Kürsü - M. Fethullah Gülen - Genç Adam

Diyalog Alan Açıyor Kendine

Süreci herkes biliyor. 1994’te kurulan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, onursal başkanı Fethullah Gülen Hocaefendi’nin fikrî ve amelî planda öncülüğünü yaptığı diyalog çalışmaları ile işe başladı. Vakıf, önceleri yurtiçinde herkese “dünyanın sekizinci harikası” dedirtecek ölçüde nice başarılara imza attı.

1980 öncesi ideolojik kamplaşma döneminin “düşman kardeşleri!” bu vakfın programlarında yan yana gelmiş, gelebilmişlerdi. 2000’li yıllar Türkiye’sinde herkesin birbirini büyük ölçüde kabullendiği bir atmosferin var olmasında 90’lı yıllarda yapılan bu faaliyetlerin büyük yeri ve önemi vardır.

Türkiye imkânsızın başarılmasının şokunu üzerinden atamadan yabancı din mensupları ile girişilen münasebetlerle ikinci bir adım attı Yazarlar Vakfı. İbrahimî din mensuplarının ortak paydaları etrafında birleşmesi ile başlayan bu yeni süreç, günümüze kadar uzanan ve geleneksel hâle gelen kalıcı projelerle münasebetlerini devam ettirdi.

Türkiye’de işler bu minval üzere artan bir hızla devam ededursun, devreye yurtdışı girdi. Zaten eğitim hizmetleri ile tanışık olma noktasında belli bir mesafe kat eden gönüllüler hareketinin kahramanları, bu tanışıklıklarını, başarılarını “bir kredi gibi kullanarak” diyalog alanına yöneldi. Şu an itibariyle daha henüz başlangıç ya da bebeklik devresini yaşayan bu alandaki çabalar okullarla adeta yarış edercesine çoğalmaya başladı. Tanışılan insanlarla Türkiye gezileri yapılarak gerek hareket gerek Türkiye hakkında bilgiler sunuldu, gözlemler yapmalarına imkân tanındı. En ilgi çekici olanı hiç şüphesiz bir kelime yabancı dil bilmediği hâlde evlerini bu yabancılara açan ve kendi ülkelerine giden hizmetlerin finansal desteğini sağlayan kişilerin samimiyetleri, Türk Müslümanına yaraşan ve yakışan misafirperverlikleri idi ki can evlerinden vuruldular.

Geçen hafta artarda iki gün Chicago ve iki gün de Houston’da, yerli ve yabancı onlarca bilim adamının sunduğu tebliğler, mahallinde oldukça önemli konuma sahip kuruluşların katkısı ile yapılan bu sempozyumlar, 90’lı yıllarda çok mütevazı bir şekilde başlayan hizmetlerin geldiği mesafeyi gösterme adına iyi bir ayna oldu. Chicago sempozyumunun ana başlığı “Yeni Yüzyılda Dinlerarası Diyalogda Ortak Noktalar Bulma Çabası”, Houston’da ise “Günümüz Dünyasında İslam: Düşünce ve Eylemde Fethullah Gülen Hareketi” idi. Bu iki ana temanın altını dolduran bazı tebliğlerin başlıkları ise şöyle: ‘Ekoloji ve Adil Bir Barış Arayışı’, Dinî ve Kültürel Çoğulculuk’, ‘Sufi Düşüncesi ve Çağdaş Meseleler’, ‘Gülen Hareketi ve Dinlerarası Diyalog’, Fransız İslam uzmanı ve düşünürü Louis Massignon’un Fethullah Gülen mukayesesinin yapıldığı ‘Çağdaş İslam Düşüncesi ve Pratiğinde Fethullah Gülen Hareketi’, ‘İbrahimî işbirliği çerçevesinde Fethullah Gülen’in Müslüman-Hıristiyan diyaloguna katkısı’, ‘Diyalog: Eski Yunan düşüncesindeki temel, Fethullah Gülen düşüncesi ve Jürgen Habermas’, ‘21. Yüzyıl’da Dinler, küreselleşme ve diyalog; Fethullah Gülen ve Arnold J. Toynbee’, ‘Fethullah Gülen’in Neo-Sufizmi’, ‘İslam ve Demokrasi: Walt Whitman’dan Gülen’e; Demokrasinin evriminde gelecek vizyonları’, ‘Hoşgörü konusunda Gülen ve Gazali’, ‘İlerici İslam düşüncesi, sivil toplum ve ulusal çerçevede Gülen Hareketi: Endonezya ile paralellikler.’

Dört gün boyunca izlemeye çalıştığımız iki sempozyum çeşitli noktaları itibariyle değerlendirmelere konu olabilir. Yukarıda bir kısmını aktardığımız tebliğ başlıkları ve tebliğleri sunan ilim adamlarının isim ve konumları bile değil sempozyuma dinleyici olarak katılanlara, dışardan bakan insanlara dahi meselenin boyutunu gösterme adına fikir verebilecek nitelikte. Özellikle ideolojik reflekslerle hareket edip Türkiye’de bazı kesimlerce belli bir yere konulan Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ve fikrî mimarlığını yaptığı hareketin, sahalarının uzmanı Batılı ilim adamları tarafından böylesi akademik çalışmalara konu olması oldukça önemli bir gelişme.

Bu yazıda söz konusu sempozyumlardan hareketle özellikle Türkiye haricinde yapılan diyalog faaliyetleri adına bir iki hususa dikkati çekeceğim. Çok açık ve net; Hocaefendi’nin “gönüllüler” dediği hareketin üyeleri tarafından açılan diyalog merkezleri, özellikle ABD’de diyalog eksenli çalışmalar ile bir anlamda boşluk doldurmadı, bir anlamda doldurdu. Doldurmadı; zira dinlerarası diyalog çalışmalarının mazisi bazı yerler ve kurumlar itibariyle yüz yıl kadar geriye gidiyor. Doldurdu; zira bu kurumlar yapageldikleri organizasyonlarda Müslümanları dışlayan veya diyalogu Yahudi-Hıristiyan diyalogu şeklinde algılayan bir zihni yapıya sahip. Müslümanlara açık olanlar da var ama onlar böylesi çalışmalara taraf olacak, eşit şartlar altında ve bir masa etrafında diğer din mensupları ile birlikte çalışma zihniyet ve düşüncesine açık Müslümanlar bulmakta zorlanmışlar. Hiç mi yokmuş diyalog zihniyetine açık Müslümanlar bugüne kadar? Hayır böyle bir iddiamız yok fakat bu zihniyete açık Müslümanlar ya kurumsal yapılanmalarını tamamlamamış ya da ihtiyaca cevap verecek yoğunlukta değiller.

İşte bir boşluk doldurdu dediğimiz açıdan gönüllüler hareketinin kurallarını kendisinin belirlediği bağımsız diyalog çalışmaları Batı’da tıpkı okullar gibi kendine alan açarak ilerliyor denebilir. Bir taraftan ötekilerin yıllardan beri arayış içinde bulundukları diyaloga açık Müslüman boşluğunu doldurması, öte taraftan kendi değerlerinden taviz vermeden ve o değerlere nihayetsiz bir güven içinde yapılan temsil, bahsini ettiğimiz alanın açılmasında önemli rol oynuyor.

Bundan daha önemlisi ise açılan alanların yeni olması. Kafadar üç üniversite öğrencisinin bulunduğu küçük şehirlerin dahi bu tür faaliyetlere sahne olması, hatta kilise, havra, sinagog, temple işbirliği içinde yürütülen faaliyetlerin öncülüğünün bu gençler tarafından yapılması, alan açmanın en büyük göstergelerinden biri. Nitekim daha dün denebilecek kadar bir süre önce başlayan bu çalışmaların bugün gelmiş olduğu nokta ancak böyle bir yaklaşımla izah edilebilir diye düşünüyorum. Cengiz Çandar’ın da belirttiği gibi Chicago’yu anladık da, Houston gibi dinler, kültürler, medeniyetlerarası çalışmalarla ön plana çıkmamış bir yerin hem de Fethullah Gülen Hocaefendi hakkında bir sempozyum düzenlenecek seviyeye gelmesi bunu gösteriyor.

Bu süreci tetikleyen ve Batılıların ilgisine mazhar kılan unsurların başında 11 Eylül olayının geldiğini belki sözün geldiği bu aşamada belirtmekte büyük fayda var. Batı’da yaşamayan insanların katılmakta zorlanacakları bir tespit olabilir bu. Zira 11 Eylül’ün İslam’ın imajı adına yaptığı tahribat meydanda ve tartışılamaz. Batı medyasının kasıtlı yayınları ile İslam dinini terörizme eşdeğer biçimde sunmalarını kast ediyorum bu sözlerimle, ama şu da gözden kaçmamalı ki 11 Eylül’de ve arkasından yapılan yayınlar İslam’ı Batı’da özellikle elit kesimin, üniversite camiasının ilgi alanı içine sokmuştur. Yapılan yayınlar, düzenlenen konferans, panel ve sempozyumlar, yayımlanan kitaplar, üniversitelerde açılan dersler hatta kürsüler bunu açıkça göstermektedir. Bu süreç içinde Hocaefendi’nin Kur’an ve sünnete getirdiği teorik yorumlar, tarihsel sürece ait açıklamaları ve hepsinden öte gönüllülerce bu düşünce, yorum, yaklaşımların projelendirilerek hemen pratiğe intikali Batı ve birçok Batılının arayışı ile örtüşmüş ve bir kesişme noktasında buluşmuşlardır.

Üstelik Hocaefendi’nin tasavvufa yapmış olduğu vurgunun burada ayrı bir öneminin olduğu da muhakkaktır. Mevlana merkezli Sufi İslamı Batı dünyasında İslam’a ilgi duyan herkesin ilk durağıdır. Bu çerçevede yapılmış akademik çalışmaların, din değiştirerek Müslümanlığı tercih eden yeni Müslümanların kurdukları dernekler, her yıl aralık ayında Konya’da yapılan ‘Şeb-i arus’ programlarına katılanlar bir kanaat oluşmasına yetecek seviyededir. Nitekim çeşitli yönleri ile Hocaefendi ve hareketin ele alındığı 4 günlük tebliğler arasında en çok Sufizm’in konuşulması hatta birçoklarını rahatsız edecek Hocaefendi’nin bir tarikat şeyhi, hareketin bir tarikat gibi gösterilecek ölçüde tasavvufî yöne vurgu yapılmasının ardında da bu vardır. Hocaefendi ve tasavvuf hakkında tebliğ sunan insanların zaten kendi çalışma alanlarıdır tasavvuf. Dolayısıyla rahat kalem oynattıkları, rahat mukayeselere ve sonuçlara gittikleri, kendilerine göre farklılıklardan hareketle orijinal tespitler yaptıkları alan olmuştur tasavvufî yön.

Benim tespitlerim arasında gözden kaçırılmaması gerekli olan bir başka önemli husus; diyalog çalışmaları ile Türkiye’nin küreselleşme sürecine yapmış olduğu katkıdır. Burada özellikle Türkiye demeyi tercih ettim çünkü Fethullah Gülen Hocaefendi öz be öz Türk, bu hareket isimsiz yüzlerce, binlerce, milyonlarca kadın-erkeği, çoluk-çocuğu ile Anadolu’nun öz evlatları tarafından desteklenen yerli bir harekettir. Kendi gücünü kendi oluşturan, ulusal veya uluslararası hiçbir güce dayanmayan, Türkiye’ye ait bağımsız bir hareket. Beğenelim veya beğenmeyelim, katılalım veya katılmayalım içinde bulunduğumuz küreselleşme çağında Türkiye’nin bu sürece müspet tek katkısı Yasin Aktay’ın isabetli teşhisleri ile bu hareketin dünyanın dört bir yanında açmış olduğu okullardır. Bazıları buna öngörü veya kehanet diyebilir. Fakat meyveleri devşirildiği zaman çok daha iyi görülecek bu kehanet bence piyasada arz-ı endam etmeye çoktan başlamıştır. Ramazan’da Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın düzenlediği iftarda dünyanın dört bir bucağından mezun olup üniversitelerde okuyan, üniversite eğitimini tamamlayıp iş hayatına atılan nice insanlar bunun bir göstergesi değil midir?

Şahsi kanaatim, tıpkı okullar gibi diyalog kurumları da, çalışmalarına bu hızla devam ederse küreselleşme sürecine Türkiye’nin yapacağı ayrı bir katkı olacaktır. Bu katkı pratikte okullara nispetle daha çabuk meyvesi devşirilecek bir izlenim de vermektedir; zira çalışmaların tabiatı bunu gerektirmektedir. Etki alanı ise insan ve toplum hayatında vazgeçilmez yere sahip olan din üzerine kurulduğu için daha geniş tabanlı olmaya namzettir, hatta olmaktadır.

Bu tür programlar bizlere pratikte ne kazandırıyor? Bence üzerinde durulması gerekli olan önemli bir soru bu. Bu kabil programların birbirimizi bilme, tanıma ölçüsünde dünya barışına kısa, orta ve uzun vadede yaptığı/yapacağı katkılar muhakkak. “Bilinmeyen öteki” olmaktan bizi ve onları “bilinen öteki” olmaya götüreceği de. Ama ondan önce bizim kendimize ve sahip olduğumuz değerlere duyduğumuz özgüven hiç de yadırganmayacak bir kazanımdır bence. Evet, ne dinimizden, ne örf ve adetlerimizden, ne gelenek ve göreneklerimizden şüphemiz, ne de bunları kabullenmek ve uygulamakta zorluğumuz var. Ama şunu da unutmayalım: Bir, herkes böyle değil. İki, bir-iki asırdan beri biz Batılı değerlerin hakimâne baskısı altında ezilmiş bir kültürün çocuklarıyız. Bediüzzaman, M. Akif, Necip Fazıl, Cemil Meriç, Hocaefendi gibi istisnalar bir tarafa bizler genel anlamda bu ezilmişliğin hasıl ettiği psikoloji ile büyüdük. Hele Batı ülkelerinin hemen her alandaki maddi kalkınmışlıkları karşısında asimile olmaya kadar giden yolcuğa gönüllü olarak katlandık. Dinimizi, dilimizi, kültürümüzü çoklarımız itibariyle unuttuk. Sonra yukarıda bazılarını zikrettiğim kişilerin rehberliğinde kendimize dönmeye, kendi değerlerimizin farkına varmaya çalıştık. Şimdi de Batı ile adeta yüzleşircesine onun temsilciğini yapıyoruz. Yalnız unutmayalım ki bu ezilmişliğin bizim ruhumuzda hasıl ettiği psikolojiyi ferd, millet ve devlet olarak atmamız uzun zaman ister. İşte diyalog eksenli bu çalışmalar, Batılı akademisyenlerin ağzından bizim değerlerimizin farklılığına hatta yüceliğine ait duyduğumuz sözler bizlere özgüven kazandırıyor. Yemekte, çay-kahve molasında tanışırken dahi gönüllülerin davranışlarında bir şekilde hissedilen bu özgüven aynı istikamette yapılacak çalışmalar için ciddi tetikleyici faktör oluyor.

Yeri gelmişken ifade etmeden geçemeyeceğim; Batılı akademisyenlerin ağzından hem de Türkçe versiyonları ile duyduğumuz sözler-tespitler değil. Zaten o tespitler halk diliyle ifade edecek olursam; Vay be! Biz neymişiz! Neler yapıyormuşuz da haberimiz yokmuş dedirtecek cinsten. “Hocaefendi, abi, abla, şakirt, cemaat, beşinci kat, insan-ı kâmil, fena fi’l ihvan, Risale dersleri vs.” ifadeleri bir taraftan insanı sevindirirken diğer taraftan üzüyor. Sevindiriyor; zira çok tenkit edilen, gizli ajanda kavramları ile üretilen vehimlerle bakılan bir hareketin kendi içinde ürettiği terminolojiye yabancıların vâkıf olmaları ve onu tüketmeleri öyle zannediyorum ki o iddiaları ortaya atanlara iyi bir cevap oluyor. Üzüyor; İslam dünyası da dahil bizim dünyamızda Batılı dinleri, cemaatleri bu ölçüde bilen insanımızın azlığı ister-istemez akla geliyor. Hıristiyanların İslamı bilen oryantalistlerine bedel, kaç tane Hıristiyan ve Yahudilik dinine ait, o dünyada da sözü geçen uzmanımız bulunduğu sorusu zihni meşgul ediyor.

Hele 1999 Haziran ayında kopartılan fırtınanın uzantısı olarak Hocaefendi aleyhine DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’in iddianamesinin Türkiye’yi ilgi ve uzmanlık alanı olarak seçen bir akademisyenin tebliğine konu etmesi ayrıca değerlendirilmesi gerekli olan bir hadise. Öyle zannediyorum ki sağduyu sahibi birçok Türk vatandaşı, ülkemizin hukuk sistemini eleştirme, siyaset-hukuk ilişkisi bağlamında menfi yorumlamalara kapı açma ve derin devlet olgusunun böylesi bir toplantıda Batılı akademisyenler tarafından bir kez daha gündeme getirilmesi karşısında ciddi üzüldüler. Halbuki tam da “oh olsun!” diyecekleri bir yerde. Tek başına bu duygu, bu hissiyat vatan sevgisinde kimin/kimlerin daha samimi olduğunu göstermeye yeter.

Hasılı; yolun başında bulunuyoruz. Bu kervanın Türkiye’de öncülüğü Yazarlar Vakfı tarafından yapılmış olabilir ama unutulmamalı ki Batı dünyasında bu kervana biz çok sonradan katıldık. Tehiri aldırmak ve aradaki mesafeyi kapatmak, dinler, kültürler ve medeniyetler arasındaki hakiki diyalogda Türk Müslümanlığının da bulunduğunu göstermek gerekiyor. Bu Esposito’nun dediği gibi Müslüman karşıtlığı anlamına gelen “İslamofobi” düşüncesini engelleyecek çalışmaların başında gelir. Esposito’ya göre ancak bir nesil sonra meyvesi devşirilebilecek bu engelleme çabaları, bu çerçevedeki çalışmaların hızına göre zamanı kısaltacaktır. Bu vesile ile bütün bu duygu ve düşüncelere Türk insanını uyaran, uygulamaya hazır projeler üreten ve motive eden Fethullah Gülen Hocaefendi’ye bir kere daha şükranlarımızı arz ediyoruz.

Kaynak: Ahmet Kurucan, Aksiyon, 21.11.2005

 

Add comment


Security code


Refresh

back to top
  • EN SON EKLENENLER
  • EN ÇOK OKUNANLAR
  • SON YORUMLAR

HAKİKAT DAMLALARI

Hakikat Damlaları Güzel ahlak, en iyi arkadaştır; Mü’minin amel defterinin nişanesi güzel ahlakıdır. Hakikat Damlaları

Hz. Ali (r.a.)

ARAMA

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu