Kürsü - M. Fethullah Gülen - Genç Adam

"Ah Tahta Kulübem!": 1966'dan 2006'ya 40 Yıllık Gurbet Yolculuğu

11 Mart 1966: İzmir’e Tayin Edildi
Fethullah Gülen Hocaefendi 1963 yılının Ekim ayında İskenderun’da askerliğini tamamladı ve Erzurum’a döndü. Beş altı ay kadar Erzurum’da kaldı. Erzurumlular onu bir sene önce hava değişimi sırasında verdiği vaazlardan ötürü "Edirneli Hoca" diye tanıyorlardı. 1964 yılı Ramazan ayında[1] Erzurum'daydı. Askerliği bittiği için Erzurum'a gelmişti. Bir süre Erzurum’da kalıp 1964 yılı baharında Erzurum’dan Edirne’ye döndüğünde Edirne’de ikinci dönemi başlıyordu. Daha önceden vaizlik vesikası da olduğu için 4 Temmuz 1964’te Kur'an Kursu öğreticiliğine tayin edildi ve bir taraftan da vaazlara devam etti.


Edirne’de 3 Şubat 1965 günü Ramazan Bayramı’nda verdiği vaaz, savcılıkça takibata alındı. Edirne’de sürekli takip ve baskı altındaydı. Ankara’ya giderek tayininin başka bir yere alınmasını istedi. Bunun üzerine 23 Temmuz 1965 günü Kırklareli’ne tayini çıktı ve Edirne’den ayrılarak yeni görevine başlamak üzere Ağustos 1965’te Kırklareli’ne geldi. Kırklareli’nde[2], 11 Mart 1966 tarihinde İzmir’e tayin oluncaya kadar yaklaşık 8 ay kadar vazife yaptı.

Fethullah Gülen, Kırklareli’nde uğradığı baskı ve takipler üzerine bir süre izne ayrıldı ve Ankara’ya gitti. Diyanet İşleri Başkanlığı’nda Yaşar Tunagür Hoca’yı ziyaret etti. Yaşar Tunagür, kendisini İzmir’e tayin etmeyi düşünmektedir. Neticede 11 Mart 1966 tarihinde İzmir’e tayini yapıldı. Gerisini Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ifadelerinden aktaralım.

“İzine ayrılıp küçük bir Türkiye seyahatine çıktım. Çeşitli yerlerdeki dostlarımı ziyaret ettim. Seyahatim kırk gün kadar sürdü. Halbuki izin sürem yirmi gündü. Ankara'ya uğradım. Yaşar Hocaefendi Diyanet İşleri Reis Muavini olarak Ankara'ya gelmişti. Ona durumumu anlattım. Geçmiş günler için rapor alınamayacağını söyledi. Meğer aklında başka bir düşünce varmış. İzmir'den ayrılırken onlara kendi yerine beni göndereceğini söylemiş ve benden sıtayişkarane bahsetmiş. Bana "Bir dilekçe yaz ve İzmir Vaizliğini iste" dedi. Ben, aniden böyle bir teklifle karşılaşınca şaşırdım. "İzmir büyük yer, beni yutar. Mümkünse beni şarkta küçük bir vilayete verin" dedim. O ısrar etti. Bir başkasına dilekçe yazdırdı, bana da zorla imzalattı. Daha sonra da kararnameyi Diyanet İşleri Reisi Elmalı'ya imzalattı. Kendi imzalamadı. Bu Yaşar Hocaefendi'nin her zamanki temkinli davranışlarından biriydi. Kırklareli'ne geldiğimde ilk işim müftüye tayinimi duyurmak oldu.”

Kırk Yıl Önce: 21 Mart 1966’da Kırklareli'nden Ayrıldı
Ankara’dan döner dönmez Kırklareli müftüsü ile görüşen Fethullah Gülen, İzmir’e tayin edildiğini bildirdi ve hemen İzmir’e gitmek için hazırlıklara başladı. Kırklareli valisi Nail Memik 25 Mart 1966 günü İçişleri Bakanı Faruk Sükan’a bir yazı gönderdi. Yazıda “...İzmir Merkez Vaizliğine ve İzmir Kestanepazarı yurt müdürlüğüne tayin edilmiş ve 21.03.1966 Çarşamba günü yeni memuriyet mahalline gitmek üzere ilimizden ayrılmıştır.” deniliyordu.

Bundan tam kırk yıl önce Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Kırklareli’nden ayrılışına dair Kırklareli’nde mahalli olarak yayınlanan Yeşilyurt[3] gazetesinin 28 Mart 1966 günkü sayısında bir haber yayınlandı. Haberde şöyle deniyordu:

“Bir yıla yakın süredir şehrimizde vaizlik görevinde bulunan genç vaizlerimizden Fethullah Gülen, İzmir Merkez Vaizliğine atanmıştır. Verdiği vaazlarla aydınların dikkatini üzerine çeken Fethullah Gülen’e yeni görevinden başarılar dileriz.”

Fethullah Gülen Hocaefendi Kırklareli’nden ayrılışını şöyle anlatıyor:

“Kırklareli'nden ayrılışım adeta bir merasim oldu. Arabalar tuttular ve beni Edirne'ye kadar tekbirlerle, salavatlarla getirdiler. Edirne'deki dostlarla görüşüp vedalaştım. İstanbul’a geldim ve İzmir’e gitmek üzere trene bindim.”

25 Mart 1966: İzmir Kestanepazarı’na Geldi
Yaşar Tunagür Hoca’nın 1965 yılı sonbaharında Ankara’ya Diyanet İşleri Başkan vekili olarak tayini çıktı. Kestanepazarı’ndaki talebeler veya camiye gelen esnaftan önde gelen insanlar Yaşar Tunagür Hocanın vaazlarını takip edenler Hoca’nın gideceğini duyup “bizi kime bırakıp da gidiyorsunuz?” deyince, Yaşar Hoca onlara "Size öyle kıymetli birisini göndereceğim ki, kısa bir müddet sonra beni bile unutacaksınız” diyordu. Onlara isim vermiyordu. Fakat kafasında sadece tek isim vardı. O da henüz 27 yaşında genç bir hoca olan Fethullah Gülen'den başkası değildi.

11 Mart 1966 günü İzmir merkez vaizliğine tayin edilen Fethullah Gülen, 10 gün sonra 21 Mart 1966’da Kırklareli’nden ayrıldı. Önce Edirne’ye uğradı. Orada askerlik öncesi ve sonrasında toplam 4 yıllık bir vazifesi vardı. Epeyce dost edinmişti. Esnaf, eşraf ve bürokrasiden çok tanıdıkları vardı. Vedalaşmak için onlara uğradı. Orada bulunan eşyalarını da alarak İstanbul’a, İstanbul’dan da trenle İzmir’e gitti.

Fethullah Gülen, İzmir’de vaizliğin yanı sıra Kestanepazarı Kur’an Kursu Derneğinde gönüllü olarak öğreticilik ve idarecilik yaptı. Kestanepazarı Camii’nde her cuma vaaz verdi. Hafta sonunda cumartesi-pazar günleri Ege’de Aydın, ödemiş, Tire ve Salihli gibi civar il ve ilçelerde vaazlara gitti. Kahve sohbetleri yaptı ve konferanslar verdi.

1966 Mart ayında başlayan ve 1970 yılı Mayıs ayına kadar süren yaklaşık 4 yıllık Kestanepazarı hayatı Fethullah Gülen Hocaefendi’nin İzmir’deki ilk dönemini teşkil eder. Bu döneme ait hatıraları kendisinden aktaralım.

Kestanepazarı’nda İlk Günler
Geleceğimden kimseye haber vermemiştim. Elimde iki çanta Kestanepazarı’na vardım. Faytondan indiğimde beni ilk karşılayan İsmail Türe Bey oldu. Çantalarımı aldı. Daha caminin dış kapısında cemaat beni coşkun bir alaka ile karşıladılar. Eşyamı müdür odasına koydum. Küçük bir cam dolap vardı. Getirdiğim eşyayı oraya yerleştirdim. Gece gündüz kullandığım, açılıp kapanan bir koltuk vardı. Gündüzleri onu koltuk olarak, geceleri de yatak olarak kullanıyordum.

İlk müşahedeme göre, devamlı olarak talebenin başında bulunmamda zaruret olduğu kanaatine vardım. 24 saat hiç uyumamam icab ediyordu. Talebenin umumi durumu bunu gerektiriyordu. Devamlı riyazetten bünyem iyice zayıf düşmüştü. Buna rağmen bir-iki saat uyku ile yetiniyordum. Bazen sabaha kadar beklediğim ve hiç uyumadığım olurdu. Geceleri birkaç defa banyoları, tuvaletleri ve yatakhaneleri dolaşır talebeyi kontrol ederdim. Bir taraftan talebe ile yakından ilgileniyor, diğer taraftan da gördüğüm gayr-i nizami durumları düzeltmeye çalışıyordum. O sene tedrisat döneminin bitimine iki-üç ay kadar bir müddet vardı. Ve o sene öyle geçti.

Son sınıf talebelerinden birkaç asi çocuk vardı. Yaşları da büyüktü. Söz dinletmek mümkün değildi. Benden evvelki idareciler tarafından şımartılmışlardı. Başka çarem olmadığını anlayınca, bunlardan bir-ikisine güzel bir meydan sopası attım. Bir kısmı okulu bitirip gitti, diğerleri de kuzu gibi oluverdi.

Genç Bir İdareci
Yaşım yirmi altı veya yirmi yedi dolaylarındaydı. Onun için hem talebeler hem de hocalar benim idareci olarak gelmemi yadırgamışlardı. Hatta hocaların içinde, hem de bana duyuracak şekilde "Yaşar Hoca, bula bula bu çocuğu mu bulup gönderdi" diyenler oluyordu.

Bir Kulübede Kalıyordu
Altı ay kadar sonra, bana kalacak bir yer yaptılar. Burası tahta bir barakaydı. Eni de boyu da iki metre genişlikte bir yerdi. Ben ilk altı yedi ay, hep müdüriyette kaldım. İş oturuncaya kadar sırtımı yere koymadım, diyebilirim.


Ali Rıza Güven’le Kestanepazarı'nda ilk günler

Kulübemi çok seviyordum. Küçük bir yerdi. Uzansam ayaklarım duvara değerdi. Helası, lavabosu yoktu. Ellerimi dışarıdaki bir bidondan yıkıyordum. Fakat bu küçük oda, beni doyuracak seviyede hizmet veren yerlerden biri oldu. Çok mütevazı ve sade bir yerdi; fakat daha sonra meydana gelecek nice hizmetlere işte bu oda analık yapmıştı. Bir han gibi işlerdi orası... Bazen Ali Rıza Güven Bey, Sacid Bey ile beraber, bazen Saffet Solak Bey bazen de bir başkası gelirdi. Ben de hususi çay yapar ve ikram ederdim. Ali Rıza Güven Bey, o tatlı sesiyle telefon eder ve "Hocam, çay hazır mı?" derdi. Veya ben açardım telefonu "Ağabey, çay hazır" derdim. Gelirdi. Veli gibi bir insandı.

Gurbet Dergisinde Yazıları Çıkıyordu
Abdullah Aymaz ve Fehmi Koru gibi İmam Hatip Lisesinde okuyan talebeler üç ayda bir “Gurbet” adında bir dergi çıkarıyorlardı. Fethullah Gülen  Kestanepazarı’na gelince, Abdullah Aymaz ve arkadaşları Yaşar Tunargür Hoca’dan istedikleri gibi Hocaefendi’den de dergiye yazı yazmasını istediler. Bu istek üzerine yazılar yazmaya başladı. İlk yazdığı yazının adı da “Gurbet[4]” idi. Hocaefendi’nin Gurbet dergisinde dört yazısı çıktı. Yazdığı yazılar ve tarihleri aşağıdaki gibidir:

Gurbet (Sayı 09) 01.04.1966
İnanıyor muyuz? (Sayı 10) 01.07.1966
Seni Anlayamadık (Sayı 11) 01.10.1966
Kapına Geldik (Sayı 12) 01.01.1967

Fethullah Gülen Hocaefendi Gurbet Dergisi ile ilgili hatıralarını şöyle anlatıyor:

İzmir Kestanepazarı’na geldiğim zaman orada Gurbet mecmuası çıkıyordu. Oradaki talebe arkadaşlar benim müsvedde mahiyetindeki bazı yazılarımı o dergide yayınladılar.

Derginin tahrir ve yazar heyeti içinde beşinci sınıfta okuyan Abdullah Aymaz, Mehmet Binici ve Fehmi Koru, başlarında da İmam-Hatibi bitirmiş İhsan Emci ve Osman Eskicioğlu vardı. Daha evvel Yaşar Tunagür hocaya bir iki yazı yazdırmışlar. Kaçıncı sayıdan itibaren bilemiyorum ben de öyle aceleden karaladığım, o gün için o dergide bir kaç yazım çıktı. O mecmuayı da seviyordum. Evet mecmuanın adı “Gurbet” idi. Benim orada ilk yazdığım yazının adı da Gurbet idi. “Sen de gurbettesin” diye bitirmiştim. Aklımda kaldığı kadarıyla tabii bugünkü gibi çok tahkik, tasnif falan olmuyordu. Çok hatalı da olabilir. Fakat ruh, Azerilerin dediği gibi "yine o benim ruhumdur".

Tabii o sırada bir şeyler yapmaya çalıştık. Ama o da uzun ömürlü değildi ve sadece İzmir çapında çıkıyordu. İki veya üç bin belki ancak basıyordu. Kalanları da dağıtıyorlardı. İzmir çapında olan bir şey, bence güçlü sayılmazdı.

İzin Alıp Erzurum’a Gitti
Klasik usulde ders okutuyordum. İlk geldiğim sene Abdullah Aymaz’lara ve arkadan gelen sınıflardan da bir-iki kişinin iştirak ettiği bir gruba ders okutmuştum. Mülteka’yı takip ediyorduk. Abdullah Aymaz, zannederim o sırada İmam Hatip beşinci sınıfa gidiyordu. İsmail Büyükçelebi ve arkadaşları hariçten hazırlanıyorlardı. Onların sınıfına İzhar okuttuk. O devreden hatırladığım ileri sınıf talebelerinden İbrahim Çalışkan, Muzaffer Karaaslan, Kafi Dönmez gibi talebeler vardı. Ertesi sene güz döneminde (1966-1967) Mustafa Ali Yılmaz, Mehmed Küçük, Mesut Erişen’lerin dahil olduğu grup geldi. O sene izin alıp Erzurum’a gittim. İmtihanlar olacağı zaman beni çağırdılar. Onların mülakatında bulundum. O sene de öyle geçti.

Ege’de Gezici Vaizlik
Fethullah Gülen Kestanepazarı’na gittikten sonra görevi sadece orayla ilgili değildi. Elinde vaizlik vesikası olduğundan müftülük aynı zamanda ona genel bir vaizlik izni de verdi. Bu muvacehede Kestanepazarı’ndaki Kur’an Kursu idareciliğinin dışında birçok beldeye giderek vaaz, sohbet ve seminerler verdi. Hocaefendi şöyle anlatıyor.

O zaman bana, yarı resmi Ege'nin her yerinde vaaz etme salahiyeti verdiler. Bir iki defa Antalya’ya gittim. Ancak tanınmamış bir insan olduğumdan ve işin temelinde o yörelerin vaaz u nasihate bakışlarından dolayı, sohbetlerimin çok yararlı olduğunu söyleyemem. Yine Allah (cc) bilir...

O sıralarda İzmir ve Aydın yöresinde Tahir Hocaefendi tanınıyor ve alaka da görüyordu. İzmir'e geldiğim ilk yıl ben Aydın'a da gitmiş hatta üç-dört gün kalıp vaaz da etmiştim. Ancak orada da bir anlayış görmedim. Onları, bizim konuşma tarzımıza ve bizim düşüncelerimize karşı kapalı buldum.

Ödemiş ve Tire biraz daha farklıydı. Tire'ye bir kaç defa vaaza gittim. Oradaki arkadaşlar da hep geliyordu. Ancak bazı kimselerde kendini her şey görme gibi marazi bir ruh hali vardı. Mesela, vaazdan sonra oturmuş sohbet ediyorduk. Ben iman ve Kur'an hakikatlerine dair bir şeyler söylerken, oradakilerden biri "Sen onları bırak, sahabeden bahset, onları biz biliriz" gibi laflar etti. Ne o zaman ne de daha sonra bu arkadaşlara mukabelede bulunmadım.

Salihli'ye de giderdim. Yakın olduğundan Turgutlu'ya gitmem daha sık oluyordu. Denizli'ye de gittim. O devrede değil ama Isparta’ya da gittim. O sene, ertesi sene, kış olmasına rağmen Simav, Gediz ve daha uzak yerlere gidip sohbet edebiliyordum.

Bir taraftan da İzmir’in içinde iki-üç yerde vaaz veriyordum. Aynı zamanda gitmeye çalışıyordum. Zaten her cuma Kestanepazarı Camii'nde vaaz veriyordum. Bunun dışındaki vaazları mümkün mertebe cumartesi pazar günlerine sıkıştırmaya gayret ediyordum. Demek ki bünyem mukavemetli imiş, dayanabiliyormuşum. Mesela, cumartesi gidip bir yerde vaaz veriyordum. Geceyi yolda geçiriyor ve ertesi gün de bir başka yerde vaaz veriyor ve hiç dinlenmeden o akşamı da yolda geçiriyor, derken ertesi sabah derse yetişiyor talebeye ders veriyordum. Böyle sıkı bir program ve yüklü bir çalışma tempom vardı.

Önceleri gidip-gelmeleri umuma ait vasıtalarla yapıyordum. Daha sonra, Yusuf Pekmezci ve Köse Mahmut'la tanıştık. Onların da arabaları yoktu. Ama onlar araba kiralar ve gideceğimiz yerlere öyle giderdik.

Köse'yi “Aksekili” diye, Ali Rıza Güven getirip tanıştırdı. Gayesi de bunların Kestanepazarı'na yardım etmelerini temin idi. Aradan iki üç sene geçince, üç-dört taksilik insan olduk ve gidişlerimizi konvoy halinde yapmaya başladık...

İlk Sahip Çıkanlar
Bana ilk sahip çıkan Mustafa Birlik oldu. Yusuf Pekmezci ise, dıştan bir insan, cami cemaatinden biri olarak yanıma gelir giderdi. Çok samimi bir insandı. Her konuşmadan sonra, ağlayarak sarılır ve alnımdan öperdi. Mehmet Metin, Hüseyin Çağdır[5], Sami Bey de alaka gösterdiler. Sami Bey kısa bir müddet, Güzelyalı'daki yurtta da idarecilik yaptı. Bunlar eski Nur talebelerindendi ve iman hizmetine yürekten gönül vermiş hasbilerdi.

İzmir'de Hocaefendi'yi ilk sahip çıkanlardan Mustafa Birlik

Sohbetler daha ziyade Mustafa Birlik’in evinde yapılıyordu. Daha sonra Köse Mahmut’un evine de gitmeye başladık. Cemaat arasında vaki olan ifratkar davranışları önleyebilmek için bütün Ege’yi dolaşıyordum. Mülayemet ve yumuşaklık tavsiye ediyor ve herkesle iyi geçinmenin yollarını araştırıyordum. Belli bir süre sonra, bu şekilde davranmamın faydasını da gördüm.

Ali Rıza Güven Anlatıyor
Ali Rıza Güven, dernek başkanıydı. Dernekte en çok sözü geçen oydu. Gıyabımda beni takdirle yâd ettiğini ve bir gün idarecileri toplayarak "Bu hoca, buranın yemeğini dahi yemiyor. Eğer onu rahatsız edici bir tavrınız olursa, hepinizi buradan atarım" dediğini, daha sonra duydum. Kısa bir müddet sonra da, gerek talebe, gerek idarecilerin büyük çoğunluğu, gerekse hocalar beni kabullendiler ve aramızda ciddi bir kaynaşma oldu.

Kestanepazarı Kur'an Kursu Derneği'nin o zamanki başkanı

Benden evvel, Ali Rıza Güven, her sabah gelir talebeleri kontrol edermiş. İlk günlerde sık gelirdi. Fakat beni hep ayakta ve talebelerin başında buldu. Bir gün "Hocam artık burası bütünüyle size emanet. Benim gelmeme gerek kalmadı" dedi. Ve ondan sonra da kontrol maksadıyla yurda hiç uğramadı.

Ali Rıza Güven Bey o günleri şöyle anlatıyor:

Yaşar Tunagür Ankara'ya gidecekti. Kendisinden yerine mutlaka birini bulmasını talep ettik. Zaten aldığımız söz üzerine gidişine muvafakat ettik. O da Hocaefendi'yi gönderdi.

Hepimiz onu çok genç bulmuştuk. Acaba Yaşar Hoca'nın yerini doldurabilecek miydi diye. Fakat o çok kısa zamanda tereddüt ve kuşkumuzun yersizliğini ispat etti. Onu, tahminimizin çok üstünde, alim, faziletli, feragat sahibi ve çalışkan bir insan olarak bulduk. Disiplinine hayran olmamak mümkün değildi. Hem derslere girer hem de talebenin sevk ve idaresiyle meşgul olurdu.

Kendisini gün aşırı ziyaret ederdim. Küçük odasında -ki bir insan uzansa ayağı duvara değerdi-beraberce çok çay içtik. Çayı, Hocaefendi kendi elleriyle demlerdi. Odasında küçük bir elektrik sobası vardı. Bununla ufak tefek ihtiyaçlarını görebiliyordu. İkili sohbetlerimizi ve bazen de dertleşmelerimizi çoğunlukla bu çay vaktinde yapardık. Vakit olarak da ekseriyetle ikindi namazından sonra olurdu.

İmam Hatip okulunun döşemeleri için İzmir'in zengin bir kadınına beraberce gitmiştik. Prensiplerine aykırıydı, fakat fedakarlık yapmıştı. Onun bu fedakârlığını hiç unutamam.

Hocaefendi beş sene kadar Kestanepazarı’nda hizmet verdi. Bu zaman zarfında yetişen talebeler çok daha başka yetişmişlerdi. Şuurlu ve ruh köklerine bağlı birer insan oldular.

Talebelerin herşeyi ile bizzat meşgul olurdu. Dersleriyle, terbiyeleriyle ve sosyal durumlarıyla.. O hem yurt müdürü hem de başöğretmendi. Yetişen talebeler de ona göre ihlaslı ve samimi oluyordu. Bu farkı her zaman hissetmişimdir.

Kestanepazarı Camiinde verdiği vaazlar da çok ilgi topluyordu. Zaten içi dolu bir insandı. Ancak içindekileri aktarabilmede de çok mahirdi. Seçkin bir hitabet tarzı ve üslubu vardı. İkna gücü çok kuvvetliydi.

Vaazlarında işlediği konular, her seviyedeki insanı tatmin ediyordu. Onun vaazlarına kim gelse ve dinlemesi peşin bir hüküm sebebiyle değilse mutlaka çok beğenirdi. İlmî ve teknik ağırlıklı konuşuyordu. Zaten bütün, vaazları çokları tarafından teyplerle kaydediliyordu.

Mahmut Sarıoğlu Anlatıyor
Hocaefendi Kestanepazarı’na gelince biz de tanıştık. Kendisine karşı sonsuz bir muhabbet duydum. Hatırladığıma göre ilk tanışmamız bizim dükkanda oldu. Ondan sonra da kendisini yalnız bırakmamaya çalıştım.

Geceleri sohbetlere gidiyor ve geriye çok geç vakitlerde dönüyorduk. Çoğu kere sabaha kadar süren sohbetlerimiz oluyordu. Namazdan sonra kahvaltı yapıyorduk. Sonra da kendisi derse girmek üzere çıkar ve odayı da benim üzerimden kapardı. Saat dokuz buçuk ona doğru gelir beni kaldırır ben de işime giderdim.

Günlerimiz hep böyle geçiyordu. Zaruret olmadıkça Hocaefendi’yi yalnız bırakmıyordum. Sultanhisar’lı Atıf Egemen[6] abinin de bunda rolü vardı. Çünkü bana ısrarla böyle davranmamı tavsiye eden oydu.

Hocaefendi o sıralarda sol yayınları çok okurdu. Önceleri bu davranışına akıl erdiremediğim için hayret eder hatta içimden kızardım. Fakat gerek bu küçük kulübede gerekse ev ve kahve sohbetlerinde o gün için moda olan sol düşüncelere ait sorular sorulmaya başlayınca Hocaefendi’nin hareket tarzındaki isabeti daha iyi anlamış oldum.

Bir gece Turgut adındaki üniversite talebesiyle sabaha kadar sohbet etmişti. Turgut soruyor o da cevap veriyordu. O gece tam on dokuz defa çay demlediğimi hatırlıyorum.

Yaşar Tunagür Anlatıyor
1965 yılında benim İzmir’den ayrılmam icap ediyordu. Diyanet İşleri Başkanlığı Yardımcılığına tayinim çıkmıştı. Ankara'ya davet edilmiştim. Kestanepazarı’ndan ayrılmak beni üzecekti. Ancak Ankara'da daha çok hizmet imkanı bulabileceğim düşüncesi üzüntümü hiç olmazsa biraz hafifletiyor ve bana teselli kaynağı oluyordu. Halk durmadan gelip soruyordu. “Bizi kime bırakacaksın” diyorlardı. Ben ise onları teselli ediyor ve "Size öyle kıymetli birisini göndereceğim ki, kısa bir müddet sonra beni unutacaksınız diyordum. Onlara isim vermiyordum. Fakat kafamda sadece tek isim vardı. O da Fethullah Hoca'dan başkası değildi. İkinci bir isim, ihtimal dahilinde bile olsa aklıma gelmedi. Ankara'ya gider gitmez de ilk işim Hocaefendi'nin tayinini İzmir'e yapmak oldu. Ve böylece bu müessese ehil bir insana teslim edilmiş oldu.

İnsanı hangi ameli kurtaracaktır, bunu ancak Cenab-ı Hakk bilir. Fakat ben kendi namıma şöyle düşünüyorum: “Ahirette beni kurtarmaya vesile olacak hiçbir amelde bulunmadım. Sadece bir işe vesile oldum ki bütün ümidim ondadır. O da Fethullah Efendi’yi İzmir’e tayin etmiş olmamdır. Evet, beş senelik Diyanet İşleri Reis Muavinliği döneminde yaptığım en hayırlı iş odur.”

Merhum Cahid Erdoğan Anlatıyor[7]
Çiğli'de bir tuz fabrikam vardı. O gün için meşhur olan Tahir Büyükkörükçü ve Yaşar Tunagür gibi hocaların vaazlarını kaydedip, civar bölgelerde dinletmeyi kendime göre bir hizmet telakki ediyordum. Bilhassa Yaşar Tunagür Hocaefendi’nin vaazları bana daha heyecanlı geliyordu. Onun için Yaşar Hoca’nın vaazlarının mümkün mertebe civara yaymaya çalıyordum.

Birgün Yaşar Hoca’nın tayini Ankara'ya çıktı. Diyanette reis muavini olarak vazife yapacaktı. İzmir'in ileri gelenleri bu tayinin durdurulması hususunda Yaşar Hoca'ya müracaat ediyorlardı. Bir gün toplu halde gelip müracaat ettiler. Aralarında ben de bulunuyordum. “Bize, benim gitmeme üzülmeyin, ben size benden daha çok seveceğiniz birisini göndereceğim” dedi. Tabii ki orada bulunanların hepsi, bunu tahakkuku mümkün olmayacak bir teselli kabul ettik. Ve Yaşar Hoca gitti.

Gelecek şahsı merakla bekliyorduk. Ancak ben, o günün bütün meşhur vaizlerini tanıdığım için, gelen vaizin pek öyle Yaşar Hocaefendi’nin dediği gibi çıkacağına inanmıyordum. Derken Hocaefendi geldi. Dinlemeye gittim. Tabii ki teybimi götürmeye lüzum görmemiştim. Fakat o gün vaazı dinlerken beni bir pişmanlık aldı. Keşke bu vaazı kaydetseydim, diyordum. Vaaz bitmiş ben de bitmiştim. Hayatımda dinlediğim en tesirli vaazdı. O gün karar verdim. Bu şahsın vaazlarını zayi etmeyecek hepsini kaydetmeye çalışacaktım. Rabbime hamd ederim ki beni bu kararımda muvaffak kıldı. Ben kendime bunu birinci bir vazife kabul ettim ve bu günlere kadar, Cenab-ı Hakk'ın inayetiyle getirdim. Ömrüm oldukça da aynı vazifeyi yürütmeyi düşünüyorum. Rabbim muvaffak kılsın.

Hocaefendi vaazlarının teybe kaydedilmesine razı değildi. Hiçbir zaman da razı olmadı. Ancak biz ısrar ettik. Onun razı olmayışını göz ardı ettik. Vaaz ve sohbetlerini kayda muvaffak olduk. İmam Gazali'nin bir sözü var: "Bazen emri dinlememek edeptir." der. Biz de bu yola süluk ettik.

Bu mevzuda Yaşar Hocaefendi çok müsamahakar ve lütufkardı. Hatta birgün kendisine "Hocam, dedim, ben bandı değiştirinceye kadar epey bir zaman geçiyor ve bu arada konuşulanları kaydedemiyorum. Bant bittiğinde ben size işaret etsem, bir müddet durur musunuz?" Verdiği cevap beni sevindirmişti:" Evet, dururum, işin bittiğinde yine haber verirsin" demişti. fakat Hocaefendi’ye böyle bir teklif götürmeye asla cesaret edemedim. Bu sebeple de makaralı teypten kasete geçeceğimiz ana kadar arada bazı cümleleri hep kaçırmış oldum. Şimdi ise tek kelimeye zayi etmeden kaydedebiliyorum.

Rahmetli Ahmet Feyzi Kul abi, pek vaiz beğenmezdi. Kendisine ne Tahir Hoca’yı ne de Yaşar Hoca’yı dinletmem mümkün olmadı. Zaten kendisi de alim bir zattı. Hocaefendi’nin İzmir'e gelişinin tahminen üçüncü haftasıydı. Ben vaaza giderken yolda Ahmet Feyzi abi ile karşılaştım. Nereye gittiğimi sorunca vaaza gittiğimi söyledim. “Beraber gidelim” dedim, kabul etmedi. Israr ettim. Beni çok sevindirdi. Çok fazla ısrar edince teklifimi kabul edip geldi. Vaaz bitti, Cuma namazı kılındı, cemaat boşalmaya başladı. Ben de malzemeleri toparlıyorum. Baktım, Hocaefendi oturuyor, Ahmet Feyzi abi de birkaç saf arkada oturuyor. Hocaefendi yerinden doğrulunca o da ayağa fırladı ve koşup Hocaefendi’yle musafaha ettiler. Aralarında neler konuştular bilmiyorum; fakat bildiğim bir şey varsa Ahmet Feyzi abinin bu vaaza gelişinden gayet memnun olmasıydı. Çünkü biraz sonra yanıma gelip, "Sen haklıymışsın, bu diğerlerine benzemiyor" demişti. Bu cümleyi vaaza gelmeden evvel ben ona söylemiştim ve şimdi o da aynı kanaati benimle paylaşmış oluyordu..

Halil Mezik Anlatıyor
Ben 1965 yılında Kestanepazarı’na geldim. 1966 baharında da Hocaefendi geldi. Hocaefendi’ye bütün talebeler kuşkuyla bakıyorlardı. Çünkü çok gençti. Yaşı genç olmasına rağmen kendini 60-70'lik büyük zatların vakar, ciddiyet ve heybeti vardı. Kendisine saygı uyandırıyordu.

Kestanepazarı Camii'nin imamı İbrahim Kılıç Efendi bana "Bu yeni Hoca’da ben birşeyler seziyorum, onun hakkında tavsiye mektubu da aldım" dedi. Bu mektubu Yaşar Tunagür Hoca, İbrahim Hoca’ya göndermiş. Mektubunda “size öyle bir hoca gönderiyorum ki, o adam devrin sahabesidir” demiş. İbrahim Hoca hem o mektuptaki ifadelerden hem de Hocaefendi’nin takvasından elde ettiği malumatla Hocaefendi’deki cevheri fark etmiş olacak ki yavaş yavaş bize tavsiyelerde bulunarak bizi Hocaefendi’ye yaklaştırmaya başladı. Tabii çocuk olduğumuz için pek de meselenin ehemmiyetini anlayamadık. Pek aldırış etmedik. Ancak bir müddet sonra Hocaefendi tehzib-i ahlâk derslerini vermeye başlayınca o zaman Hocaefendi’yi sevmeye ve ona ilgi duymaya başladık. Hocaefendi çeşitli meseleleri anlatırdı. Bunları takdim ederken ağırlık merkezi olarak sahabenin hayatını ele alır misalleri onlardan verirdi. Onları anlatırken kendinden geçer ve ağlardı. Öğrenciler de ağlardı. Kısa zamanda Hocaefendi hem talebelere hem dernek mütevellisine kendini kabul ettirdi. Hatta Kestanepazarı’na ondan evvel gelen kendisinden çok daha yaşlı olan diğer hocalar bile O'na saygı duymaya başladılar.

Mehmet Binici Anlatıyor
Kestanepazarı'na 1961-62 ders döneminde girdim. Hocaefendi geldiğinde ortaokulu bitirmiştim. Hocaefendi geldikten sonra Kestanepazarı'nın havası müspet yönde biraz daha değişti. Daha evvel sadece din adamı olarak yetişeceğimizi biliyorduk. İslami şuur daha derinlemesine pek işlenmiyordu. Hocaefendi geldikten sonra durum değişti. Hem halkın hem talebelerin birbirlerine olan ilgisi arttı. Kardeşlik teessüs etti. Hocaefendi diğer hocalar gibi pek fazla sıkmıyordu belki ama O'nun otoritesi hepsinden daha fazlaydı. Onun otoritesi sevgiye dayanıyordu. Hocaefendi’yi çok severdik. Hocaefendi’yle aramızdaki yaş farkı diğer hocalarımızla olduğu gibi fazla değildi. Bundan dolayı Hocaefendi’yle münasebetlerimiz abi kardeş gibiydi. Hocaefendi hakikaten çok seviliyordu. Zaman zaman bizimle sohbet toplantıları yapıyordu, İzmir'deki diğer sohbetlere beraber giderdik.

Ben talebe temsilcisiydim. Bu sıfatla Hocaefendi ile münasebetlerim daha sıkıydı. Bizim olduğumuz arkadaş grubunu Hocaefendi daha çok severdi. Bizden daha çok dindar ve sofu arkadaşlar vardı. Biz biraz daha sosyaldik. Top oynardık, sinemaya kaçardık. Müsamere ve münazaralara katılırdık. Derslerimiz de çok iyiydi. Bundan dolayı Hocaefendi bizim sınıfı çok severdi.

Hocaefendi talebeler için pişirilen yemeklerden yemezdi. Eğer yemek mecburiyetinde kalırsa ücretini verirdi. Çoğunlukla kendi kulübesinde dışarıdan getirdiği şeyleri yerdi.

Hocaefendi o zaman için diyelim yüz bin lira alırsa bunun 30-40 bin lirasını kendine ayırır kalanını da ihtiyacı olan arkadaşlara dağıtmak üzere bana verirdi. Bu benim talebe başkanlığı yaptığım üç yıl boyunca devam etti.

Habip Görün Anlatıyor
1966 yılında Kestanepazarı’na Kur’an Kursu hocası olmak için müracaat ettiğimde Fethullah Gülen Hocamız da Kestanepazarı yurduna müdür olarak gelmişti. Görevi vaizlikti.

Talebelere devamlı tehzib-i ahlak dersleri verirdi. Bizlerle de çok yakından ilgilenirdi. Görüşür, konuşurduk.

1968 yılında Hocamız hacca gitti. Hacca gittiği zaman Dernek başkanı Ali Rıza Güven, bana Hocaefendi hacdan dönünceye kadar onun odasında kalarak talebelerle ilgilenmemi istedi. Ben de kabul ettim. O gece Hocaefendi’nin odasında kalmaya karar vermiştim. Nitekim kaldım. Odaya girdiğim zaman bir yorgandan başka birşey yoktu. Yattım ama soğuktan uyuyamadım. Altımda döşek, başımda da yastık yoktu. Sadece bir yorgan, altımda da bir kilim vardı. Sabaha kadar derin derin düşündüm. Bu insan burada nasıl uyur, senelerini burada nasıl geçirir? Ve onu bu çalışmalarından dolayı kalben tebrik ettim ve büyük bir hizmeti olduğuna o zaman inandım. İlerde büyük işleri omuzlayacağını o zaman anlamıştım. Bu Cenab-ı Hakkın bir nimetidir ve Allah bu nimeti herkese ihsan etmez. Sabah olduğu zaman samimi olan bir kaç talebeyi çağırdım odayı gösterdim. "Bakın, Hocaefendi’nin kaldığı odada bir yorgandan başka birşey yok. O da yorganı başıma çekince ışık görünüyor" dedim. Bu durum karşısında samimi olan bu talebeler çok hayret ettiler. Odada kalmaya devam ettim. Ancak battaniye getirttim, öyle kaldım.

Talebelere verilen yemekten yemiyordu. Eğer talebelerin abdest aldığı yerden abdest alıyorsa sonunda oraya bir ücret ödüyordu. Hiçbir karşılık beklemiyordu. Benim inandığım bir şey vardı. O da şuydu: Aldığı maaşın büyük bir kısmını ihtiyacı olan talebelere dağıtıyordu. Bir gün iyi hatırlıyorum bir talebenin ayakkabısı delindiği için ayağı ıslanmıştı. Hocaefendi’nin ayakkabı alacak parası yoktu ve bundan dolayı ağlıyordu. Bunu görünce ben de duygulanmıştım.

Hocaefendi kendisi yemek yemediği gibi orada görevli hocaların da yemek yemesini istemezdi. Bir gün beni çağırdı: "Ben buradaki hoca arkadaşlara örmek olmaya çalışıyorum. Siz de bana destek verseniz" demişti. Ama tatbikatı mümkün olmadı. O zaman aldığım maaş 340 veya 345 liraydı. Bunun 160 lirasını ev kirası olarak veriyordum. Sabah evimden gelirken ciddi bir kahvaltı yapamıyordum. Öğle yemeğini dışarıda yesem maaşım yetmeyecekti. Ne yapacağımı bilemiyordum. Ama derdimi de kimseye anlatamıyordum. Hocaefendi kırılmasın diye yemek de yemiyordum. Günde 8 saat derse giriyordum. 8 saat enerji sarfediyordum. Bazen halsiz kalıyordum. Evime giderken yayan gidip geliyordum. Çünkü dolmuşa para versem aybaşı gelmeden maaşım bitecekti ve para isteyecek kimsem de yoktu. Büyük bir sıkıntım vardı. Yine böyle birgün yatağa yattığımda Allah Rasulü’nü rüyada gördüm. Elinde bir tepsi ve içinde yağlı ekmekler vardı. Bana bir tane uzattı ve "Sen yiyeceksin, yiyebilirsin" dedi. Biraz ötede Fethullah hocamız vardı. Ona doğru gitti zannediyorum ona da bir tane ikram etti.

Ertesi gün hocamızın yanına gittim, müdür odasındaydı ve abdest almak için hazırlık yapıyordu. "Hocam, bir rüyam var size anlatacağım” dedim.. “Rüyamda Allah Rasulü’nü gördüm. Bana yağlı ekmek ikram etti ve “sen de yiyebilirsin” dedi. Ben bunu burada yemek için izin olarak yorumluyorum. Yemek yemek için icazeti büyük yerden aldım" dedim. Hocaefendi ağlayarak oradan ayrıldı ve bir daha da o mevzuda bana ısrar etmedi.

Hocaefendi’nin büyük hizmetlerine şahit oldum. Cenab-ı Hak muvaffak etsin. Belki ahiret hayatında da bizlere yardımcı olur ümidindeyim.

Hocaefendi’yle 1966’dan 1970’e kadar beraber kaldık. O'nun her davranışı beni etkiliyordu. Tabii Cenab-ı Hak ona bir hizmet nasip etmiş. O hizmeti onun istediği ölçülerde bize nasip etmemiş. Biz o hizmeti yapamadık. Ondan sonraki dönemlerde Hocaefendi daha ciddi hizmetler verdi. Allah kendinden razı olsun. Cenab-ı Hak yaptığı bu hayır ve hasenatı kabul etsin.

....Ve Başka bir Mart: 21 Mart 1999 ABD’ye Gitti
Yıl 1999. Mevsimlerden yaz, aylardan Haziran ayı. Haziran ayının da 18’i. 20. yüzyılın son yaz mevsimi Fethullah Gülen Hocaefendi için hayli sıcak geçiyordu. İdamlık manşetlerin atıldığı günler yaşanıyordu medyada. Psikolojik ve sosyolojik bütün linç mekanizmalarının hepsi işletiliyordu. O ise 21 Mart 1999’da gittiği ABD’de yüksek şeker ve kalp rahatsızlıklarıyla boğuşuyordu. 18 Haziran 1999’da kaset fırtınasıyla başlayan süreç dönemin savcısı Nuh Mete Yüksel tarafından 3 Ağustos 2000 tarihinde tutuklama kararı çıkarılmasıyla kasırgaya dönüştü. 16 Ekim 2000 tarihinde başlayan mahkeme süreci[8], 18 duruşmalık bir mahkeme sonucunda 10 Mart 2003 tarihinde karara bağlandı.

Bütün bu hadiseler devam ederken O yine de sohbet ve yazılarını bırakmadı. Sadece 2001 yılı Ağustos ayı ile 2002 Eylül ayları arasında tam bir sene yazı yazamadı. Ancak sohbetlerine devam edebildi. Bu minvalde 18 Kasım 2001’de “Kırık Testi” sohbetleri başladı. 17 Eylül 2003 tarihinde “Mebde'de Yenilik, Münteha'da Derinlik[9]” başlıklı yazısında eski günlere ait Kestanepazarı’ndaki genel görüntüyü şöyle anlatıyordu.


Fethullah Gülen İstanbul Atatürk Havaalanında yurtdışına çıkmak üzere uçağa binerken

Allah’ın yüce ve yüksek adının bütün dünyaya duyurulması beklentisi ve ümidi içinde olan bazıları bu uğurda vazife bildikleri şeyleri dur-durak bilmeden yapmaya devam etmişler. Meselâ, “bir yerde birisi vaaz ediyormuş” diye her hafta çok uzaklardan, kilometrelerce yolu kat ederek o camiye koşanlar olmuş. Konuşan şahıs değilmiş önemli olan onlar için. “Bizim arkadaşlardan birisi varmış, vaaz ediyormuş, genç biriymiş” deyip adeta nefes almaya gelmişler oraya. Şahsen ben Kestanepazarı Camii’nin avlusunu öyle görürdüm: Öğle namazı biterdi de ikindiye kadar sarmaş-dolaş olma bitmezdi. Birbirlerine sarılırlar, el sıkışırlar ve hasret giderirlerdi adeta. Ben de o tahta kulübeme çekilir, penceresinden temaşâ ederdim bu manzarayı. Bana da yeter ve artardı bu. Mebde’de çalınan ve hemen tutan bir boya gibiydi bu manzara. Bir de bunun yanında bir boşalma zemini teşkil ederdi orası. O günkü insanlar belli bir derinliğe açılmaya hazırlardı. Ufukları derindi. Büyük şeylere dilbesteydiler. Yüksek mefkureleri vardı. Her hareket, her kıpırdayıştan kendilerine göre çok büyük bir anlamlar çıkarıyorlardı.

Ayrı bir husus; güzellik paylaşması olurdu camide. Bakışlardaki anlamlılık bana çok tesir ederdi. Bazen o anlamlı bakışlar, tabir caizse bir matkap gibi içimi oyan o bakışlar bana daha önce planlamadığım çok şeyleri söylettirirdi. Adeta “şunu da de, bunu da söyle” der gibi yüzüme bakarlardı. Tamamen onlara ait ve yine tamamen o döneme ait bir hususiyetti bu.

Bu sözlerim yadırganmamalı. Siz de bir yerde, yeni bir ruh ve heyecanla ciddi bir sorumluluk yüklenirseniz, Kaf dağından daha ağır mesuliyetleri omuzlarsanız, yeniliği iliklerinize kadar duyarsanız, yeniliği duyan insanlarla yüz yüze gelirseniz, her gün birisine bir şey anlatma aşk, iştiyak ve şevkiyle canlı kalırsanız, “acaba bu insanın gönlüne nasıl aksam, bir ışık olsam da kalbine damlasam!” mülahazaları ile sabahlar ve akşamlarsanız, siz de böyle olursunuz.

Özlenen Günler
Fethullah Gülen Hocaefendi 24 Mart 1991 yılında İzmir Hisar Camii’nde verdiği[10] bir vaazında o eski günlere olan özlemi, yapılan hizmetlerin ne kadar bereketli ve samimi olduğunu ifade ederken Kestanepazarı Camii’nde geçen 4 yıllık görevi esnasında kaldığı “Benim Kestanepazarı’ndaki tahta kulübeciğim” dediği tahta kulübede geçen günlerini de anmadan geçemiyor. 21 Mart 2006 itibariyle Hocaefendi’nin ABD’ye gidişinin 7 yılı dolarken şimdi 24 Mart 1991 tarihinde verdiği o vaazdaki bazı pasajları okuyalım.

Geriye Dönüp Bakacağımız Günler
Size bir şey söyleyecek, bir şey diyecek güçte ve iktidarda değilim, inanın değilim. Belki bunlar sizin gelecekte iyi günleri idrak ettiğiniz zaman, geriye dönüp yüzüne bakacağınız günler olacaktır. Çok kimseler, tatlı günleri ileride arayacak, fakat siz yer yer dönüp gerilere bakacaksınız. Alınlarında nur tele’lü’ eden, çehreleri dırahşan, evlerinizin çehrelerine bakacaksınız. Emeğinizle kurduğunuz yurtlarınızın çehrelerine bakacaksınız, okullarınızın çehrelerine bakacaksınız ve camileri lebâlep dolduran genç delikanlıların çehrelerini tahayyül edeceksiniz ve bir gün sahabinin dediği gibi;

-“Hey gidi günler” diyeceksiniz, “Meğer tatlı günler o günlermiş” diyeceksiniz. Belki ben de öyle diyeceğim. Ama belki yerin altında, belki de yerin üstünde ben de öyle diyeceğim.


Fethullah Gülen Hocaefendi'nin 24 Mart 1991'da "Özlenen Günler" adlı vaazını verdiği Hisar Camii

Hey gidi günler!
Hey gidi günler! Tam yaşanacak günlermiş, hiç durmadan gecelerinde koşulacak günler. Hiç durmadan soluk soluğa küheylanlar gibi gündüzlerinde koşulacak günler, utana utana, hicab ede ede, terleye terleye “ne olur Allah aşkına, coşun” denen günler!

Ben de diyeceğim, siz de diyeceksiniz. Belki bu hicranlı ve hasretli günler, bir gün gelecek “özlenen günler” olacak. Nesibe, yetiştiği gül devriyle şen, şâd ve hurrem değildi. O Uhud'u düşününce seviniyor ve gülüyordu. Sırtında elin yumruğun girip saklandığı sırtındaki yarayı gösterdikleri zaman mesud ve bahtiyar oluyordu. Gül devrini yaşarken değil. Abdullah İbn Hüzâfetü’s-Sehmî başının kaynayan sulara sokulduğu günleri hatırlıyor “Hey gidi günler!” diyordu.

Huzeyfe babasının evinden kovulduğu günü düşünüyor, “Hey gidi günler!” diyordu. Ammar yeldire yeldire geziyordu. Sırtında ateşlerin söndürüldüğünü düşünüyor “hey gidi günler” diyordu. Zübeyr bin Avvam hasırlara sarılıp yakıldığı günleri hatırlıyor, “Hey gidi günler” diyordu. Onlar “hey gidi günler”di. Çünkü o günlerde müminler, hiç bir şeye gönül kaptırmadan, başka hiç bir sevgiye dilbeste olmadan, turnikeye önce girmiş olmanın hakkını araştırmadan, hizmet karşısında hakk-ı temettu aramadan, sadece “hizmet diyor” ve yürüyorlardı.


Fethullah Gülen Hocaefendi vaaz kürsülerinde

“Hey gidi günler!” “Hey gidi günler!” diyorlardı o çile günlerine, o ızdırap günlerine. Çünkü o günlerde “içlerinde Allah’ın hoşnutluğundan başka mülahaza” yoktu, çünkü o günlerde büyüklük yoktu, çünkü o günlerde herkes küçüktü, çünkü o günlerde herkes neferdi, çünkü o günlerde turnikeye evvel girmiş olmanın hesabını yapma yoktu. Çünkü o günlerde “Kün inde’n-nâs ferden mine’n-nâs.” vardı, “insanlar arasında insanlardan bir insan ol” vardı.

“Ah! nankör nefsim!” sen de “hey gidi günler” diyeceksin. Kafanda hiç o türlü duygular ve düşünceler yoktu, dinleseler de dinlemeseler de alınmıyordun. Sekiz saat derse girdikten[11] sonra, iki yerde de akşam derse iştirak ediyordun. Bir Cumartesi-pazar, burası Simav senin, orası Gediz benim, şurası da Demirci senin. Ve pazartesi derslere yetişme de yine senin. Ama alınmıyordun gönül koymuyordun, “dinleyen yok” diye üzülmüyordun, “tesir etmiyorum” diye müteessir olmuyordun.

Tahta Kulübeciğim
“Hey gidi günler!” ne kadar arkada kaldınız, bizden ne kadar uzaklaştınız, biz ne kadar büyüdük. “Hey gidi günler!” siz ne kadar küçük kaldınız. “Ah eyyâmullah!”, “ah peygamber günleri!”, “ah hizmet günleri!”, “ah başka mülahazaların içine girmediği günler!” Biz büyüdükçe sizler arkada küçük kaldınız. Benim Kestanepazarı’ndaki tahta kulübeciğim içinde kaldınız! Ah tahta kulübem, her şey senin içinde kaldı gitti. Ah küçüklük, sen ne iyiydin, arkadaştık seninle ve yine “hey gidi günler...”


--------------------------------------------------------------------------------

[1] 1964 Yılında Ramazan ayı 16 Ocak ile 15 Şubat tarihleri arasında olmuş

[2] Kırklareli ile ilgili okuyabileceğiniz hatıralar

[3] Yeşilyurt Gazetesi, 28.03.1966

[4] Gurbet Dergisi, Nisan 1966, Sayı 9

[5] Halı ticareti yapan Hüseyin Çağdır, 2 Eylül 2005'te İzmir’de vefat etti. Fethullah Gülen Hocaefendi Zaman Gazetesi'nde taziye yayımladı

[6] Aslen Sinoplu olan Atıf Egemen 1900 yılında doğdu. Babası ilkokul öğretmenidir. Bazan Üstada yazdığı mektuplarda “Aydınlı Hasan” imzasını kullanırdı. "Birinci Cihan Harbi sırasında Sinop'ta tahrirat kâtipliğinde mübeyyizdi. Sonra telgrafçılığa girdi. Harb-i Umumi telgrafçılıkla geçti, telgrafçılıkla askerlik bir arada olmuştu. Uzun yıllar Aydın’ın Sultanhisar ilçesinde oturmuştur. En son 89 yaşında iken 27.04.1989 tarihinde İzmir’de vefat eden Sultanhisarlı Hasan Atıf Egemen hoca -şu an Aydın’ın Çamlık beldesinde medfundur- Üstadın talebelerinden olup, kalbi hayatı olan, ebced ilmini bilen iki kişiden biridir. Mesela Meryem suresindeki, "ya yahye huzil kitabe bilkuvve" ayetinin ebcedi hesabının Risale-i Nurun te'lif tarihine parmak bastığını söylemişti.

[7] Cahit Erdoğan, 10.06.1991 tarihinde İzmir’de vefat etti. Kabri Aydın’ın Çamlık beldesinde bulunmaktadır.

[8] Fethullah Gülen hakkında açılan dava süreci ile ilgili haber

[9] Kırık Testi; “Mebde'de Yenilik, Münteha'da Derinlik” başlıklı yazıdan; 17.09.2003

[10] 24.03.1991 tarihli “Özlenen Günler” başlıklı İzmir Hisar Camii vaazı

[11] Kestanepazarı Kur’an Kursunda girdiği dersler.

 

Add comment


Security code


Refresh

back to top
  • EN SON EKLENENLER
  • EN ÇOK OKUNANLAR
  • SON YORUMLAR

HAKİKAT DAMLALARI

Hakikat Damlaları sultan-ı kainat birdir. herşeyin anahtarı onun yanında, herşeyin dizgini onun elindedir. Hakikat Damlaları

Bediüzzaman

ARAMA

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu