Kürsü - M. Fethullah Gülen - Genç Adam

Diyalog ve Peygamberimiz'in Hayatından Diyalog Örnekleri

Diyalogu, düşünce sistemleri, örf ve âdetleri, inançları, kültürleri farklı insanların bir araya gelerek ortak bir paydada buluşma, birbirlerini anlama ve huzur içerisinde yaşama gayreti olarak tarif edebiliriz.

Diyalogda birbirini anlama esas gaye olmalıdır. Farklı görüşten insanlar, kimliğini kaybetme korkusuyla bir araya gelip konuşmaktan çekinmemeli, diğer taraftan karşı tarafa fikirlerini zorla kabul ettirme anlayışı içinde de olmamalıdırlar. Fikirlerinden taviz vermeden karşı tarafın düşüncesini anlamaya çalışmak, onu kendi kimliği ile kabul etmek diyalog insanının gayesi olmalıdır. Hz. Âdem’den itibaren yeryüzüne dağılarak toplumlar kuran insanlar, yine şüphesiz kendilerine özgü gelenek, görenek, dinî ve ahlâkî değerlere sahip oldular. Dolayısıyla her toplumu diğerinden ayıran farklı kültürler meydana geldi. Bu kültürler bizim düşüncemiz, dinimiz ve kültürümüzle zıtlık arz etse de, onları yok sayma veya tahkir etme hakkına sahip olmadığımızı bilmemiz gerekir. Toynbee, “Biz olumlu ya da olumsuz değerlendirmeler yapmak istemiyoruz;

tersine anlamak istiyoruz” der (Özlem 1996, 162). Onuncu ve on birinci yüzyıllarda yaşamış olan ve diğer çalışmalarının yanında milletlerin kültürleriyle ilgili çalışmalarıyla da dikkatimizi çeken meşhur İslâm âlimi Bîrûnî de, kültürleri tenkit etmekten çok anlama ve anlatma gayreti içerisinde olduğunu ifade etmektedir (Birunî 1923, 99-100). Yine Bîrûnî’den bir asır önce yaşamış olan Mes’ûdî’nin Mürûcü’z-Zeheb adlı eserini aynı anlayış doğrultusunda telif ettiğini, bir çok kültür havzasını bizzat müşahede ederek oluşturduğunu görüyoruz.

Semavî dinlere göre insanların ortak atası Hz. Âdem olmakla beraber, Allah insanları kabilelere ayırmış, onların farklı coğrafyalarda farklı toplumlar oluşturmalarına izin vermiştir. Bu insan grupları arasında farklı diller, inançlar ve kültürler gelişmiştir. Diyalog insanı bu kültürleri yok saymaktan çok anlamaya gayret etmelidir. O bilmelidir ki, kendisi nasıl mensup olduğu ırkını, dinini ve kültürünü seviyorsa karşısındaki insan da kendine özgü değerleri sevmektedir ve onların yok sayılmasından veya tenkit edilmesinden rahatsızlık duymaktadır.
Kur’ân’da ırkı, kültürü ve dini farklı olan insanlarla diyalog kurma yasaklanmamakta, bilâkis Allah’ın kabûl edeceği bir ortak paydada buluşma tavsiye edilmektedir. Bu âyetlerden birinin meali şöyledir: “De ki: Ey Ehl-i Kitap! geliniz aramızda müşterek olan şu kelime üzerinde karar kılalım: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim. O’na hiçbir şeyi şerik koşmayalım, kimimiz kimimizi Allah yanında Rab edinmesin.” (Âl-i İmrân, 3/64).

Bir başka âyette ise, “Ey iman edenler, Yahudileri ve Hıristiyanları veliler edinmeyin! Onlar birbirlerinin velileridirler. Sizden kim onları kendine veli yaparsa, o, onlardandır. Allah zalim toplumu doğru yola iletmez.” (Mâide, 5/51) buyrulmaktadır. Bu âyette Ehl-i Kitab’ın veli edinilmesi yasaklanmaktadır. Ancak bu âyet iyice düşünülüp yorumlanmalıdır. Çünkü âyette geçen veli’nin çoğulu olarak geçen evliya kelimesine sadece dost anlamı yüklemek bizi yanlış anlam vermeye, dolayısıyla da yanlış bir uygulama içerisine girmeye sevkedebilir. Veliyy/evliya kelimesi, yardımcı, destek veren, arka çıkan, dost, akraba, hâmi, koruyucu, efendi, sahip, malik anlamlarına gelmektedir. Âyete bu anlamlardan sadece dost anlamını yüklersek mânâ, “Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin!” şeklinde olur. Bu anlam ise, diğer dinlerle/kültürlerle, özellikle Ehl-i Kitap’la hiçbir ortak paydada buluşma imkânı bırakmaz. Hâlbuki, başka bir âyette Ehl-i Kitap’tan bir bayanla evlenilebileceğini Kur’ân ifade buyurmaktadır (Mâide, 5/5). Ayrıca Hz. Muhammed’in (s.a.s.) âyeti yanlış anladığı mânâsı çıkar.

Diğer taraftan biz O’nun risâlet görevi boyunca Ehl-i Kitap’la hatta putperestlerle diyalog kurmaya gayret ettiğini görüyoruz.

Bu âyette geçen evliya kelimesine hâmi, koruyucu, efendi, sahip, malik mânâlarını yüklersek anlamdaki sıkıntı kendiliğinden çözülmektedir. Nitekim bu anlamlar sonradan yüklenmiş anlamlar değildir. Evliya kelimesi bu anlamları da ihtiva etmektedir. Bu durumda âyeti, “Ey iman edenler, Yahudi ve Hristiyanları hâmi, (koruyucu, efendi, sahip, malik) edinmeyin!” şeklinde anlarız ki, anlam ortaya çıkar ve peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.s.) uygulamalarını kavramış oluruz. Kur’ân bize Ehl-i Kitab’ı kendimize yönetici edinmemizi, dolayısıyla emirleri altına girmemizi yasaklamaktadır. Kendi kişilik ve kimliğimizi korumak kaydıyla onlarla belirli konularda görüş alışverişinde bulunmayı değil.
Âyetteki veliyy kelimesini dost manâsına aldığımızda, bu manâyı hesaba kattığımızda da yasak, Ehl-i Kitabı dinlerinden dolayı, dinlerini benimseyip tercih ederek dost edinmeme hakkındadır.

Yukarıda diyalogu insanların bir araya gelip konuşmaları, birbirlerinin kültürlerine saygılı olmaları ve anlamaya çalışmaları olarak tarif ettik. Kur’ân, bu âyetleri ile bize kendimiz olmayı emretmekte, miskinlikten, ataletten, kimliksizlikten ve bir başkasının egemenliği altına girmekten sakındırmaktadır. Bu arada farklı kültür sahipleriyle bir araya gelip ortak paydada buluşma kapısını açık tutmaktadır. Böyle anladığımızda âyet ve Peygamberimiz’in (s.a.s.) uygulamaları bir bütünlük arz etmektedir.

Bu konuda Mümtehine sûresinin 8. ve 9. âyetini de açıklayıcı olarak zikredebiliriz. “Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan menetmez. Çünkü Allah, adalet yapanları sever. Allah sizi, ancak din hakkında sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanıza yardım eden kimselerle dost olmaktan men eder. Kim onlarla dost olursa işte zalimler onlardır.”
Bu âyetlerle yukarıdaki âyet tamamlanmakta ve diğer kültürlerden olan insanlarla ilişkilerin ölçüsü verilmektedir. Âyette geçen "birr" kelimesi iyilik etmek, hürmetkâr, nâzik, saygılı, sadık davranmak anlamlarına gelmektedir. Konuyu bu âyetlerin ışığında değerlendirdiğimizde; eğer karşı taraf din konusunda bizimle savaşmıyor, bizi yurdumuzdan çıkarma gayreti içerisine girmiyorsa, Kur’ân bu insanlara karşı nazik, saygılı, hürmetkâr davranma konusunda her hangi bir yasak getirmemektedir. Yani bizimle bir savaş içerisinde olmayan insanlarla bir araya gelip konuşarak, asgarî müştereklerde buluşmanın dinî açıdan herhangi bir sakıncası görülmemektedir.

Tarih boyunca peygamberlerin uygulamalarında bu âyetlerin yansımalarını bulmaktayız. Allah (c.c.), Hz. Musa ve kardeşi Harun’u Firavun’a gönderirken, ona yumuşak sözlerle hitap etmelerini emretmektedir (Tâ-Hâ, 20/44).

Hz. Nuh (a.s.), bütün peygamberliği süresince toplumuna karşı tebliğin her türlü metodunu denemiş ve onları ikaz etmiştir. Nitekim Nuh Sûresi’ndeki şu âyetler onun risalet görevi boyunca toplumla iletişim kurma adına nasıl bir metot izlediğini ortaya koymaktadır: “Nuh, ‘Rabbim, dedi, ben kavmimi gece gündüz davet ettim. Fakat benim davetim onlara, kaçışlarını artırmaktan başka bir katkıda bulunmadı. Günahlarını bağışlaman için onları ne kadar davet ettimse parmaklarını kulaklarına tıkadılar, örtülerini başlarına çektiler, direttiler, kibirlendikçe kibirlendiler. Sonra ben onları açıkça davet ettim, gizli gizli söyledim. Rabbinizden mağfiret dileyin, çünkü O çok bağışlayandır dedim.” (Nuh, 71/5-10)
Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.s.) bir taraftan kendi müşrik kavmi ve Ehl-i Kitap’la, diğer taraftan da çevredeki devletlerle olan ilişkileri onun, Kur’ân’ın yukarıdaki âyetlerini tefsir ediş şeklini ortaya koymaktadır. O, bir taraftan toplumunu ve çevredeki devletleri kurtuluşa davet ederken, diğer taraftan Ehl-i Kitap’la diyalog kurma anlayışı ve gayreti içerisindedir. Kur’ân’ın tavsiyeleri ve O’nun takip ettiği metot arasında herhangi bir çelişki bulunmamakta, aksine bir bütünlük arz etmektedir.

Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Medine hayatındaki uygulamalarında diyaloga verdiği önem daha da belirgin olarak karşımıza çıkmaktadır. O, Medine’ye hicret ettiğinde üç farklı gurupla muhatap olmuştur ki, bunlar henüz İslâm’ı kabul etmemiş müşrik Araplar, Yahudiler ve Müslüman Araplardır. Kendisi, Medine’nin en güçlü kabileleri olan Evs ve Hazreç tarafından davet edilen bir peygamberdir. Dolayısıyla gücü de elinde bulundurmaktadır. Güçlü olmasına rağmen O, ne Müslüman olmayan Araplara, ne de Medine’nin önemli bir nüfusunu teşkil eden Yahudilere baskıcı bir tavır içerisine girmiştir. Medine’de yaşayan her grubu kendi inanç ve kültürleriyle kabul etmiş, onlarla kendi kimlikleriyle muhatap olmuştur. İnsanların dinlerini, kültürlerini zorla değiştirme anlayışında olmadığı gibi, onlara karşı diyalog kapısını da kapatmamıştır. O, bu kapıyı ardına kadar açık tutmuş, isteyen her kesimin yanına kendisi olarak gelmesine izin vermiştir. Korku, kasıt, kin, düşmanlık veya benzer sebeplerle yanına gelmeyenlere bir vesile ile kendisi giderek bu insanlarla diyalog kurmanın ve kendinde olan güzelliği gösterebilmenin yollarını aramıştır (İbn İshak 1991, 271-272; 291-294).

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Medine’ye hicretinin ilk yılında gerçekleştirdiği önemli olaylardan birisi de, şehirdeki gruplarla ortak bir savunma anlaşması yapmasıdır. Bu anlaşma tarihe Medine Vesikası veya Medine Anlaşması gibi isimlerle geçmiştir. Bu anlaşma, şehri, içinde yaşayan gruplardan oluşacak ortak bir güçle savunmayı âmir bulunmakta, sadece Müslümanların değil, İslâm’ı kabul etmemiş Arapların ve Yahudilerin de haklarını güvence altına almaktadır. Anlaşmaya katılan gruplar, anlaşma metnine kendi ırk, din ve kültürleriyle, yani kendi kimlikleriyle imza koymuşlar, herhangi bir zorlama ile de karşılaşmamışlardır (Ebu Ubeyd 1981, 236 vd; İbn Kesir, 3:224-226).
İlk dönem İslâm tarihi kaynaklarında Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.s.), başta kendi kabilesi Kureyş olmak üzere, Benî Kelb, Benî Hanîfe, Benî Âmir ve Kinde gibi kabilelerle iletişim kurma gayretlerinin daha peygamberliğinin ilk yıllarına rastladığını görüyoruz. Yine Mekke’ye dışarıdan gelen insanların toplandığı Akabe ve Zü’l-Mecaz çarşısı O’nun insanlarla oturup konuşmak için fırsat yakalamaya çalıştığı yerler arasında zikredilmektedir (İbn İshak, 294-299; İbn Sa’d, 1:216 vd.).

Hz. Muhammed (s.a.s.), Hicaz bölgesindeki farklı kültür ve inançlara mensup insanlarla bir araya gelip konuşma gayretlerinin yanında komşu ülkelerdeki diğer din sâlikleriyle diyaloga önem vermekteydi. O, müşrikler baskıyı artırdıklarında bi’setin beşinci yılında Müslümanları kafileler hâlinde Necaşî’nin ülkesi olan Habeşistan’a göndermiş, bu arada kendisini de İslâm’a davet eden bir mektup yazmıştı (İbn İshak, 290; Beyhakî, 2:308 vd.). Habeşistan’a hicret eden Müslümanlar, Necaşî’nin huzurunda ülkesine geliş gayelerini anlatıp İslâm hakkında bilgi verdiklerinde o, Müslüman olmuştur (İbn Hişam, 1:248-250). Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ile Necaşî arasındaki bu diyalogun bu hadise ile sınırlı kalmadığını, Necaşî’nin, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) bir takım meseleleri sorup öğrenmek üzere elçiler gönderdiğini müşahede ediyoruz. O, yedi rahip ve beş keşişten oluşan bu elçilik heyetinin aldıkları cevaplar karşısında gözleri yaşarmış ve İslâm’ı kabul etmiştir (İ. İshak, 280). Necaşî vefat ettiğinde ise, Resûlullah (s.a.s.) bir vefa örneği olarak bu hakşinas insanı hayırla yad etmiş ve gıyabında cenaze namazını kıldırmıştır (a.g.e. 281).

Rum kralı Kayser, Fars kralı Kisra, İskenderiye kralı Mukavkıs, Umman’ın kralları Ceyfer ve İyaz, Yemame kralları Hanefi Sümame b. Üsâl Hevze b. Ali, Bahreyn kralı Münzir b. Sava el-Abdî ve Şam bölgesinin kralı Haris b. Ebî Şimr el-Gassânî, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) diyalog kurmak için elçi gönderdiği devlet adamları arasındadır (İbn Sa’d, 1:258; Taberî, 3:237).
Allah Resûlü’nün (s.a.s.) insanlarla diyalog kurmak için elinden gelen gayreti gösterdiğini ve bu kapıyı hep açık tuttuğunu belirtmiştik. O’nun uygulamalarına ait yukarıdaki örnekleri artırmak şüphesiz mümkündür. Ancak konuyu daha fazla uzatmamak için bize rehber olabilecek Necran’lı Hıristiyanlara ibadet etmeleri konusunda gösterdiği hoşgörü ile ilgili bir örnekle bitirelim. Necranlılar, Peygamberimiz Hz Muhammed’in (s.a.s.) gerçekten bir peygamber olup olmadığını araştırmak üzere bir heyetle Medine’ye gelirler. Altmış kişilik bu heyet, Medine’ye gelerek Allah Resûlü ile görüşmek üzere Mescid’e giderler. İbadet vakitleri geldiğinde ise Mescid-i Nebevî’de ibadet etmeyi düşünürler. Sahabeden bazıları bu heyetin mescitte ibadet etmelerine engel olmak isterler. Ancak Allah Resûlü (s.a.s.), ashabına, ibadetlerini serbestçe yapabilmeleri için bu Necran’lı Hıristiyanları rahat bırakmalarını emreder. Neticede Necran heyeti Mescid-i Nebevî’de doğu tarafına yönelerek gönül rahatlığıyla ibadetlerini yaparlar (İbn Hişam, 2:196).

Kur’ân âyetleri ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) uygulamaları ışığında düşündüğümüzde İslâm, farklı din ve kültürlerdeki insanlarla diyalog kurmayı yasaklamamakta, bilâkis teşvik etmektedir. Ancak diyalog, inanç, kültür ve kimlikten taviz vermeden, karşı tarafa da saygı duyularak yapılmalı, asgarî müştereklerde buluşmanın yolları aranmalıdır. Anlaşmazlıkların, savaşların ve terörün dünyayı yaşanmaz hâle getirdiği günümüzde insanlığın buna ne kadar muhtaç olduğu da unutulmamalıdır.


Kaynaklar:
- el-Beyhakî, Ahmed b. Hüseyin, Delâili’n-Nübüvve, Tah. Abdulmu’tî Kalacı, Beyrut, 1985.
- el-Birunî, Ebu Reyhân Muhammed b. Ahmed, Asâru’l-Bâkıye ani’l-Kurûni’l-Hâliye, Tah. Eduard Sachau, Leibzig, 1923.
- Ebu Ubeyd, Kitâbü’l-Emvâl, Çev. Cemâleddin Saylık, İstanbul, 1981.
- Hamidullah, Muhammed İslâm Peygamberi, Çev. Salih Tuğ, İstanbul, 1980.
- İbn Hişam, Ebû Muhammed Abdülmelik el Meârifî, es-Sîretü’n-Nebeviyye, Tah. M. Ali Kutup-M. Dalî Balta, Beyrut, 1992.
- İbn Kesîr, el Bidâye ve’n-Nihâye, Lübnan, Bty.
- İbnü’l-Esîr, İzzeddin Ebi’l-Hasan, el-Kâmil fi’t-Tarih, Tah. C. H. Tornberk, Beyrut, 1979.
- Muhammed İbn İshâk, Siyer, Yay Haz. Muhammed Hamidullah, Çev. Kurul, İstanbul, 1991.
- Özkuyumcu, Nadir, “Asr-ı Saadette Hristiyanlarla İlişkiler”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslâm, İstanbul, 1994.
- Özlem, Doğan, Tarih Felsefesi, İstanbul, 1996.
- et-Taberî, Muhammed b. Cerîr, Tarihü’l Ümem ve’l Mülûk, Daru
’l-Fikr, 1987.
- el-Yakubî, Ca’fer b. Vehb, Tarih u Ya’kubî, Beyrut, Bty.


Kaynak: Abdullah Duman, Yeni Ümit Dergisi, Sayı: 65

Add comment


Security code


Refresh

back to top
  • EN SON EKLENENLER
  • EN ÇOK OKUNANLAR
  • SON YORUMLAR

HAKİKAT DAMLALARI

Hakikat Damlaları Gönülleri fetheden, beyan talâkatı değil hareket talâvetidir. Hakikat Damlaları

M. Fethullah Gülen

ARAMA

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu