Kürsü - M. Fethullah Gülen - Genç Adam

Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Bediüzzaman Haz. ve Talebeleri hakkındaki görüşleri -1

KendKendisine çok borçlu olduğumuz Zat (Bediüzzaman Hazretleri) ,adeta 14 asır sonraya kalmış bir Sahabi..Başı ulu dağlar gibi yüce ve dik….Bütün tehlikeleri asıl kaynakları ile sezmiş.Ona yapılan amansız hücumların sebebi de budur. (Pensilvanya günlüğü , 410)

Evet, işte o dönemde etrafa saçılan ışıktan tohumlar, o tohumlar üzerine bina edilen büyük kompleksler ‎ve dünyanın yedi bucağında açılan okullar, yurtlar, pansiyonlar, hep bu ilk’lerin izinden giden insanların ‎gayretleriyle oldu. Onlar bu samimi zeminde, samimiyet soluklaya soluklaya yetişmişlerdi. Hüsrev Efendi, ‎Hulusi Efendi, Mustafa Gül, Tahiri Mutlu, Sadullah Nutku, Bekir Berk, Zübeyr Gündüzalp, Mustafa Sungur, ‎Abdullah Yeğin, Sait Özdemir, Hüsnü Bayram, Bayram Yüksel, Ahmet Feyzi, Mehmet Feyzi... gibi ‎kahramanlardan görmüşlerdi her şeyi. Dolayısıyla bu insanlar önlerinde örnek aldıkları kimselere göre şekil ‎alıyor ve onların yaşadıkları hayatı yaşamaya özen gösteriyorlardı.. "gidin" denilen yere gidiyor, "verin" ‎denilen yerde de veriyorlardı. ‎ (Fasıldan Fasıla-3)


Bu açıdan Hazreti Üstad gibi, benim çok büyük insanlar olarak tanıdığım Tahiri Mutlu gibi diyelim yani, Hulusi Efendi gibi ve çok takdirle yâd ettiğim Hoca Sabri Efendi gibi.( fgulen.com, 13.03.2006)

Yine, nasıl ki cahiliye içinde yaşadığı halde, o cahiliyeye bulaşmayan Efendimizin Ebu Bekirleri, Ömerleri, Osmanları, Alileri vardı, onun da, ona yakın, onun çizgisinde, onun düşüncesini temsilen ikinci var oluşun fikir işcileri ve davasının temsilcileri temiz arkadaşları vardı. Hepsi de pırıl pırıldı. Ben şahsen Hasan Feyzi'nin günaha girmiş olacağını hiç düşünemedim/düşünmedim. Hafız Ali'nin imanı karşısında hep ürperdim. Hoca Sabri içimde saygı olup esti. Hulusi efendiyi bir kâmil mürşit gibi gördüm. Hüsrev efendi ayrı bir derinlik insanıydı. Tahirî Mutlu öyle engin bir aydı ki, değil bir günahı üzerine sıçratması, hayatında abdest suyunu bile üzerine sıçratmamıştı. "Allah" deyince gözleri dolardı ve başka bir aleme uruc etmiş gibi bir görüntü sergilerdi. Re'fet beyi, Ahmet Fevzi'yi, Atıf efendiyi, Asım beyi görmek gerekirdi. Alperen yürekli, uhrevi derinlikli Zübeyir Gündüzalp bir vefa abidesi; Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Bayram yüksel, Sait Özdemir, Hüsnü Bayram bu ışık kaynağının hâlesi gibiydi. Ve bunlar çağın cahiliyesi karşısında dimdik kalabilmişlerdi. (Akademi, 27.12.2002)


Zübeyr Ağabey’i tanımayı kendi adıma şeref kabul ederim; ondan gerektiği gibi istifade edememeyi de bahtsızlık sayarım. Fakat, onu çok iyi tanıdığımı söyleyemem; çünkü, bazen onun çağırması bazen de kendi ziyaret isteğim neticesinde yanına gidip gelsem ve defalarca görüşmüş olsam da bir insanın sadece ziyaretlerle tam tanınabileceğini zannetmiyorum. Bir insanla aynı evde yatıp kalkmıyorsanız, aynı mutfağı ve banyoyu kullanmıyorsanız ve onun yirmi dört saatine nigehban değilseniz “onu tanıyorum” diyemezsiniz; o iddianız yalan olur. Bir insanı, annesi ve babası biraz tanır. Kendini talebe yetiştirmeye adayan, onları her an kontrol eden, yatıp kalktıkları ve ders müzakere ettikleri yerlerde bile öğrencilerini takipten geri durmayan, onların arkadaşlarıyla münasebetlerini dahi bilen ve her an üzerlerine titreyen bir terbiyeci de talebelerini kısmen tanıyabilir. Fakat sıradan arkadaşların birbirlerini gerçekten tanımaları çok zordur.

Bir insanın namaz kılışına ve namazda huşû ifade eden bazı sesler çıkarışına hüküm bina ederek onun hakkında olumlu kanaat beyan edenlere Hazreti Ömer efendimiz “Alış-veriş ve ticaret hayatına da baktınız mı?” diye sormuş ve bir insanı gerçekten tanımak için, onunla bir müddet birlikte bulunmak, alışveriş yapmak ve yolculuk etmek gerektiğini söylemiştir. Evet, insanda psikozların kuyruklarını dikip dolaştığı anlar vardır. O anlardaki tavır ve davranışlar bir insanın karakterini açığa vurma bakımından çok önemlidir. Mesela, tanıdığınızı zannettiğiniz insanla, üzerinize cürümler yağdırıldığı, suç üstüne suç isnadında bulunulduğu bir bela ve musibet atmosferini paylaştınız mı? Onunla beraber mahkeme salonlarına ve hapse girdiniz mi? Keder, tasa ve sevinç gibi iyi-kötü her hâle ait bazı ortaklıklarınız oldu mu? Eğer bu sorulara “evet” cevabı veremiyorsanız, o insanı tanıdığınızı iddia etmeniz doğru olmayabilir. Dolayısıyla, ben de Zübeyr Ağabeyi tam tanıdığımı söyleyemem. Bu açıdan, onu, yakından tanıyan insanlara sormak, onların hatıralarını dinlemek gerektiğini düşünüyor ve ifadelerimin o büyük insanı anlatmaktan çok uzak olduğunu itiraf etmekle beraber bir vefa duygusuyla bazı hususlara değinmek istiyorum.


Bir Dava Adamı

Zübeyr Ağabey’de gördüğüm en dikkat çekici özellik ondaki gayret-i diniye idi. Bildiğiniz üzere, gayret-i diniye, din uğrunda çalışıp-çabalama, dinin şeref ve itibarının korunması mevzuunda hassas davranma manasına geldiği gibi yasaklara karşı duyarlı olma ve fuhşiyâttan, münkerâttan uzak durmayı da ihtiva eder. Gayret-i diniye, Allah’ın sevip hoşgördüğü şeyleri, fevkalâde bir iştiyakla yerine getirip hoşlanmadığı hususlara karşı da olabildiğince kararlı davranmak ve Allah sevgisiyle dolu olup O’nun herkes tarafından sevilmesi için çalışıp çabalamak demektir. Zübeyr Ağabey de, evvelen ve bizzat İslam’a ve Kur’an’a, sonra da Bediüzzaman ve Risale-i Nur’a tahsis-i nazar etmiş; kalb ve ruh ufkuna yönelmiş, ahlâk-ı haseneyi hayat hâline getirmişti. Nazarları İslam’a, Kur’an’a, Peygamber Efendimiz’e, Bediüzzaman’a ve Nurlara çevirme hususunda kıskançlık ölçüsünde bir duyarlılık gösterirdi. Yanında başka şeylerin konuşulmasından hoşlanmaz, sürekli mesleğin esaslarından bahisler açardı. Üstad hazretlerinden ve Nurlardan bahsederken, kendinden geçiyormuş gibi olurdu. En yakın arkadaşları bile onun Üstad’a bağlılığını fazla bulabilirlerdi. Öyle ki, mesela siz, “Üstad hazretleri o kadar hislendi ki mendilini elinden hiç bırakmadı, sürekli burnunu sildi.” deseydiniz, eğer Zübeyr Ağabey bu ifadenizde “burnu akıyordu” manasına zerre kadar bir tahfif sezmişse, ağzınıza bir yumruk indirmediği kalırdı. O kadar ciddi ve yürekten bir bağlılığı vardı Üstad’a karşı. Nurlara bağlılığından mı Üstad’ın zatına yürüyordu, yoksa ona sadakatinden dolayı mı Nurlara koşuyordu, bilemeyeceğim. Fakat, Bekir Berk onun hakkında Üstad’ın “yâver-i azam”ı derdi.


Zübeyr Ağabey’in güldüğünü hiç görmedim. Abus çehreli değildi, tebessüm ettiğine de şahit oldum; fakat, tam bir ciddiyet ve vakar abidesiydi. O, ihsan ve itkan ufkunun kahramanı; azim, sebat, gayret ve teslimiyet timsali bir dava adamıydı. Hadd-i zatında, ciddiyetsiz ve lâubalî bir kimsenin, dava adamı olması da mümkün değildir. Bir insan, iç dünyasında, kalb ve vicdanında ciddiliğe ulaşamamışsa, o sadece yıldız görünme sevdasında bir ateş böceğidir. Bir serçe uzun müddet tavus kuşu olarak arz-ı endam edemez. İnsan, şuurun ve zihinaltının çocuğudur; onlardan kaçıp kurtulamaz. İçte ihsan olmalıdır ki, dışta itkan olsun. İnsanın iç dünyası ciddi olmalıdır ki, bu onun dış dünyasına da aksetsin. Evet, onun gülmesinde bile bir ciddiyet nümayandı, ciddi ve vakur haline rağmen de hep inşirah vericiydi.

Zübeyr Ağabey çoğu zaman hastaydı; pek çok rahatsızlıkları vardı. Rahatsızlıklarından dolayı da konuşması zor anlaşılırdı. Sürekli ilaç kullanır, bir sürü hap alırdı. Bana bir veya iki defa özel odasında bulunan bir çuval ilacını göstermişti. Daracık bir odası vardı. Odada sergi yok denecek kadar azdı. Sadece bir bölüm, seccade ile kapanmıştı; bir tarafta da yatakçık gibi küçük ve basit bir kanepe vardı. Bir köşe perdeliydi; o perdenin arkasına bir leğen ve bir maşrapa gibi bazı şeyler sıkıştırmıştı. İhtimal abdest ve guslünü de orada alıyordu. Her şeyi o odacığın içindeydi. İmkanların kendisine tebessüm ettiği dönemde bile o muktesidâne, sâbikûn u evvelûn gibi gayet sade, samimi ve Allah’la irtibatını zedelememe mevzuunda tavizsiz yaşıyordu. Son günlerinde bile, ceketinin sökülmüş kolundaki ipliklerden tutup hafifçe çekseydiniz, ihtimal ceketinin bir yere kadar yırtıldığını görürdünüz. Pantolonunun paçaları da ceketinin kollarına denkti; o kadar müstağni yaşıyordu. Belki de odasında ilaçtan başka sermayesi yoktu; yani, para değeri olan bir şey varsa, o da ilaçlarıydı. Bir de, Üstâdımızın üzerinde namaz kıldığı bir seccade vardı ki, onun için çok kıymetliydi.


Zübeyr Ağabey, kendisini görenlerde hemen inanmış bir insanı görmüş olma hissi uyarırdı. İddiası yoktu, şakası yoktu, latifesi yoktu ama muhataplarını mutlaka inandırır ve ikna ederdi. Söz ve tavırlarıyla rahatsız edici de değildi. Şahsen, bana söylediği şeylerden hiçbirine karşı içimde hiçbir tepki hissetmedim. Oysa ki, biraz Arapça hecelemeye başlayan, bir yabancı dil öğrenen hemen herkesin yaptığı kadar ben de bencillik ve gurur emareleri sergileyebilirdim. Kendime göre temel düşüncelerim ve kriterlerim de vardı; fakat o, bunların hepsini elinin tersiyle itti, yerlerine doğrularını koydu ve ben onun hiçbir sözüne itiraz etme ihtiyacı duymadım. Yanlış bulduğu her söz ve tavrım karşısında gayet ciddi bir baba, bir üstad gibi beni dizinin dibine oturtup kendi usulünce konuştu, anlattı ve benim içimden ona karşı hiçbir itiraz sesi yükselmedi. Bu bana ait bir fazilet değildi; onun üslup bilmesine ve samimiyetine ait bir şeydi. Belki, onun Hazreti Üstad’a ve Nurlara çok bağlı olduğuna inanmam da bu kabulümde tesirli olmuştu.

İdam Sehpası da Olsa!...


Onun Afyon müdafaasını ne zaman okusam gözyaşlarımı tutamam. Her okuyuşumda, samimi, yürekten ve söylediği her kelimeyi mürekkep yerine kanıyla yazmaya hazır hâliyle Zübeyr Ağabey gelir gözlerimin önüne. İman onun gönlünde öyle bir kora dönüşmüştü ki, hapishaneleri, lüks otel köşelerine tercih ediyor ve şöyle diyordu, “Biz, iman ve İslâmiyet hizmeti uğrunda zâlimlerin zulmüne mâruz kaldığımız vakit, hapishane köşelerinde veya darağaçlarında ölmeyi, istirahat döşeğindeki ölüme tercih ederiz. Görünüşü hürriyet, hakikati istibdad-ı mutlak olan bir esaret içinde yaşamaktansa, hizmet-i Kur'âniyemizden dolayı zulmen atıldığımız hapishanede şehid olmayı büyük bir lûtf-u İlâhî biliriz.” Evet, o çok yürekten bağlanmıştı i'la-yı kelimetullaha ve insanlığın kurtuluşunu onda görüyordu.

Öyle bir dava adamıydı ki, “Teessür ve ıztırap karşısında kalbden bir parça kopacaksa, ‘Bir genç dinsiz olmuş’ haberi karşısında o kalbin atom zerrâtı adedince paramparça olması lâzım gelir” diyor ve idam sehpalarında noktalanabilecek bir yolda yürürken bile hakikati haykırmaktan geri durmuyordu. “Yirmi seneden beri milyonlarla insana din, iman, İslâmiyet, fazilet dersi veren ve onları dinsizlikten muhafaza eden Kur'ân tefsiri Risale-i Nur uğrunda idam edileceksem, sehpaya "Allah Allah, yâ Rasulallah" sadalarıyla koşarak gideceğim.” demek ancak Zübeyr Gündüzalp gibi sadıklara has bir cesaret ve samimiyet ifadesiydi.
Allah rahmet eylesin, Urfalı Abdurrahman Ağabey’in vakfettiği bir ev vardı. Basit, dar ve rutubetli bir evdi; kış günleri sobayla ısıtmaya çalışırlardı. Zübeyr Ağabey’in, o evin orta katında kaldığı zamanlar da olmuştu. Alt kattaki küçük salonda da dersler yapılırdı. Ders esnasında o, odasından çıkıp gelir, daha kapıdan içeri girer girmez, kendisine yer gösterilmesini hiç beklemeden, varlığını belli etmek istemezcesine, boş bulduğu bir yere diz çöküp oturur ve mezamir dinliyor gibi okunan Risaleyi dinlerdi.

Zübeyr Ağabey, dualarında ısrarlı davranır; Üstad’ından gördüğü üzere, dua ederken ellerini kucağına düşürmez ve kollarını ciddiyet içinde kaldırırdı. Kanaat-i acizanemce, dua ederken o şekilde yapmak esastır. Dua, Cenab-ı Hak’tan bazı ekstra şeyler istemek manasına gelir. Böyle bir isteğin de kendine göre bir keyfiyeti olmalıdır ki, o keyfiyet “ilhah”tır; yani ısrarlı davranmak ve o işin üzerine düşmektir. Deprem sonrasında ya da Tsunami akabinde yapılan yardımların muhtaçlara dağıtılması sahnelerini izlemişsinizdir. Bir ekmek alabilmek için kollarını olabildiğince açan, dağıtım yapan görevlilere var güçleriyle ellerini uzatan ve sonunda istediğini alan insanlara şahit olmuşsunuzdur. Tabii bir köşeye oturan ve elini kucağına düşürüp bekleyen kimselerin hiçbir şey elde edemediklerini de görmüşsünüzdür. Bizim Cenab-ı Allah’tan istediğimiz şeyler o dağıtılan yardımlardan daha önemsiz olmadığı gibi kendi halimiz de o muhtaçların durumundan daha iyi değildir. Öyleyse, bize düşen de -riya, süm’a ve taşkınlıklara girmeden- kollarımızı Peygamber Efendimiz’in yaptığı ve seleflerimizin de tatbik ettiği gibi ciddiyet içerisinde yukarıya kaldırmak ve dualarımızda ısrarcı olmaktır.


Sema Ağlıyordu...

Zübeyr Ağabey, nasıl yaşadı ise öyle de Allah’a yürüdü. Cenab-ı Hak, çoklarına nasip ettiği gibi bana da onun ahirete teşyîine katılma imkanını lutfeyledi. Fatih Camii’nde cenaze namazı kılındıktan sonra, o omuzlar üzerinde son yolculuğunu yaparken hafif hafif yağmur çiselemeye başladı. Tam ağaçların altında yürümeye başlamıştık ki, birden bire nereden çıktığını bilemediğim güvercine benzeyen bir sürü kuşun kanat seslerini duydum. Kuş sürüsünün, çok geniş bir alanı kapladıktan sonra “pırr” edip onun tabutunun üzerinden fezanın açıklarına doğru uçuverdiğini gördüm. Başkalarına “Siz de gördünüz mü?” diye sormadım; çünkü, ehl-i imanın vefatına semanın ağladığı ve onları uğurlamak için ruhanilerin adeta yarış yaptığı hakikatinin Zübeyr Ağabey için de gerçekleştiğine inancım tamdı. O, “secde izi”yle nakşolmuş samimi bir sima ve dırahşan bir çehreydi. “Sîmâhum fî vucûhihim min eseri’s-sucûd” hakikatının canlı ve insanlara tesir edebilecek bir örneğiydi.


Zübeyr Ağabey’i yâd ederken Abdurrahman b. Avf’ın sözlerini hatırladım. O büyük sahabi, vefatından az önce kendisine ikram edilen bir parça et ve bir dilim ekmeğe uzanırken ağlar ve şöyle der: “Peygamber Efendimiz ahirete göçtü de ne kendisi ne de ailesi arpa ekmeğiyle bile hiç doymadı. Hamza şehadet şerbeti içti, onun için bir kefen bile bulunamadı. Mus’ab b. Umeyr şehit oldu, onu da kefenleyecek bir şey bulamadık. Oysa onların hepsi bizden daha hayırlı idi. Biz ise dünyadan alacağımızı aldık. Sıkıntılarla imtihan olduk sabrettik, ama rahatlık ve mal-mülkle imtihan edilince şükredip kazandık mı bilemeyeceğim!..”

Onları Anlamadılar


Evet, onlar mana âleminin birer sultanıydılar ama dünya onları tanıyamadı. Onların, mahviyet, tevazu ve hacâletle mühürlenen tabiatları başkalarını aldattı. İnsanlardan bazıları gururlarına; kimileri hasetlerine ve bir kısmı da bencilliklerine yenildiler ve ne Hulusi Efendi’yi, ne Tahirî Mutlu’yu, ne Sadullah Nutku’yu ne de Mehmet Feyzi’yi tanıyabildiler. Oysa, onlar bir dirilişin ilk mimarları ve Hazreti Mîmâr-ı Azam’ın vefalı temsilcileriydiler.. Hasan Feyzi'ye, Hafız Ali'ye, Hoca Sabri’ye ve Hüsrev Efendi’ye sonraki nesillerin de ihtiyacı vardı. Dünya Ahmet Fevzi'yi, Atıf Efendi’yi ve Asım Bey’i mutlaka bilmeliydi. Bir ışık kaynağının hâlesini teşkil eden, herbiri ayrı birer derinlik adamı olan ve bazıları itibarıyla hala dipdiri ve olabildiğine canlı, Nur Risaleleri’ni dünyanın yetmiş diline çevirerek herkese ulaştırmak için çalışan başyüce insanlar herkes tarafından kabul edilmeliydi. Fakat maalesef, alperen yürekli ve uhrevî derinlikli Zübeyir Gündüzalp misali vefa abidelerini insanlık gerektiği gibi tanıyamadı..

Onlar çok gerilerde durdular, çok küçük göründüler, hep mahviyet içinde oldular.. el-âlem de yalnızca o görünüşe ve o duruşa baktı, onları sadece zahire göre değerlendirdi. Onların herbirisi ihtimal bir kutbiyeti, bir gavsiyeti temsil ediyorlardı ama nâdanlar bunu anlayamadılar. Zaten, sohbet-i nâdanla telezzüz edenlerin onları anlamaları da beklenemezdi. Anlamadılar ve kendilerine yazık ettiler. Bilmem ki, biz onları gerektiği ölçüde anlamaya muvaffak olabildik mi?.. (herkul.org, 09.05.2005)


Hz. Bediüzzaman’ın hizmet anlayışına göre; eğer bir beldede onun bir talebesi varsa, orası, İslâm ‎düşüncesi hesabına fethedilmiş demektir. Demek ki o kendine çıraklık yapan hemen her ferdi, "Himmetim ‎milletimdir." diyen insanlar konumunda kabul ediyor. Aslında bu anlayışta ve bu düşünce istikametinde ‎yapılacak hizmetler, bizden hem Allah’ın hem de Peygamberin (s.a.s) beklediği hizmetlerdir. Evet, ben de bu ‎düşünceye gönülden katılarak diyorum ki: Allah’a yürekten inanan her bir mümin gönül, bir beldeye ‎gittiğinde orada tam merci olmalı ve bütün karanlıkları parçalayacak bir performans sergilemeli.. duygu ve ‎düşünceleri ışığa garkedecek bir misyon ortaya koymalı ve çevresinde hemen yüzler, binler halelenmelidir -ve ‎inşâallah öyle olur- Bu ise ancak, Sahabenin ilkleri gibi, dâvâyı hayatının gayesi bilmekle gerçekleşecek bir ‎husustur.‎

Konuyla alâkalı bir hatıra nakledeyim size: Kitaplar ilk defa baskıya gireceği dönemde Üstad, sağa-sola ‎hem de 50-100 lira gibi küçük bir para bulmak için adam gönderiyor. Tahiri Mutlu -makamı cennet olsun- ‎bunu duyuyor ve koşa koşa köyüne gidiyor. Köy meydanında bütün mülkünün satılık olduğunu ilan ediyor, ‎arazisinin bir kısmını haraç-mezat satıyor.. satıyor ve parayı sevine sevine getirip Üstadına teslim ediyor. ‎Sadece o mu? Elbette hayır. Hulusi Efendi, Hüsrev Efendi, Mustafa Gül.. ve diğerleri hep aynı duygu ve ‎düşünceyi paylaşırlar. Demek ki onlar, öyle samimi ve öyle bir safvet içinde idiler ki, bunu hayatlarının ‎gayesi biliyor ve o uğurda hırz-ı can ediyorlardı. Gün geliyor bu safvet, onları ilklerle buluşturuyor. Biri, ‎gecenin geç saatlerinde teksir makinesinin kolunu çevirirken, "Hasbî Rabbî cellallah, mâfî kalbî ğayrullah, ‎Nur Muhammed sallâllah." diyor. Tam o esnada birden kapı açılıyor ve içeriye Raşit Halifeler giriyor, "Devam ‎edin, bizler sizinle beraberiz." diyorlar. ‎ (Fasıldan Fasıla -3 )


60 öncesi rahmetli Bekir Berk Bey’in yazıhanesine gittim. Badem ezmesi mi neydi götürmüştüm. (Hocaefendi burada ağlıyor) Yüzüme baktı. Ben kabul ederler diye beklerken “kardeşim biz hediye kabul etmiyoruz” dedi. Ve yine ben biliyorum ki çok defa cüzdanını açtığı zaman içinde ancak 25 kuruş vardı. Bu istiğna vardı. El sürmeme vardı. O kahraman öyle öldü. Bazen para bulamadığı zaman kalas yüklü bir kamyonda o kalasların üstüne binerek bir yerden bir yere davaya yetişmeye baktı. O saff-ı evveldekilerin safveti idi ki hendesi genişlemeler oldu. Geometrik genişleme diyebilirsiniz, genişlemeler oldu Allah’ın izni ve inayetiyle. (fgulen.com, 29.05.2006)

İman ve Kur'an hizmeti yolunda büyük gayret sahibi muhterem Avukat Bekir Berk esbab dağdağasından kurtulup meydan-ı tayaran-ı ervaha ulaştı. İslâm davasının hâdimleri için her zaman müdafaya koşan merhum-u muhteremin mağfiret ve rahmet-i ilâhiyeye mazhar olmasını niyaz eder, bütün hizmet arkadaşlarına, dost ve akrabalarına sabr-ı cemîl temenni ederim. (Taziye mesajı , 15.06.1992)


Bu düşünceler bana rahmetli ‎Bekir Berk Bey’i de hatırlattı. Ara sıra oturduğu yerden kalkar, sağa-sola dolaşır, yumruğunu sıkar, savurur. ‎Neden böyle yapıyorsun denildiğinde de “bu adamların yazdıkları şeyler kalbimde yara yapmasın diye fikren ‎reddediyorum” derdi. Evet, insan “benim dinim bana” düşüncesinin esiri olup, onu yaşamayı ve anlatmayı ‎hayatının gayesi edinince, elbette böyle olur.‎ (Fasıldan Fasıla-3)

Add comment


Security code


Refresh

back to top
  • EN SON EKLENENLER
  • EN ÇOK OKUNANLAR
  • SON YORUMLAR

HAKİKAT DAMLALARI

Hakikat Damlaları Halk ile dostluk ve samimiyeti, Allah’ın itaati üzere olan kimseye ne mutlu. Hakikat Damlaları

Hz. Ali (r.a.)

ARAMA

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu