Kürsü - M. Fethullah Gülen - Genç Adam

Dinlerarası Diyaloğun Dinî temelleri (2)

Peygamber Efendimiz’in (sas) söz ve uygulamalarında

Osmanlı Devleti, 22 değişik millet ve dinden oluşan etnik bir mozaik olarak, farklı dinlerden insanların birlikte yaşamayı başarabildikleri tarihteki en büyük Müslüman devlet tecrübesi olarak karşımızda bulunmaktadır.


Günümüzde bile farklı iki dinden toplumun bir arada yaşamasının pek çok problemlere yol açtığı düşünülürse, bu kadar dinî veya etnik kimliği ve bu unsurların getirdiği sosyal ve kültürel yapıyı bir arada tutabilmeyi Osmanlı Devleti’nin engin hoşgörüsünde aramak lazımdır. Çünkü Osmanlılar, farklı dinî cemaatlerin işlerine müdahale etmemiş; onların din, dil ve milliyetlerini korumalarına, ekonomik ve sosyal hürriyetlere sahip olmalarına izin vermişlerdi.

Peygamber Efendimiz (sas) , müminler için her hususta rehber olduğu gibi, diğer dinler ve mensuplarıyla diyalogda da bizim rehberimizdir. Diğer din mensuplarına karşı, bir insan olmaları itibarıyla hep sevgi ve hoşgörü ile muamelede bulunan Allah Resûlü’nün (sas) , hayatı, baştan sona hep af ve müsamaha yörüngelidir.

Müsamaha ve hoşgörünün kaynağı, dinimizin de kaynağı Kur’ân olduğu ve bu düşünce coşkun bir ırmak halinde Kur’ân’ın tebliğcisi Efendimiz’den akıp geldiği için bizim bu konuda farklı düşünmemiz mümkün değildir. Zira tersi bir düşünce, Kur’ân’ı ve Resûlüllah’ı (sas) tanımama demektir. Bu açıdan hoşgörü ve diyalog, kaynakları itibarıyla Kur’ân ve Sünnet’e dayandığından Müslüman’ın tabiî ahlâkıdır ve bu itibarla da kalıcıdır.

O en engin müsamaha insanı (sas) , Medine’de ehl-i kitapla iç içe yaşamış, hatta “Müslüman’ım” dedikleri halde sürekli nifak çıkaran, hemen her yerde temiz vicdanları birbiriyle vuruşturmaya çalışan müfsit ruhlarla bile anlaşma noktaları bulmuş ve onları nazar-ı müsamaha ile bağrına basmıştır. Abdullah b. Übey b. Selûl gibi ömür boyu kendisine düşmanlık içinde bulunan birine bile öldüğünde gömleğini kefen olarak vermiştir. Bu bakımdan, ne O’nun (sas) , ne de O’nun insanlığa sunduğu mesajın eşi ve menendi yoktur. Dolayısıyla ‘üsve-i hasene’ (en güzel örnek) olan O Kurtuluş Rehberi’ne uymaya çalışanların, O’ndan farklı düşünmeleri de mümkün değildir.

Allah Resûlü’nün (sas) insana verdiği değer: İnsanlığın İftihar Tablosu (sas) , Rabb’inden aldığı terbiye ile Müslüman, Hıristiyan veya Yahudi demeden hemen her insana değer vermiştir. Allah Resûlü (sas) , bir gün yoldan bir Yahudi cenazesi geçerken ayağa kalkar. O esnada yanında bulunan bir sahabi, “Ya Resûlallah, o Yahudi’dir.” der. Nebiler Serveri (sas) hiç tavrını bozmadan ve yüz çizgilerini değiştirmeden, zamana “dur ve beni dinle” dedirtecek şu cevabı verir: “Ama bir insan! ” (Müslim, Cenâiz 78, 81) O’nu bu ölçüler içinde tanımayan müntesiplerinin de, O’nun (sas) insanlık adına getirdiği evrensel mesajlardan habersiz yaşayan insan hakları savunucularının da kulakları çınlasın! Bu söze ilave edilecek hiçbir şey yoktur ve eğer biz, bu sözün sahibi o şanlı Peygamber’in ümmeti isek, O’ndan farklı düşünmemiz de mümkün değildir.

Şimdi de, Peygamberimiz’in Mekke ve özellikle Medine döneminde Hıristiyan ve Yahudilerle olan ilişkileri ve onlara nasıl davrandığı konusunu misalleriyle zikredelim:

Hıristiyanlarla diyalog: Peygamber Efendimiz (sas) , Allah Resûlü sıfatıyla tebliğe başladığı zaman, ilk defa Mekke’de bazı Hıristiyanlarla karşılaşmıştı. Hatta, kendisine vahiy gelmeye başladığı ilk günlerinde Hz. Hatice’yi ve Peygamber Efendimiz’i teselli eden Varaka b. Nevfel de İncil’in el yazmalarına sahip olan bir Hıristiyan’dı. (Buhârî, Bedu’l-Vahy 3)

Peygamberimiz (sas) ’in gayrimüslimlerle ilişkileri

Allah Resûlü’nün (sas) Mekke’de Ehl-i Kitab’a mensup kölelerle, hatta demircilik yapan Hıristiyan biriyle yakın dostluklar kurduğunu ve bu insanlara karşı oldukça olumlu yaklaştığını görmekteyiz.

İslâmiyet’in beşiği olan Mekke’de daha başlangıçtan itibaren Allah Resûlü’nün (sas) , Hıristiyanlarla münasebeti, dostâne hudutlar içinde başlamıştı. Henüz risâletten üç yıl gibi kısa bir zaman sonra, Bizans’ın İran’a mağlubiyeti, Mekke’de Müslümanları üzmüştü. Çünkü Ehl-i Kitap olan Bizans, Mecûsî İran’a mağlup olmamalıydı. Nitekim Yüce Allah da kitap ehli Rumların galip geleceği tesellisini bildiren vahyini göndermişti (Rûm, 1-5) .

Peygamberimiz’in Hicret’ten önce ilk ilgi duyduğu ve Müslümanların hicret etmelerini arzu ettiği Hıristiyan ülke, Habeşistan olmuştur. Allah Resûlü, Mekke müşriklerinin amansız işkenceleri ve tazyikleri karşısında Mekkeli Müslümanların Habeşistan’a hicretlerini arzu etmiş ve bu hislerini şu ifadelerle belirtmiştir: “İsterseniz ve elinizden gelirse, Habeşistan’a iltica ediniz. Zira orada hüküm süren kralın topraklarında kimseye zulüm edilmez. Orası doğru ve emin bir yerdir, Allah âsân edinceye kadar orada kalın.”

Müslüman-Hıristiyan münasebetleri açısından Mekke devri -yukarıda anlattığımız gibi- çok fazla hareketlilik göstermezken, Medine devrinde Hıristiyan münasebetlerinde bir artış görülmektedir. Allah Resûlü (sas) Medine’de komşu kabilelerle anlaşmalar yapmış ve Hıristiyan reislerinden Mısır Mukavkısı’na, Heraklius’e, Zağatur piskoposuna, Kayser’e ve diğer birtakım hükümdarlar ile yöneticilere mektuplar göndererek onları İslâm’a davet etmiştir. Kur’ân’ın mesajını sadece kitap ehlinden olanlara ulaştırmakla kalmamış aynı zamanda, bir Mecusi olan Fars Kralı Kisra’yı da İslâm’a davet etmek için bir mektup göndermiştir.

Peygamber Efendimiz devrinde Müslüman-Hıristiyan münasebetlerinde hâkim olan ruh, İslâm’ın genel dinî tutumu içindeki müsamaha ruhudur. Peygamberimiz’in yazdığı mektuplarda veya Necranlılarla bizzat karşılaşmada Hıristiyanlığa karşı tavrı, onların yanlış itikatlarını bizzat kendilerine duyurmak ve Hakk olan inancın tebliğini yapmaktır. Ama her şeye rağmen zorlama yoktur. O’nun (sas) , Necranlıları, Mescid-i Nebevî’ye alması, onlara ibadet izni vermesi, kendi dinlerinde kalmak üzere antlaşma isteklerini kabul etmesi, sadece İslâm’ın genel dinî tutumu içindeki müsamaha ruhu ile izah edilebilir.

Yahudilerle diyalog: Ehl-i kitabın diğer kolunu teşkil eden Yahudiler ile girişilmiş ilk doğrudan ilişkiler Allah Resûlü’nün 622’de Medine’ye gelişiyle başlamış bulunmaktadır. Bu şehirde Arap ve Yahudi kabileleri yaşıyordu ve şehir devleti denebilecek bir idare henüz mevcut değildi. Peygamber Efendimiz, muhacir Mekkeli Müslümanlarla yerli Arap ve Yahudiler arasında, karşılıklı hak ve vazifeleri tanzim edecek teşebbüslerde bulunma ihtiyacını duydu. Adliye, eğitim, maliye, askerlik gibi sahalarda toplumu teşkilatlandırmak gerekiyordu. İşte bu zaruretledir ki, Peygamberimiz, Medine ileri gelenlerini toplayıp şehir devleti nizamnamesi vücuda getirmiştir. Zamanımıza kadar ulaşan bu yazılı metin, aynı zamanda, dünyada bir devletin ortaya koyduğu ilk anayasa olarak kabul edilir. Günümüzde ne Lahey ve Strasbourg, ne de Helsinki İnsan Hakları Sözleşmeleri, Allah Resûlü’nün 14 asır önce ortaya koyduğu bu hukukî ve insanî esaslar seviyesine ulaşmıştır. Elli civarında maddeden oluşan bu yazılı vesikanın pek çok yerinde Yahudiler ele alınmakta, Medineli ve muhacir Müslümanların onlarla oluşturdukları birliğe ümmet ismi verilmekte; mesela, 25. maddesinde, Yahudilere ve bunların müttefiklerine tam bir din hürriyeti tanınmış olduğu ifade edilmektedir. Çeşitli ırk ve inançta kimselerin bir idare altında birleşebileceklerinin en güzel örneklerinden birisini işbu Medine şehir devleti teşkil ediyor olsa gerektir.

Allah Resûlü, bu yeni merkezde idari faaliyetle yetinmedi. Ehl-i kitapla manevi açıdan da bütünleşme safhasına geçmek istedi. Son üç semavi dinin, esasta bir oldukları gerçeğinden hareketle, kendisine, müşrik hemşehrilerinden daha yakın gördüğü Yahudi ve Hıristiyanları inanç birliğine davet etti, onları İslâm adı altında birleşmeye çağırdı.

Peygamber Efendimiz, Yahudilerin Medine’deki ilim ve adliye merkezi durumunda olan Beytu’l- Midrâs’larına kadar gitmiş, onlara, “Ey Yahudi toplumu! İslâm olun, selamet bulursunuz.” demiştir. (Buhari, İ’tisâm 18) Yahudiler bu teklife kulaklarını tıkadılar ama hiçbir zorlamayla da karşılaşmadılar.

Tarihî bir gerçektir ki, ehl-i kitapla imanî meselelerde bütünleşme arzusu her ne kadar bütünüyle gerçekleşmemiş olsa da, Peygamber Efendimiz (sas) , onlarla hür bir ortamda hoşgörü anlayışı içinde bir arada yaşayabilmenin çarelerini aramak ve bulmaktan katiyen ayrılmamıştır. O (sas) , Kur’ân-ı Kerim’den aldığı vahiyle, herkesle diyalog kurmaya açık bir Peygamber’di.

Din seçme hürriyetinin ifadesi olan “La ikrâhe fı’d-dîn, Dinde zorlama yoktur.” âyetini (Bakara, 256) uygulamakta olan Peygamberimiz, 630 senesinde, Müslüman olduklarını bildirmek üzere Medine’ye gelen Hımyer hükümdarının elçilerine şu talimatı vermektedir: “Bir Yahudi veya bir Hıristiyan, Müslüman oldukları takdirde, müminlerden olurlar (onlarla hukuken eşittirler) . Kim Yahudiliğinde veya Hıristiyanlığında kalmak istiyorsa, ona müdahale edilemez.”

Osmanlı’nın azınlıklara verdiği haklar bugün bile yok

Bu inanç hürriyeti, sadece manevi sahada kalmadı, hukukî sahada da geçerli oldu. İslâm idaresinde yaşayan, Yahudi, Hıristiyan vs. çeşitli toplumların kendi hukuklarını uygulama hürriyetleri Kur’ân-ı Kerim’in garantisi altında idi. Gayrimüslim cemaatler bazen bunun dışına çıkıyor, kendi aralarındaki ihtilafı Peygamberimiz’e çözümletmek cihetine de gidebiliyorlardı. Bu durumda hâkimlik yapıp yapmaması, Kur’ân-ı Kerim’de Peygamberimiz’in arzusuna bırakılmış, şayet hüküm vermek isterse, adaletten ayrılmaması, Allah’ın kendisine inzal ettiği ile hükümde bulunması emredilmiştir. (Mâide, 42, 48, 49)

İlk İslâm devletinin vatandaşları arasında bulunan “zimmîler” denen ehl-i kitaba karşı devletin gösterdiği davranışa günümüzde bile gıpta ile bakılabileceği görülmektedir. İdari sahanın dışında, ehl-i kitabın ibadetine ve mabetlerine gösterilen hoşgörülü davranış, ileriki asırların İslâmî devletlerinde de yaşatılmaya çalışılmıştır. Bugün İslâm ülkelerinde hâlen vazife görmekte olan sayısız ehl-i kitap mabedinin bulunuşunu başka sebeplere bağlamak imkânı yoktur.

İslâmî kaynaklarla ünsiyeti olanlarca bilindiği üzere, Müslümanların ehl-i kitapla ilişkileri, seneler geçtikçe, sosyal hayatın hemen hemen her alanında görünür olmuştur. Bizzat Allah Resûlü, gayrimüslimlerden memur, öğretmen, teknisyen, inşaatçı ve asker olarak istifade etmiştir. Allah Resûlü’nün, insanlarla ilişkilerinde temel aldığı değerlerden birisi dürüstlüktü. Bu meziyeti gördüğü kimsenin başka dinden olması, onunla ticari ilişkilere girmesine engel teşkil etmemiştir. Bizzat kendisi Medineli Yahudi tüccarlardan gıda maddeleri ve borç almıştır. Allah ve Resûlü adına, bütün değerleriyle dokunulmazlıklarına saygı gösterilmek üzere kendileriyle sözleşme yapılanlar (muâhitler) ile veya himaye edileceklerine dair Allah ve Peygamber’i adına kendilerine taahhütte bulunulan zimmîlere karşı yapılacak en küçük bir haksızlık, en kutsal değerlere karşı işlenmiş bir günah ve suç kabul edilmiştir: “Her kim, bir muâhide/zimmiye zulmederse veya onu gücünden fazlası ile yükümlü tutarsa, yahut hakkını kısarsa, ya da rızası olmadan kendisinden bir şey alırsa, onun hasmı benim. Kıyâmet günü onunla hasımlaşacağım.”(Ebu Davud, Haraç ve’l- İmâre, 33)

Asrımızda, Batı Katolikliğinin, özellikle II. Vatikan Konsili’nden sonra başlattığı dinlerarası diyalog teşebbüsünü 15 asır önce İslâm’ın başlatmış olması düşündürücüdür. Asırlar boyunca İslâm’ın bayraktarlığını yapmış bütün İslâm devletleri ve özellikle Türk-İslâm devletleri, hep İslâm’ın temeldeki bu dinî toleransını, diğer dinlere karşı davranışlarının hareket noktası yapmışlardır. Batı’da tarih boyunca halklar, kralın dininde görülmek istenirken, Türk-İslâm dünyasında daima çokluk içinde birlikte yaşamak prensibi kabul edilmiştir. Bu dinî tutumun temelleri ise Kur’ân-ı Kerîm ve Allah Resûlü’nün yüce beyanları ile atılmıştır.

Osmanlılar da, kendilerinden önceki Müslüman ve Türk devletleri gibi Müslüman olmayanlara karşı iyi niyetli ve toleranslı davranmışlar ve dinî değerlerine saygılı olmuşlardı. Osmanlı Devleti, idaresi altındaki diğer din mensuplarının, dinlerini yaşamaları için onları koruma altına almıştı. Bu konuda Şer’iyye Sicilleri, gayrimüslim cemaatlere ait devlet defterleri ve en önemlisi de onların kendi özel arşiv belgeleri şahitlik yapmaktadır. Öyle ki Osmanlı Devleti, 22 değişik millet ve dinden oluşan etnik bir mozaik olarak, farklı dinlerden insanların birlikte yaşamayı başarabildikleri tarihteki en büyük Müslüman devlet tecrübesi olarak karşımızda bulunmaktadır. Günümüzde bile farklı iki dinden toplumun bir arada yaşamasının pek çok problemlere yol açtığı düşünülürse, bu kadar dinî veya etnik kimliği ve bu unsurların getirdiği sosyal ve kültürel yapıyı bir arada tutabilmeyi Osmanlı Devleti’nin engin hoşgörüsünde aramak lazımdır. Çünkü Osmanlılar, farklı dinî cemaatlerin işlerine müdahale etmemiş; onların din, dil ve milliyetlerini korumalarına, ekonomik ve sosyal hürriyetlere sahip olmalarına izin vermişlerdi. Öyle ki Osmanlı Devleti’nin 16. yüzyılda dünya politikası üzerinde hâkimiyete ulaşmasından 19. yüzyıldaki dağılmasına kadar hem Müslüman hem de Müslüman olmayan vatandaşlarının birlikte barış içinde yaşadıkları bilinen bir tecrübedir. Osmanlılara türlü iftiralar atan bazı Batılılar bile bu uzun döneme “Osmanlı barışı” adını vermektedir.

 

Add comment


Security code


Refresh

back to top
  • EN SON EKLENENLER
  • EN ÇOK OKUNANLAR
  • SON YORUMLAR

HAKİKAT DAMLALARI

Hakikat Damlaları Güzel ahlak, en iyi arkadaştır; Mü’minin amel defterinin nişanesi güzel ahlakıdır. Hakikat Damlaları

Hz. Ali (r.a.)

ARAMA

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu