaşma” saydılar bu girilen süreci.

Fakat her şeye rağmen girilen bu yolda veya yukarıdaki yaklaşımımız içinde neticede alacağı veya bizim vereceğimiz isim, unvan ne ise işte onda mesafenin yarısı kat edilmiştir. Motor çalışmış, araç harekete geçmiştir, geriye dönülmesi artık mümkün değildir. Sadece şartlara, konjonktüre göre bir kısım koordinatların değiştirilmesi olabilir. Bunda da biraz sabırlı olmak ve beklemesini bilmek gerek. Elektrikle işleyen aletlerde veya elektronik sistemlerin harekete geçmesinde bile bir bekleme süresi vardır. Burada da bekleme süresine ihtiyaç duyulması gayet tabiidir.

“Yolun yarısı alınmıştır” dedik ama bu iş bundan sonra ters yüz edilemez, dağıtılamaz, kimse bozamaz iddiasında da değiliz. Her şeyden evvel biz Allah’ın inayetiyle kendimizi böyle bir tabiyede bulduk. Allah’ın inayetiyle geç kalmış olsak bile durumu iyi okuma, imkanları değerlendirme zemini bulduk. Ümidimiz yine Allah’ın inayetiyle bunun devam edeceği istikametindedir. Tek taraflı yani bizim cânibimizden bir ahdi bozma olmazsa bu iş devam eder. Ama bizden bir ihanet olursa, Allah’a karşı münasebetlerimiz bozulursa, O da muamelesini değiştirir. Bir başka tabirle muhlisînden (ihlâslı kullardan) olmazsak Allah bugüne kadar meccanen (karşılıksız) verdiği lütufları çeker alır elimizden. Dua edelim, bizi ihlâstan ayırmasın, verdiği lütufları elimizden almasın. Çünkü dünyanın esasen bu türlü bir anlayışa, bu türlü bir mülâhazaya, eskilerin ifadesiyle, eşedd-i ihtiyaç ile ihtiyacı var.

Allah’ımız bize yeter...

Sözün başında iki çevreden bahsettim. Bunların ikisi de dost çevredendi. Bir de düşmanlar var. Düşman demek de istemiyorum; istemiyorum çünkü Allah tanımaz, Peygamber kabul etmez, manevi veya kudsi kavramı içine girecek her şeye kapalı bir çevrenin dahi bu süreçte bir yeri var. Tıpkı Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm)’ın müşriklerle münasebetlerinde olduğu gibi. Ama onlar bu sürece karşı almış oldukları tavırlarla o ismi kendilerine kendileri veriyor ve “Düşmanız biz! Sizden gelecek her türlü hayra ve iyiliğe hayır!” diyorlar. Bu, alabildiğine mütemerrid, kendi menfaatlerinin ötesinde ne milleti, ne devleti, ne de insanlığı düşünmeyen paranoyak bir çevredir.

Evet, bizim bunlara karşı bir yaptırım gücümüz yok ama Allah’ımız var. “Hasbünallâhu ve ni’me’l-vekîl. Ni’me’l-Mevlâ ve ni’me’n-Nasîr”imiz var. “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” gibi bir hazinemiz var; dopdolu, hiç bitmeyen, kullandıkça artan bir hazine. Korkmayın Allah yanınızda ise size kimse bir şey yapamaz. Asrın Beyin Yapıcısı’nın sık sık vurguladığı gibi: “Endişe etmeyin kardeşlerim! Biz inayet altındayız.”

Bir serçe bir kartalı

Salladı vurdu yere

Yalan değil doğrudur

Ben de gördüm tozunu

diyor ya Yunus. Öyle de gün gelecek kartal yuvarlanacak, serçe de gülecek. Çünkü küçüğe büyük şeyler yaptıran Allah’tır. Ye’se düşmeyin. Yeis “mâni-i her kemâldir”. Bir bataktır o. Akif’in ifadesi ile düşerseniz boğulursunuz. Azminize sımsıkı sarılın; sarılın çünkü önünüzde kat edeceğiniz yol daha çok uzun. Geçilmesi gereken derin sular var. Yine Yunusça diyelim:

Bu yol uzaktır

Menzili çoktur

Geçidi yoktur

Derin sular var.

Fakat o sulardan boğulmadan geçen, öteki vadiyi, öteki kıyıyı kendilerine yurt edinmiş, halden sıyrılmış, sahib-i makam olmuş o kadar çok insan var ki. Siz niçin bunlardan birisi olmayasınız?

 

Add comment


Security code


Refresh

back to top
  • EN SON EKLENENLER
  • EN ÇOK OKUNANLAR
  • SON YORUMLAR

HAKİKAT DAMLALARI

Hakikat Damlaları Kalp kör olduktan sonra, gözlerin görmesinde hiçbir fayda yoktur. Hakikat Damlaları

Hz. Ali (r.a.)

ARAMA

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu