Kürsü - M. Fethullah Gülen - Genç Adam

Dinlerin tevhidi (!)

Soru: Batı’da dinlerin ortak noktalarından hareketle, “Bütün dinlerin kaynağı birdir, öyleyse bütün dinleri bir araya getirelim.” gibi düşünceler var. Bu fikirlere nasıl yaklaşmak lazım?

 


Öncelikle, bunun bizim problemimiz olmadığını belirtmek isterim. Evet, böyle bir mesele, dinleri birbirinden ayrı görenlerin problemidir. Biz ne Hıristiyanlığı, ne Yahudiliği, ne de İslâmiyet’i menşei itibariyle birbirinden ayrı görmüyor; aksine, âyet ve hadîslerin ışığında onlara ehl-i kitab adı vererek, davranışlarımızı o çizgide ayarlamaya çalışıyoruz. Mesela, biz bir ateist ile evlenmezken, bir Hıristiyan’la evlenebiliyor ve bir Yahudi’nin kestiğini yiyebiliyoruz... Buna verilebilecek bir diğer örnek Hz. Ömer’dir. O, Mecusîlerin bazı temel inançları itibariyle Müslüman akidesine yakın olmalarından ötürü, onları ehl-i kitab statüsünde kabul etmiştir. Hatta günümüzde Muhammed Hamidullah gibi değerli ilim adamları Brahmanizm hakkında da aynı düşünceyi paylaşırlar.


Ayrıca Budizm’i de bu kategoride değerlendirenler var. Buda, üzerindeki araştırmacıların söyledikleri şayet doğru ise, Martin Luther gibi bir reformcu ve bu itibarla da Budizm, Brahmanizm içinde bir mezheb. Yine onların tespitlerine göre Budizm, Brahmanizm’in teolojik yönlerini değil de, ahlâka ait yönlerini almış ve bir sistem geliştirmiş. Eğer Budizm denen şey bu ise, bu mânâdaki bir sisteme din denir veya denmez o ayrı bir mevzu; zira bizim “din” kavramından anladığımıza göre din “insanları kendi iradeleriyle aheste aheste mutlak hayra sevk eden bir İlâhî kanunlar mecmuasıdır.” Bu açıdan ona şer’î mânâsıyla din denmese de, lûgat mânâsı itibariyle yol, sistem, ekol mânâsına gelen “din” denebilir. Bununla beraber bizim için mülâhaza dairesi açıktır. Kim bilir belki de, Budizm sistemi de, İlâhî dinlerin dayandığı gibi bir asla dayanıyordur ve Brahmanizm’den farklı bir dindir.


İlahi mesajın tahrifi


Söz buraya gelmişken, mevzû ile direkt irtibatı olmasa da bir hususa daha dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Benim kanaatime göre, Kur’ân-ı Kerim, saf Hıristiyan akidesini ve Hz. İsa’yı anlatmasaydı, bugünkü tahrif olmuş şekliyle, Hıristiyanlığı anlamada bizler de çok zorluk çekerdik.. çekerdik de “bir üç, üç bir” diye özetlenen “teslis” veya “ekânim-i selase” anlayışını izah edemezdik. Veya Kur’ân-ı Kerim, Hz. Musa, Hz. Yuşa, Hz. Hârun, Hz. Süleyman ve Hz. Dâvud (aleyhimüsselâm) hakkında tavzih edici, aydınlatıcı beyanlarda bulunmasaydı, bu yüce peygamberleri tevhid akidesi içinde bir yere oturtmamız mümkün olmayacaktı. Meselâ Yahudi kaynaklarına göre kimisi filozof, kimisi -haşa- sarhoş, kimisi de kendi kızlarıyla zina eden zinakâr... Şimdi, dünyadaki en bayağı, en adi insanların bile yapmayacağı şeyleri peygamberlere isnad eden bu anlayışa din demek mümkün değildir. Bu açıdan Budizm’in de böyle bir tahrif talihsizliğine uğramış olabileceği söylenebilir.


Sadece Budizm mi? Elbette hayır. Meselâ Sokrates. Biz onun düşüncelerini kendi kaleminden öğrenme imkânına sahip değiliz. Çünkü onun hakkındaki her şeyi talebeleri aktarıyor. Eflatun’un Sokrates’e talebeliği ne kadar sürmüş, hocasını ne kadar anlayabilmiş ve öğrendiklerini bizlere ne kadar aktarabilmiş? Bunlar bütünüyle bizim meçhulümüzdür. Ama genel düşüncelerine bakılınca onda bir Allah inancı olduğunu da görmek mümkündür.


Evet, düşünceler elden ele, nesilden nesile intikal ede ede, zamanla ilk söylenişteki saf ve yalın halini kaybettiği çoktur. Hatta bu kadarla da kalsa yine iyi. İfadedeki saf hali kaybetmenin yanı sıra, anlam değişikliğine uğraması da söz konusudur ki, işte bu da tahrifin -su-i niyetle yapılmasa bile- ayrı bir buududur. Bu cümleden olarak, Hz. Mesih’in bütünüyle ruh olan düşüncesi, Roma putperestliğine çarpınca ne hal aldığını tahmin etmek çok zordur. Çevrenizdeki herhangi bir kiliseye girdiğinizde, bu acı gerçeği bütün çıplaklığı ile müşahede etmeniz mümkündür. Bir diğer taraftan, Hıristiyanlığın ulûhiyet anlayışına göre ilâh pasiftir. Onun aktif hale gelebilmesi için, Hz. Meryem’e girip çıkması lazımdır. O, Meryem’e girip-çıkınca aktif ulûhiyete inkılâb eder ve Mesih olur ki, esasen gerçek misyonu da Mesih yerine getirir. O, insanlık için elinden gelen her şeyi yapar ve yapacağı bir şey kalmayıp da sıra kurban olmaya gelince kendini kurban eder.(!)


Yahudilerin de, Hz. Üzeyr için buna benzer şeyler söylediklerini biliyoruz. Demek ki kayıt tam olmayınca, böyle elmas, pırlanta gibi hakikatler bile gelecek nesillere yanlış intikal edebiliyor. Bu bağlamda, âyeti ve hadîsleriyle her şeyin en güzel kaydedildiği ve Kur’ân’a bakan yönüyle hıfz-ı İlâhî disketine alınan İslâmiyet’te bile bu türlü inanç ve akide kaymaları söz konusudur. Mesela ulûhiyet konusunda neredeyse yukarıda arza çalıştığımız Hıristiyan inancı ile tam bir benzerlik içinde bulunan Hz. Ali’nin ulûhiyetle irtibatlandırılması buna örnek verilebilir. Buna göre aktif ulûhiyeti temsil eden Hz. Ali’dir. Efendimiz’in peygamber olarak gönderilişi, Kur’ân’ın nüzulü vs. hepsi Hz. Ali’ye zemin hazırlama gayesine yöneliktir. Hz. Ali makam-ı cem’in sahibi olarak her şeyi bünyesinde toplamış ve onu temsil etmiştir.. onun ardından bu güç, Hz. Ali’nin neslinden olan 12 imama dağıtılacaktır; gide gide nihaî olarak da hatemü’l-evliya olması itibariyle İmam-ı Muntazar’da toplanacaktır.. İmam-ı Muntazar da Kur’ân’ın o eksik kalan 300-400 âyetini açığa çıkartacak ve gerçek bir kere daha tam olarak zuhur ve tecelli edecektir!


Şimdi bütün bu anlayışları İslâm’ın öğretileri ile te’lif etmemiz mümkün değildir. Ama gözü kör olası taassub, cehalet bizi de bu hale getirmiştir. Bu konuda 14 asırdan beri ümmetin gayreti; ittifak ve icması olmasaydı, bizler de Hz. Ali’yi anlamakta zorluk çekecektik.


Şimdi tekrar soruya dönelim; tahrif ve tebdilin ağına düşmüş dahi olsa, Hıristiyanlık, Yahudilik, Brahmanizm, Budizm, Mecusilik vesairin, üzerinde ittifak ettikleri bir kısım müşterek esasların bulunduğu da bir gerçektir. Mesela tevhid, nübüvvet, haşir, adalet, ubudiyet gibi. Veya ölüleri gömme, tesettür vb. meseleler gibi. Zira hemen bütün dinlerde ölüler gömülüyor -ara ara “Cesedimi yakın.” diyerek toplumun asırlardan beri süregelen tarz-ı telakkisine muvafık hareket etmeyen birtakım insanlar hariç- her yerde ölüler gömülmekte.. ve tesettür her dine mensup insanlar tarafından kabullenilip yaşanmakta. Hatta yakın tarihe kadar dünyanın değişik yerlerindeki Yahudiler dahi başlarını kapatmaktaydı ki, bu da, dinlerin üzerinde ittifak ettikleri bir kısım ortak değerlerin var olduğunu göstermektedir. Tabii bu arada, neshe maruz kalmış veya tahrife uğramış -Müslümanlıkta olmasa bile- birçok hükümleri de var. Bu çerçevede teferruâta veya asla ait hükümlerde esas itibariyle Allah’tan geleni, Allah’tan gelen şekliyle bulmak ve onları tevhid etmek çok zordur. Zaten, Allah (celle celâluhu) da, razı olduğu esasları, bir sonraki peygamberin mesajı içinde belirtmiş, değiştireceği hükümleri de değiştirmiştir. En son olarak da Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)’i göndermiştir ki, o da Kur’ân ve Sünnet’le, musahhihlik, müceddidlik veya müessislik görevini yerine getirmiştir. Evet O, bir anlamda musahhihtir. Çünkü kendinden önceki şeriatlarda tahrife uğrayan noktaları tashih etmiş.. müceddittir, şartların değişmesine paralel olarak nice hükümleri değiştirmiş.. ve müessistir, A’dan Z’ye büyük ölçüde yeni bir dinin kurucusu olmuştur. Dolayısıyla da yeniden dinleri birleştirme gibi bir arayışın içine girmeye hiç gerek yoktur. İslâm, düşünülen böyle bir işin, Allah tarafından gerçekleştirildiği dinin adıdır. “Bugün sizin dininizi tamamladım, nimetimi itmam ettim ve din olarak İslâm’dan razı oldum” (Mâide, 5/3) ve “Kim, İslâm’dan başka bir din arayışı içine girerse, bu ondan kabul edilmeyecektir” (Âl-i İmrân, 3/85) veya “Allah katında hakiki din, İslâm’dır” (Âl-i İmrân, 3/19) âyetleri de aslında bu hakikatı bildirmektedir.


Ayrıca “Bizden önceki şeriatlar nesh edilmediği müddetçe bizim de şeriatımızdır.” kaidesi zaten böyle bir düzenlemeye gerek olmadığının ayrı bir göstergesidir.


Ne var ki, bu kabil düşünce ve çalışmalar, din adına değil de kültür adına yapılacaksa, ona bir şey diyemeyiz. Zira din başkadır, kültür başkadır. Kültürün dinden kaynaklanan, hatta dinden beslenen yanları olsa bile, kültürü din ile özdeşleştirme mümkün değildir. Bu açıdan bu türlü düşünceler ilim, kültür ve medeniyet araştırmaları açısından her ne kadar yararlı olsa da, böyle Sanskritçe gibi bir din anlayışı bence abesle iştigaldir.


Dinlerin tevhidi, abesle iştigaldir


Son olarak bir şey daha ilave etmek istiyorum: Bu düşünceler, içinde yaşadığımız asra has değildir. Bundan önce de dinlerin tevhidi için çalışmalar yapılmıştır.. ama bunların hiçbiri muvaffak olamamıştır. Mesela, Ali Ekber Şah hüsn-ü niyetli de olabilir ama Hinduların tesirinde kalarak, “Her dinden bir şeyler alıp, tek din meydana getirelim.” diyen ve bu uğurda İmam Rabbanî gibi bir kâmet-i bâlâyı hapse attıran insandır. Şimdilerde de Garaudy (veya İspanya’da bir başkası) aynı düşüncelerle ortaya çıkmış olabilir. Halbuki hayatının büyük bir bölümünü İslâm’a olabildiğince ters bir sistemin akıl hocalığını yaparak geçirmiş, sonra Müslüman olmuş görünen bu insanların İslâm’ı işleye işleye tabiatlarına mal etmeden, onları fıtratlarının ayrılmaz bir parçası haline getirmeden, bünyelerindeki küfre ait artıkları temizleyip bir kenara atamadan, yani yüzmesini öğrenmeden kendilerini derin deryalara salma nev’inden yaptıkları şey düpedüz kendilerini bilmeme demektir.


Evet, insan, tabiatında tahrife meyil taşıyan bir varlıktır. Mesela, İbn Teymiye sert çıkışları ve ifratkâr düşünceleri ile -İslâm dünyasına mal olmuş bir şahsiyet olsa da- onu ifratkar yapan, o dönemde mezarlara saygıda biraz ifrat eden ve türbelerde mum yakan insanlar olmuştur. Onun içindir ki, insanlar çok dikkatli olmalıdırlar. Fıtratına dercedilen bu muzır huyu işletmemeye ve hele bu konuda çevrenin tesirinde kalmamaya azamî özen göstermeli, daima Kur’ân ve Sünnet’in kıstasları içinde hâdiseleri değerlendirme cihetine gitmelidirler. Ve unutmamalıdır ki, onlar inhiraf duygusuyla da imtihan olmaktadırlar. Onun için, insan iradesini zorlamalı ve Allah’ın “razı oldum” dediği din içinde, kemâlât-ı insaniyeye giden yolları araştırmalı, bu yolda kendinden önce yolculuk yapan enbiyânın, asfiyânın, evliyânın bindiği vasıtalara -hangisine gücü yetiyorsa- binerek menzil-i maksuduna varmalıdır. Aksi halde orijinalite yapıyorum, yeni icadlarda bulunacağım.. gibi düşünceler onu yolda bırakabilir ve işte böyleleri o zaman kazanma kuşağında kaybedebilirler.



Kaynak: Akademi, Zaman, 24.06.2005

 

Add comment


Security code


Refresh

back to top
  • EN SON EKLENENLER
  • EN ÇOK OKUNANLAR
  • SON YORUMLAR

HAKİKAT DAMLALARI

Hakikat Damlaları Her ferdin heyet-i içtimaiyedeki tasarruf alanına göre mesuliyeti vardır. Hakikat Damlaları

M. Fethullah Gülen

ARAMA

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu