Kürsü - M. Fethullah Gülen - Genç Adam

Değişen İftira Konsepti

Bir önceki yazıda, adeta iftira üretim fabrikası gibi çalışan bazı odakların, son dönemler itibarıyla, zift sürme çalışmalarını, keskin bir makas değişikliğiyle, din-diyanet kisvesi altında sürdürmeyi planladıklarının anlaşıldığını ifade etmiştik.

Peki ama, niçin bu denli keskin bir strateji ve taktik değişikliği?


Elbetteki, böyle bir değişikliğe bir anda karar verilmedi. Şimdiye kadar yıllar boyu sürdürülen karalama faaliyetlerinin, tertip edilen organizasyonların, harcanan emek ve gayretlerin, yapılan masrafların sonucunda geriye dönülüp bakıldığında görüldü ki, "az gittik-uz gittik, dere-tepe düz gittik, bir arpa boyu yol aldık." Hatta hamuru, mukaddes değerlerle yoğrulmuş Anadolu insanının; dininden, inancından dolayı Hocaefendi'ye çamur atıldıkça, ona ve hareket felsefesine daha bir sahip çıktığı ve sonuç itibarıyla karalama kampanyalarının hedeflenenin tam aksi istikametinde netice verdiği anlaşıldı.

İşte bu sonuç karşısında, malum odaklar esaslı bir strateji değişikliğine karar verdi ve –kendileri açısından- ciddi bir risk göze alarak, daha önce "tarikatçı" deyip tahkir ettikleri, kılığı-kıyafeti, saçı-sakalıyla alay ettikleri ama halk katında dış görünüşü itibarıyla hürmet görüp kabul edilecek bir kişi bulup, onunla beraber çalışma ve hareket etme stratejisinde karar kıldılar. Güya, bu yolla, Hocaefendi ve hareketi “içerden” vuracak, kendileri sahne gerisinde durmak suretiyle, hem kendilerini yıpratmaktan korumuş, hem de geniş halk kesimleri üstünde daha müessir bir metod uygulamaya koymuş olacaklardı.

Bu doğrultuda en uygun kişinin tesbit edilmesi, tabir caizse, hedefin tam on ikiden vurulması gerekiyordu. Hem zaaflarıyla işin sonuna kadar elde tutulabilecek, hem hased ve kıskançlık damarları sürekli tahrik edilebilecek, hem de maddi-manevi beklenti ve hayalleriyle her daim birşeylerin peşinde koşma ihtirasıyla meşbu' bulunan biri olacaktı. Aradıkları kişiyi tam buldu veya bulamadılar, bilemiyorum; ama bir-iki zavallının, bilerek veya bilmeyerek bu işe alet olabilecek bir yol içerisinde bulunduğu/bulunuyor olduğu muhakkaktır.

Tabiî iftira stratejistleri, risk alıyor olsalar da, bu metodun ne kadar şedit bir tahrip gücüne sahip olduğunu çok iyi bilmektedirler. Zira tarihte nice kereler şahit olunmuştur ki, gövdenin içindeki unsur küçük olmakla birlikte, dışarıdaki vahşi pençelerden daha derin ve onulmaz yaralar açabilmiştir.

Evet, nifak stratejisi üzerine kurulu fitne oyunları öyle kolayca bertaraf edilecek cinsten değildir. Mesele çok hassas dengeler üzerine kuruludur. Diyelim ki, şimdi siz kalkıp aynı yolun yolcusu olduğu halde sabah-akşam size zift püskürten bir insan hakkında yazıp konuşsanız, netice itibarıyla sözkonusu olan dindar bir kişi olduğundan, yazılıp konuşulan şeylerin din-diyanet aleyhinde kullanılma ihtimali var. Sükutu tercih etseniz, gerçekleri alt-üst eden uydurma söz ve isnadların, meselelerin iç yüzünden haberdar olmayan kişiler üzerinde şöyle-böyle birşeyler bulaştırma ihtimali sözkonusu. Müfterinin ağzının payını verseniz, mukaddesat düşmanlarını sevince, ehl-i iman ve ehl-i insafı da hüzne boğacak bir manzara ortaya çıkabilir. “Sükut da bir töredir” deyip, din düşmanlarının bile söylemedikleri iddiaları çekinmeden dile getiren kendinden habersizlerin kalblerinin yumuşayacağı eşref saati bekleseniz, bu arada, yeryüzü çapında istikbal vaad eden hayırlı bir faaliyetin baltalanması karşısında sessiz kalma gibi ağır bir vebali yüklenmiş olacaksınız.

O sebeple, zannediyorum, az-çok bu hassasiyetlerin farkında olan vicdan sahibi her bir ferd, bu manzara karşısında, kimi zaman, “üslubumuz sükutumuza emanet” deyip içten içe ızdırapla yutkunup duracak, yutkunup sükutun çığlıklarını içine gömecek; kimi zaman da “bu kadarı da olmaz ki!” deyip çığlık çığlık hak ve hakikati duyurmak isteyecektir.

İşte bu ruh hali içinde, bu ızdırap ve endişe duyguları altında, içten içe burkuntular yaşıyor olsam da, mücerred bir üslupla bazı hususlara dikkatlerinizi çekmek istiyorum:

Güya, dini duygu ve düşünceyi muhafaza gayesiyle hazırlanmış ama tamamen iftira ve tezvirlerle dolu, mideniz bulanmadan baştan-sona takip edemeyeceğiniz malum cd'lerin arkasında acaba nasıl bir ruh hali vardır? Nasıl bir ruh hali vardır ki, sahibi olduğunu iddia ettiği maddi-manevi makamlar itibarıyla herkesten daha edepli, daha terbiyeli, daha nazik ve daha nezih olması gereken biri, sabredip seyretme tahammülü gösterince insanın içinde öğürtü hâsıl edecek kadar kin, nefret, hased kusmuklarıyla; mütecaviz, saldırgan, gaddar bir üslupla sizi karşı karşıya bırakıyor? Dostun attığı gül dahi baş yararken, şimdiye kadar azılı ve sabıkalı Hocaefendi ve hareket karşıtlarının bile dile getirmedikleri, dile getirenlerin ise imanını tehlikeye sokacak ölçüde dehşet-engiz isnad ve iftiraları Hocaefendi ve sevenlerine karşı yönlendiriyor/yönlendirebiliyor? Evet, bu hezeyan ve çılgınlığı besleyen psikolojik saikleri bilmezseniz, hem inkisar duygularıyla bu gibi kişiler hakkında bütün bütün ümitsizlik hissine kapılır, hem de patolojik ve artık kronik hale gelmiş bu tür hasta ruhlu insanlar karşısında doğru ve isabetli tavır, muamele ve mualecelerde bulunamazsınız.

O sebeple biz, problem ve çözümü yine insan denen o meçhul ve muamma varlığın iç dünyasından hareketle tesbit ve tahlil etme yolunu tercih edeceğiz:

Çağ ve Megaloman Kişilik

Her çağın kendine has karakteristik özellikleri vardır. Bu çağın en belirgin özelliklerinden biri de enaniyet ve bencillik çağı olmasıdır. Öyle ki geçmiş asırlarda hastalık olarak nitelendirilen “kendi başıma herşeyi yapabilirim, herşeye güç yetirebilirim, herşeye yeterim…” gibi söz, tavır ve davranışlar, günümüzde -kişisel gelişim ve benzeri yayınlarda sıkça karşılaştığımız üzere- takdir, tebcil edilmekte, alkışlanıp ideal ufuk olarak gösterilmektedir.

Evet, çağımızda herşey adeta egoizmi besleyip büyütecek, tetikleyip tahrik edecek bir çark üzere kurulmuş gibidir. Bilim ve teknolojideki gelişmeleri nazar-ı itibare alıp çağımıza ad koyan bilim adamları, şayet insan unsurundan hareketle ahlakî değerlerdeki alt-üst oluşa bakıp çağa bir ad koyacak olsalardı, zannediyorum, çağımıza "egoizm çağı" diyeceklerdi. Hasılı; “çağ Firavun çağı, toprak Nemrut bitiriyor.”

Bu sebeple umumi bu atmosfer içerisinde, geçmiş asırlarda, belki birkaç yüzyılda bir ortaya çıkan Firavun, Nemrut, Neron tiranlarına karşı, çağımızda Lenin, Stalin, Hitler, Mussolini… gibi zorbaların, kısa zaman aralıklarıyla peş peşine sökün ettiğini görmekteyiz.

Tabii enaniyet veya egoizmin son sınırındaki bu çılgınlık ve hezeyanlar, bugün sadece idarî, askerî ve siyasî sahada yaşanmıyor. İlmî ve dinî müesselerde de, -söylemesi çok acı ve vicdanı derinden derine sızlatsa da- bu çılgınlık ve hezeyanların kendini gösterdiğini kabul etmemiz gerekiyor.

Evet, bugün acz u fakr, tevazu, mahviyet, hacalet gibi temel esasların menşei ve merkez noktası mesabesinde olan mekanlarda bulunsa da, çağın felsefesinin aldatıcı oyunları altında kendini kaybetmiş, kendinden habersiz, heva u hevesi fikir suretinde gören nice aldanmış kişi var ki, dinin emir ve yasakları açısından, asgari bir müminin yerine getirmesi gereken şartları dahi yerine getirmediği halde bazen üstü kapalı, bazen açık “Gavsım”, “Kutbu A'zamım”, hatta “Beklenen zatım”, “Mehdiyim”, -haşa- “Mesihim” iddialarında bulunabilmektedir. Kaldı ki, dünden bugüne dini, temel kaynaklarından derinlemesine öğrenip her bir ilim sahasında yed-i tula sahibi, aynı zamanda bildiklerini kılı kırk yararcasına bir hassasiyetle yaşayan mana aleminin devasa kametleri bile bu tür iddialarda bulunmamış, hatta bu tür iddialarda bulunulmasını dalalet ve küfre doğru bir kayma şeklinde anlamış ve anlatmışlardır. Ancak dediğimiz gibi çağ, “egoizm çağı” olduğundan, geçmiş asırlarda, bir toplum içinde, belki bir-iki tane çıkan “gavs, kutup, mehdi” taslaklarına, günümüzde kısa zaman aralıklarıyla –maalesef- sıkça rastlanmaktadır. İşte bu tip ne egoist, ne de egosantriktir. Bu tip, kelimenin tam manasıyla bir megalomandır.

Megalomani; bencilliği, enaniyeti, kibri en üst sınırda ifade edebilme, bu tür hastalıkların en korkunç ve en iflah olmaz halini tesbit adına kullanılan bir tabir. Egoizme enaniyet diyecek olursak, egosantrizme katmerli enaniyet diyebiliriz. İşte zannediyorum megalomani de, egosantrizmin kat be kat katlanmış halini ifade edebilme adına bu sahanın uzmanlarının sığındığı bir mefhum olarak kullanılan bir kavram.

Konuyu müşahhas bir misalle şöyle anlayabiliriz:

Diyelim ki, topluma hükmetme mekanizmasında en üst noktada bulunan, dolayısıyla makam, mansıp, şöhret, servet, güç… gibi hususiyetleriyle kendini gurura, kibre kaptıran üç insan düşünelim:

Bunlardan biri; “bu toplumda en zeki, en akıllı, en başarılı.. insan benim. O sebeple şu an bu makamda ben bulunuyorum” anlayışı içinde.

Diğeri; “ben farklı yaratılmış biriyim. Hiç kimsede olmayan hususiyetlerim var. Cihanda benim gibi özellikleri olan ikinci bir insan, ikinci bir lider yok” kanaatini taşıyor.

Bir diğeri ise; “ben sizin en yüce rabbiniz değil miyin” diyen firavun örneğinde olduğu gibi kendisini –haşa– mutlak üstün ve ilahlık vasıflarını haiz biri olarak görüyor ve dolayısıyla kendinden başka herkesi de kul-köle olarak telakki ediyor/telakki edilmesini istiyor.

Şimdi birinciye egoist, ikinciye egosantrik diyecek olursak üçüncüye vereceğimiz isim megalomandır.

Bu açıdan megaloman; kendi kendisinin meshûru, nefsine aşık ve taparcasına ona bağlı, gerçekten Allah'ı sevenlerin sevdiği kadar nefsini seven, ona perestiş eden ve perestiş edilmesini isteyen kendini kaybetmiş körkütük bir gurur abidesidir. O, kendini mutlak üstün ve eşsiz bir varlık olarak görme eğilimindedir. Bu sebeple, ona izafe edilmeyen iyilik ve güzellikler hakiki manada iyilik ve güzellik olmadığı gibi, onun yaptığı kötü fiil, amel ve günahlar da, gerçekte bir günah değil, sadece günah suretinde, içinde pek çok hikmetleri barındıran ve fakat herkesin anlayamayacağı bir faziletten ibarettir.

Bundan dolayı megalomanın yanında bir başkasının güzel bir vasfından, iyi bir amelinden bahsetmek mümkün değildir. Zira bütün iyilikler ona raci, bütün faziletler onda toplanmıştır. Eğer yanında, -yanlışlıkla- kendinden başka birinin bazı hayırlı faaliyetler içinde bulunduğu gibi takdir ifade eden bir söz söylenecek olursa, o, kendi malı gasbedilmiş gibi birden bire hırçınlaşır, etrafını kırıp geçirmeye başlar, hızını alamaz takdir edilen şahıs hakkında gıybet ve iftiralara girer ve sonuçta en masum hareketler için en ağır suçlama ve karalamalarda bulunacak bir duruma düşer.

Evet, miskin miskin oturup hiçbir iyi ve güzel faaliyet içinde bulunmayan, hatta kötülük yapıp duran insanlar ilgilendirmez birinci dereceden onu. Megalomanın asıl ilgi sahası güzel, olumlu faaliyet içinde olanlardır. Zira toplum içinde hüsn-ü kabul görüp takdir edilen onlardır. Dolayısıyla megalomanın en büyük düşmanı da ister-istemez o kişiler olacaktır.

Evet, hayırlı iş ve faaliyetler ne kadar büyükse, megalomanın kıskançlık, hased, düşmanlık duyguları da o kadar derindir. Kim toplum tarafından en fazla sevilip sayılıyor, alkışlanıyorsa megaloman baş düşman olarak onu seçer. Toplum nezdinde o kişinin itibarını yerle bir etmek için akla-hayale gelmedik iftira ve tezvirlere başvurur, varsa etrafında beş-on insan en büyük iş ve icraat olarak, onları o kişiye karşı sürekli düşmanlık duygularıyla besleyip biler, böylece şahsî kin ve nefret hislerini bir şahs-ı maneviye mal etmeye çalışır ve neticede düşman seçtiği kişi üzerine, hased duyguları içinde bir ömür boyu mütemadî taarruzlarda bulunur durur.

Megalomanı, megaloman haline getiren kimi zaman maddî makam, mansıp, servet u saman, zeka, güzellik… vb. dünyevî faikiyet mülahazalarıdır. Kimi zaman da kişinin hayalinde kendisi için takdir buyurduğu (!) manevî makam ve payelerdir. Bir de, böyle bir kişinin etrafında birkaç müdahin peyda olup, o zavallının bu tür duygularını sürekli tetikleyip duruyor ve etrafındaki bir kısım safderun insanlar da, dinin ruhuna ters, aşırı, ölçüsüz hüsnüzan ifade eden beyanlarda bulunuyorlarsa, artık böyle biri ömrünü zaviyede, halvethanede de geçirse, hatta gidip bir dönem Kabe'ye komşu olma şerefiyle şerefyâb olsa da, karşımıza, kibrine, gururuna dinî bir urba giydirmiş tipik bir megaloman çıkıverir.

İşte din kisvesi giydirilerek yeni bir konseptle sürdürülmesi planlanan iftira faaliyetlerinde, şu an, -çok acıda olsa ifade etme mecburiyetindeyiz ki- böyle bir megaloman ruh hali ile karşı karşıya bulunuyoruz.

Yazılıp konuşulanların bir faydası olur mu olmaz mı onu bilemiyeceğim, ama en azından vak'ayı rapor ve tarihe not düşülmesi açısından bu gerçeklerin uygun bir üslupla mutlaka ifade edilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Bu arada, yazıdaki üslubu, ifadeleri ağır bulanlar olabilir. Ama bu üslup ve ifadeler, her türlü iftirada bulunuyor olsa da, mümin bir şahsiyet olarak görülen bazı kişi ve kişilerin, “acaba meselenin dehşetinden haberdar edilebilirler mi?” ümidiyle, bilerek dozajı artırılmış üslup ve ifadelerdir. Hani, memleketimizin karayollarında hiç uyumaksızın günlerce yolculuk yapan kamyon şoförleri vardır. Bunlar bazen, düz bir yolda tamamen uykunun derinliklerine dalıp giderler. Siz durumu farkettiğinizde var gücünüzle kornaya basar, uyuyan şoförü uyandırmaya çalışırsınız. Yapılmaya çalışılan işte budur. Yoksa baştan beri konu, akl-ı selimle, sağduyuyla, hissilikten, duygusallıktan uzak kalınarak ele alınmaya çalışıldı. Ancak, meselenin vehametini anlatabilme adına da, bilinçli bir şekilde bu ağır üslub tercih edildi.

Şöyle ki, malum cd'leri ilk seyrettiğimde yanımda bulunan arkadaşa şöyle demiştim:

- Bu zavallı niçin bu kadar pervasız bir şekilde hareket ediyor, biliyor musun? Hani aşırı derecede şımartılmış bazı huysuz çocuklar vardır. Bu haylaz ve yaramaz çocuklar zannederler ki, onlar ne yaparlarsa yapsınlar, büyükleri bir şekilde onları affedecek, yapıp-ettiklerini görmezlikten gelecektir.

Şimdi bu şahıs, Hocaefendi'nin engin hoşgörüsünü, artık tabiatı haline gelmiş affediciliğini çok iyi biliyor. Ve biliyor ki, Hocaefendi, mümin bir şahıs ve topluluğun gıyabında konuşmaz. Konuşmak mecburiyetinde kaldığında da kılı kırk yaran bir hassasiyet ve titizliğe sahiptir. Aynı zamanda vifak ve ittifak aşığıdır ve bundan dolayı başkalarının sağa-sola çekeceği, müminler arasında tefrika unsuru olarak kullanılabilecek üslup ve ifadelerden fersah fersah uzak durmaya çalışır.

Bu sebeple bu malum şahıs, pervasızlığın son sınırında, “nasıl olsa Hocaefendi bunu da affeder, bu mevzuda da hakkımda herhangi bir ifade ve beyanda bulunmaz” rahatlığı içinde, hiç çekinmeden, kendisine ne dikte ettirilmişse hepsini, kutsal kaynaklara, o yüce ve ulvi ayet-i kerime ve hadis-i şeriflere sarıp sarmalayarak cd'lere doldurmuş ve kadîm şer şebekelerinin bilerek-bilmeyerek borazanı haline gelmiştir.

Ancak kanaatimce şu nokta unutulmamalıdır: Yazı ve sohbetlerinden, genel yaklaşım ve kriterlerinden anlayabildiğimiz kadarıyla, Hocaefendi birlik ve beraberlik ruhunun zedelenmemesi adına şahsına yapılan en ağır hakaretleri bile “bu yolun kaderi bu” deyip nisyan kuyusunda unutulmaya terketse de, kamu hakkının, şahs-ı manevinin hukukunun söz konusu olduğu yerde hakkın çiğnenmesine asla müsaade etmez ve aynı zamanda asla müsaade edilmesini de istemez.

Bu sebeple, bu temiz ve nezih internet sitesine yakışmayacak ağır ve nahoş bir yol ve metodu kullanma mecburiyetinde kaldım. Netice itibarıyla bu benim tercihimdir ve şahsımı bağlar. Belki de Hocaefendi ve onun gibi düşünen nice insan, bütün bu zulüm ve insafsız iftiralar karşısında bile yine de böyle ağır ve nahoş bir üslubu kesinlikle tasvip etmeyecektir. Tasvip etmeyecek ve onlar yine, “herkes kendi seciye ve karakterine göre davranır” ferman-ı sübhanisi anlayışı doğrultusunda; “gelse celalinden cefa, yahut cemalinden vefa, ikisi de cana safa, lütfun da hoş, kahrın da hoş” diyerek, bu işi kaderî bir imtihan olarak değerlendirecek ve çığlıklarını yüreklerine gömüp ızdırap yudumlamayı tercih edecektir.

Bu sebeple bu satırların yazarı böyle bir endişe dolayısıyla yazısını şöyle bir dua ile bitirmek istiyor:

Yüce Rabbimden diler ve dileniriz, yazıp konuştuklarımızı rızasına muvafık kılsın ve bizi yazı gibi kalıcı bir ameliyede kalıcı bir günah işlemekten muhafaza buyursun. Böyle bir günahı irtikab etmekten muhafaza buyurduğu gibi, mutlaka dile getirilmesi gereken bir gerçeği dile getirmeyip, dilsiz şeytan konumuna düşerek, böyle ağır bir vebali yüklenme hatarlı halinden de siyanet eylesin. Amin!

(herkul.org, 19.12.2005 )

Add comment


Security code


Refresh

back to top
  • EN SON EKLENENLER
  • EN ÇOK OKUNANLAR
  • SON YORUMLAR

HAKİKAT DAMLALARI

Hakikat Damlaları zaman gösterdi ki, cennet ucuz değil; cehennem dahi lüzumsuz değil. Hakikat Damlaları

Bediüzzaman

ARAMA

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu