Kürsü - M. Fethullah Gülen - Genç Adam
Ünal Tanık, “Erdoğan’ın cemaate karşı tavrını 2011 seçimlerinin adaylık belirleme sürecinde fark ettim.” diyor. Ünal Tanık, “Erdoğan’ın cemaate karşı tavrını 2011 seçimlerinin adaylık belirleme sürecinde fark ettim.” diyor.

Hükümetin cemaat hazırlığı 2007’de başladı

Mavi Marmara, 7 Şubat MİT krizi, paralel yapılanma gibi konularda ezber bozan yorumlarıyla dikkat çeken ve tehditler alan gazeteci-yazar Ünal Tanık, yaşanan sıkıntının kaynağını “Hükümetin camiayı mutlak bir şekilde kendine tabi kılmak istemesi.” diye özetliyor.

Ünal Tanık, olmadık zamanlarda olmadık ‘sınırlarda’ dolaşıyor yazı ve konuşmaları ile. Mavi Marmara yola çıkmadan önce yazdıklarından dolayı evinin adresi, kızının bindiği servisin plakası ve güzergâhını da içeren bir tehdit maili alması bu yüzden. Pek çoklarının gözünden kaçmış detayları gündeme getirdiği için tehdide hedef olmuş. 7 Şubat 2012’deki MİT krizi ile ilgili de bazılarının ağızlarına ‘sakız’ ettiklerinin aksini söylüyor. Bu olayın ‘cemaatin bitirilmesi için kullanıldığını’ anlatıyor, tıpkı dershane tartışmaları gibi. Çünkü o tartışmanın da aynı amaç için alevlendirildiğini belirtiyor. Bunun için son üç yıldır biriktirdiği argümanları var.

33 yıllık gazeteci Ünal Tanık, Tercüman’da başladığı meslek hayatında Meydan’da da çalıştı, Uğur Dündar’la birlikte de… Şimdi işini, 2010’un sonunda kurduğu Rotahaber adlı internet sitesinde sürdürüyor. Bir yazısında “Erdoğan, bugünlerde dün nasıl kandırıldığını anlatıyor. Yarın, bugün nasıl kandırıldığını hep birlikte göreceğiz.” diyen, hiçbir grup veya partinin adamı olmadığını söyleyen Tanık, bugünkü medyanın hal-i pürmelalini de hayretle karşılıyor elbette.

-Şu an belli başlı gazetelerde yazanlar nasıl bu kadar kesin kalem oynatabiliyor? Kimileri gazeteci olmadığı halde medyaya nasıl bu kadar ayar verebiliyorlar?

İşte acı olan şey bu. Hükümete yakın medya çok acı bir şekilde tek elden ve tek beyinden idare ediliyor. Tek elden idare edildiğine ilişkin bir örnek, Başbakan’ın büyükşehir adaylarını açıklarken Fatma Şahin’in elinden tuttuğu resim. Gazeteci olarak ben de büyütecek olsam o şekilde kullanırdım. Bugün Gazetesi’nde resmi gördüğümüzde kendi aramızda espri yaptık ‘Şimdi buradan çıkıp da böyle bir sonuca varırlar mı?’ diye. Birkaç gün geçti, Yalçın Akdoğan köşesinden bu fotoğrafa dair bir atış yaptı. O yorum üzerinden de iş utanç verici bir noktaya taşındı. Daha çarpıcı bir örnek, Başbakan’ın Karadeniz mitinginde salvo ateş yaptığı ‘Büyükelçiler ile ABD Büyükelçisi toplantı yaptı ve Halk Bankası ve Türkiye ile ilgili şunları söyledi’ dediği açıklama. Bu bir ajans haberi değildi. Ama ertesi gün hükümete yakın gazetelerin tamamında aynı bilgi ve aynı ifadelerle yer aldı. Ertesi gün büyükelçi bunu yalanladı. Türk Dışişleri Bakanlığı 3 gün boyunca bunun tabiri caizse temizliğini yaptı. Tıpkı işte ‘İngiltere Başbakanı Cameron gazete kapattı’ diye yaptığı açıklamada olduğu gibi. Burada büyük kitlelere karşı mesaj veriliyor. Bunun düzeltmesini kaç kişi görüyor? Aslında bugüne kadar art niyetli gazetelerin yaptığı ‘çamur at manşetten, düzeltme yap tek sütundan’ diye ifade edilen bir yöntem vardı. Bugün hükümet de bunu yapıyor. Pervasız bir şekilde…

- Bu sanki hiç bitmeyecekbir süreç gibi mi? Yarını yok mu işin? Nasıl izah edilebilir bu?

Ben AK Parti’yi bu hale getiren iki grup insan olduğunu söylüyorum hep. Birinci grup, ‘bu dönem bir daha gelmeyecek’ diye kişisel ikbalini tamamlayıp küpünü doldurmaya çalışanlar. İkinci grup da ‘bu dönem hiç bitmeyecek’ gibi bu işi sistematiğe bağlayıp kendi düzenini sürdürmeye çalışanlar. Bu iki grup, AK Parti’nin bu noktaya gelmesine sebep oldu. Bu şekliyle baktığımızda bu sürecin bitmesini istemeyenler artık duvara toslanmak üzere olduğunu görüyorlar. Duvara toslamadan veya tosladıklarında orayı yıkıp geçmek için, duvarın 30 Mart olduğunu söylemeye gerek yok, her şeyi yapmaya çalışıyorlar.

-‘Cemaat örgüt ilan edilecek’ diye bir yazınız var, daha o noktaya gelmeden çok önce…

17 Aralık Salı günü operasyon oldu, ertesi gün yazdığımız bir haberdi o. O bilgi çok daha önce bizdeydi aslında ama yazmamıştık. Sebebi, inanma ihtimali çok zordu. Yani ‘Bu kadarı da olmaz’ dedirtecek bir bilgi idi. Onun için bir-iki tane böyle onu haklı çıkaracak bir şeyler çıksın istedim. Ama biliyordum ki hükümetin niyeti bu. Rotahaber hep böyle öngörüleri ile bilindi. Onu o gün yayımladığımızda hem cemaat hem de hükümet tarafından ciddi eleştirilere muhatap olduk, ‘ya nasıl böyle bir şey olur’ diye. Bizi arayan arkadaşlarıma veya bilmeden Rotahaber’i arayanlara ‘Merak etmeyin, hükümet kamuoyunu bir şekilde bir ay içinde hazırlar’ demiştim, ikinci haftada örgüt demeye başladı. Bütünüyle bir öngörüydü bu. Dershane tartışmasının başladığı ilk cuma Fox TV’de bir programa katıldım. Orada da dedim ‘bu, hükümetin cemaatle kavgayı başlatmak için bulduğu bir araç.’ Oradakiler de itiraz etmişti.

-Mesele ne aslında sizin yorumunuza göre?

Mesele, hükümetin cemaati mutlak bir şekilde kendine tabi kılmak istemesi. Yani lider benim. Evet, Türkiye’nin siyasi anlamda lideri, bunu kimse tartışmıyor; ama AK Partililerin sözlerine baktığımızda Tayyip Bey’i başka bir yere koyuyorlar. İşte “Dokunmak ibadettir” diyor biri. Öteki “Allah’ın bütün sıfatlarını taşıyan” diyor. “Tayyip Bey, Türkiye için AK Parti liderinden, başbakandan öte bir şey” diyenler de var. Şimdi buna baktığımızda başka bir şey ortaya çıkıyor. Tayyip Bey’in, ‘Bana her şeyiyle tabi olacaksın, her şeyiyle benim söylediğime boyun eğeceksin’ diyen tavrı. Bunu gerçekleştirememenin bir sebebi. Bir diğer boyutu da niye dershaneler üzerinden kavga başlatıldı? O da anlamsız değil. Açıklamalardan anlıyoruz ki dershanelerden her yıl 1 milyon dolayında insan geçiyor, yani cemaate yakın dershanelerden. Ve üniversiteye yerleşemeyenlerden 8-10 bini de dil öğrenimi adı altında dünyanın farklı bölgelerine gidiyor. Ve bu insanlar aslında o gittikleri ülkelerde Türkiye’nin manevi elçileri ve gönüllü diplomatları oluyor. İşte bu AK Parti’yi çok rahatsız ediyor. Kendine bağlı olmayan, kendinin dışında ve müdahale edemeyeceği bir yapı olarak görüyor. Bunu da işte bir sürü farklı kulplar takarak dizginlemek istedi. Dizginleyemeyeceğini anlayınca da artık bütünüyle bu sistemi, cemaati yok etmeye karar verdi.

-Sizce ne zaman düşünmeye başladı bunu?

Cemaate karşı Erdoğan’ın tavrını fark ettiğimde 2011 seçimlerinin adaylık belirleme süreci idi. Ama kamuoyuna baktığımızda da bunu herkes 7 Şubat 2012 olduğunu zanneder. Öyle değil. Oysa konuşmalara, görüşmelere, yaptığım araştırmalara bakıyorum ki hükümetin cemaate karşı tavrının 2007’den itibaren ortaya çıktığı belli oluyor. Yani o dönemde karar verilmiş. Bilgi verilmiş, oturulmuş, birtakım şeyler pişirilmiş. Bu çok net bir şekilde ortaya çıkıyor. 2011 öncesine ait şeyler kendi gözlemlerim değil, aldığım bilgiler. Ama 2011 sonrasına ilişkin söylediklerim kendi gözlemlerim. ‘Bütünüyle bana tabi olacaksın’ şeyinin artık olmayacağını, bunu başaramayacağını gördüğünde de bu kez yurtdışında belli kaynaklar ve belli yapılar oluşturuldu. TİKA eliyle birtakım açılımlar yapıldı. İşte Yunus Emre Kültür Merkezleri oluşturulmaya çalışıldı. Dahası, yurtdışındaki Türk okullarından buralara fahiş rakamlarla öğretmen transferi... Yani öğretmenlere, ‘aldıklarının 10 katı rakamlarla kamuya, bize gel’ anlamında teklifler yapılıyor. Ve bildiğim kadarı ile de bir-iki örneğin dışında yaşanan olay da yok. Esas zaten onlardan kimseyi alamamanın verdiği bir sıkıntı ile daha büyük bir tepkiye yol açıyor bu. Ve bugüne geliniyor. Bu süreçte değişenin kim olduğunu anlamak için hükümetin cemaatle ilgili bir dün ne dediğine, bir de bugün ne dediğine bakmak lazım.

-Bu anlattıklarınız içerisinde, Mümtaz’er Türköne de yazdı, Ali Bulaç da yazdı, bir havuz probleminden bahsediyorlar. İtaat etme mevzuunun neresinde bu konu mesela? Anlaşıldığı kadarı ile pek çok kuruluşaslında sivil durması gereken kuruluşlar ilanlarla kamuoyunda gündeme geliyor. Bununla bir ilintisi var mı?

Var tabii. Yani öyle bir şey yapılıyor ki bir topyekûn savaşa dönüştürüldü. 11 Eylül sonrasında Başkan Bush’un söylediği bir laf vardı: “Ya bizdensiniz ya da düşmanımızdan.” Eğer kendinden tarafa tavır koymuyorsa da bunu düşman olarak ilan edeceğini ifade etmişti. Bugüne baktığınızda hükümetin yaptığı şey de bundan farklı değil. Yani bu ilanların nasıl verildiği, kimlerle nasıl diyalog kurulduğu… Ve artık bir şekilde de bu cemaatin yok olmak üzere olduğu ve bundan sonra artık hiçbir şekilde ayakta ve hayatta kalamayacağı anlatılıyor. Argümanlarla ortaya konmaya çalışılıyor ve sonrasında da doğrudan yana tavır almaları isteniyor. Bir diğer yapılan şey de işte bu cemaat hakkında kullandıkları ifadeler yerine göre o kadar farklılık gösteriyor ki şimdilerde örgüt diyorlar. “Bu örgüt bütün dünyada Türkiye aleyhine çalışıyor, dolayısıyla sizin Türkiye’nin kurtuluş savaşında yer almanız lazım” diye bir şekilde ya ikna ediliyor ya ikna edilmek zorunda bırakılıyor.

-Gazetelere verilen o ilanlarda da böyle ikna edilmek zorunda bırakılanlar oldu mu?

Aynen. Bir kısmı çok seve seve öncülük yaptı, onu biliyorum. Ama orada olmadığı takdirde zor dönemlere gireceklerini düşünerek imza atmak durumunda olanlar da vardı.

-Hizmetleri ile ortada olan bir yapı bu kadar ağır ithamlarla karşı karşıya kalıyor. Ve bunu bir siyasetçi çıkıyor bu şekilde anlatıyor, ‘örgüt’ ilan ediyor. Bu hem kendisi için hem Türkiye için çok büyük bir risk değil mi? Bunu nasıl yorumlamak lazım?

İki şekilde yorumlamak lazım. Bir, bu kadar büyük riski alan insanların ya kendilerini bir hükümet, parti kurmanın, parti liderliği yapmanın ötesinde bambaşka bir yerde görmeleri lazım. Yahut, eğer bu iktidarı kaybetmeleri halinde kaybedecekleri şey o kadar çok ve başlarına gelecek o kadar çok şey var ki bunu bertaraf etmek için bu kadar büyük risk üstlenmeleri lazım.

-Çevresinde ne kadar bir kitleyi ikna etmiş olabilir Başbakan? Bakanlardan Hayati Yazıcı mesela Başbakan’ın tersi açıklamalar yapıyor. Yakın çevresine anlatamadığı bir şeyi büyükelçiler vasıtasıyla dünyaya nasıl anlatabilmeyi düşünüyor acaba?

Tabiî büyükelçilere yaptığı çağrı hakikaten Türkiye’nin başına gelen en büyük talihsizlik. 20’den fazla ülkede bu okulları yolum düştüğünde ziyaret ettim. Bu okulların Türkiye için ne ifade ettiğini gözlerimle gören biriyim. O okullarda Türkiye hayranı insan yetiştiriliyor. Onun için ‘gittiğiniz ülkelerde bunların ne olduğunu anlatın’ diyebilmek insafa sığmaz. Hükümetin esas niyetini en açık şekilde ortaya koyduğu çağrı büyükelçilere yönelik o çağrıdır.

-Kamuoyuna ‘7 Şubat MİT Krizi’ diye sunulan bir olay var. Size göre gerçekten de MİT Müsteşarı tutuklanabilir miydi? Mevcut yasalar buna izin veriyor muydu?

7 Şubat Olayı ile ilgili yaptığım araştırmalarda benim gördüğüm şu. Evet, Oslo görüşmeleri gizli kalsa 7 Şubat diye bu süreç başlatılır ve yürütülür bir şey değildi. Çünkü MİT gibi dünyadaki bütün gizli örgütler, ülkelerin yasal yollarla yapmayacakları türden işleri de yürütür. Ama ortaya çıkmışsa da yargının bunu görmezden gelmesi mümkün değil. O dönemde de bu yapılıyor ve öncesinde bir şekilde gidiliyor, savcılar görüşme istiyor ve görüşme sağlanıyor. ‘Böyle bir konu var, bunla ilgili ifadeye buyursunlar ve bunu bir şekilde aradan çıkarmak lazım’ diye gerekçeleri de izah ediliyor. O dosyanın bir şekilde kapatılması için. Ve bir gün kararlaştırılıyor.

-Aslında olumlu cevap mı veriliyor?

Evet. Gün kararlaştırılıyor. İşte baştan bu yana, 2007’den başlayarak bir yere oturtma dediğimiz şey çerçevede birdenbire gitme gününün akşamında bir bakıyoruz Hürriyet’in internet sitesinde bu bilgi paylaşılıyor, ‘ Hakan Fidan tutuklanacaktı’ diye. Birdenbire bir senaryo oluşturuluyor ve buna dönüştürülüyor olay.

-Tutuklama imkanı var mıydı?

Tutuklanmasının önünde bir sürü yasal engel var ama bu argüman işletiliyor ve kullanılıyor.

-Mesela tır olayında da aynı şey söz konusu…

Tırla ilgili bir şey söyleyeyim. Bu bir bilgi ama bunun belge ve bulguları da ortaya çıkacak diye düşünüyorum. Özellikle o 7 tır, ikinci grup tır için söylüyorum bunu. Orada bütünüyle MİT içindeki Aydınlıkçı grubun bir organizasyonu bu. Aydınlıkçı grup hem çıkış saatini ayarlıyor, hem ihbarını yapıyor, asker içindeki hareketlenmeyi… Ve orda gidip yakalanmasını sağlıyor.

-Bu görülmüyor mu yoksa görülmek mi istenmiyor?

Görülmek istenmiyor.

-Mavi Marmara’da da sizin farklı görüşleriniz vardı.

Kanal 7 grubunda idim o zaman, çok sorun da yaşadım o yazılardan dolayı. Hep şunu söyledim, daha gemi yola çıkmadan. Mavi Marmara gemisi ne olduğuna karar vermeli. Yardım gemisi ise niçin savaş gemisi gibi ortalık vaveylaya veriliyor. Savaş gemisi ise o zaman donanımı yetersiz diye. Yani yardım gemisi gibi gidiyor ama savaş gemisi argümanları ile. Yardım gemisinin de bir süreci var. Yani dünyanın hiçbir ülkesinde yardım gemisi ‘ben şuraya yardım götürüyorum’ diyerek gitmez. Türkiye’ye gelen herhangi bir yardım için de geçerli bu, İsrail veya Gazze’ye giden için de.

-Niye bizde bunun tersi yapıldı?

Esas sorulması gereken soru bu zaten. Bu soruları sormuyoruz. Bakın bir grup insan, aralarında parlamenterlerin de AK Partili milletvekillerinin de olduğu isimler, gazeteciler günlerce medyaya çıktı ‘biz de katılacağız geziye, biz de varız’ diye bağırdılar. Ama bir baktık ki yola çıkarken bu isimler, parlamenterler ve gazeteciler, işleri çıkmıştı. Gitmediler. Meraklıları araştırsın. Bütünüyle, bu gemi birtakım emellere alet edildi.

-Birileri bunu biliyordu yani…

Bunu bilmemek için dünyayı yorumlamaktan âciz olmak lazım. Tavrı bilinmeyen ve tavrını ilan etmemiş bir ülke olsa ayrı bir şey. Bu kadar kesin açıklamanın yapıldığı, bu kadar keskin tavrın ortaya konulduğu bir organizasyonun içinde yer almak, bu iki ülke ilişkilerini bozmak ve birtakım şeyleri altüst etmek için yola çıkmış bir şey. Bir diğer konu, ben o dönemde de söyledim. Bu yardım gemisi gibi hazırlanan geminin yayın odası bölümü vardı. Yayın odası birtakım saldırılara korunaklı yapılmıştı. O video görüntülerini izleyin. Yukarıda insanlar patır patır öldürülüyor, aşağıda Bülent Yıldırım canlı yayın yapıp konuşmaya devam ediyor. Bunların hepsinin irdelenmesi lazım. Ya o bölüm niye korunaklı yapıldı? O geminin sorumluluğunu taşıyan insan, Bülent Yıldırım, niçin o anda, insanlar ölürken orada, insanlarla beraber değil? Bunları bugün söylemiyorum, o gün söyledim ve o gün çok acı olaylar yaşadım hem de.

-Neler yaşadınız? Açma imkanı varsa…

Tabiî hiçbir sakıncası yok. Hayatım boyunca PKK’lılar, ülkücüler, birçok kesim tehdit etti beni. DHKP-C’liler tehdit etmişti bir dönem. Ama o dönemde öyle bir tehdit aldım ki, kendime ne kadar süre sonra geldiğimi hatırlamıyorum. Tam bu anlattığım ‘gemi yola çıkmamalıydı’ tarzında yazılar yazdığım dönemde, her zamanki gibi işe erken gitmiş, maillerimi tarıyordum. Baktım, bir mail. Evimin adresi, işte kızımın ismi yazıyor. ‘Kızın her gün şu saatte şu plakalı minibüsle şu adresten servise biniyor. Yarın servise binecek ve inmeyecek.’ Ben kızımın servis aracının plakasını bilmiyordum o güne kadar. Bu demek ki rastgele birinin oturup, kızıp yazdığı bir tehdit değil. Takip etmiş, en azından birkaç günlük bir çalışma yapılmış. İnsan kendisiyle ilgili tehdidi çok fazla ciddiye almıyor. Ama evladı ile ilgili bir tehdit varsa insanı farklı bir yerinden vuruyor.

-Tehditle ilgili ne yaptınız?

Kanal yönetimi ile konuştuk, onlar da ‘bu insanların sağı solu belli olmaz’ demişti. Yazının bir bölümünü çıkarmıştık. Yani ‘Bülent Yıldırım yargılanmalı’ diye orayı anlattığım bir bölüm vardı. Siz Türkiye’de belli konulara girdiğiniz zaman karşınıza bazı şeylerin çıktığını görmüş oluyorsunuz.

-Bu süreçte aldığınız tehditler nasıl ve neye dair?

Bu tehditler o yoğunlukta ve kişiselleştirilmiş tehditler değil. Onları anlık tepkiler olarak görüyorum. Hükümet tarafından yayınlarla ilgili en son Efkan Ala’nın Erzurum’da ‘Sen kimsin?’ diye yaptığı çıkış vardı. Biz o haberi verirken RTÜK’ün işaretleri ile verdik. İşte şiddet içerir, korku falan vardır diye. Bakanlıktan aradılar, ‘Bakan bey kaldırılmasını istiyor’ dediler. ‘Yanlış olan bir şey yok’ deyince ‘Peki, o zaman ben bakan beyin hukukçularına götüreceğim konuyu. Onlarla hesaplaşırsınız’ dendi. Ergenekon konusunda da bu Danıştay saldırısında o güvenlik sistemini işte OYAK’ın yaptığı bir güvenlik şirketi vardı. Kameraların kapatıldığı veya görüntülerin bazılarının yok edildiği yolunda iddialar söz konusuydu. O iddialar için bir yeniden yargılanma süreci gündeme gelince OYAK’ın o şirketinin hukukçuları aradı. Haberlerin kaldırılması istendi. Suç teşkil eden yayınlar yoktu onlar arasında. Kullandıkları ifade aynen şöyleydi: ‘Yeniden yargılama gündemde ve yeniden yargılandığımızda biz beraat edeceğiz. Beraat ettikten sonra da kaldırmazsanız, bunlar sizin için iyi olmayacak.’ dendi. Ve öylece kapatıldı telefon.

-Yeniden yargılanıp beraat edeceğini biliyor.

Tabii, bu tür şeyler daha yaşayacağız hem hükümet tarafından hem belli odaklar tarafından, öyle görünüyor.

-Paralel yapı söylemi ile ilgili ne düşünüyorsunuz?

Paralel yapı, nasıl dershaneler cemaatle bir kavganın gerekçesi ise paralel yapı da devlet içindeki kadroların biçilmesi için bulunmuş bir gerekçe. Ben şunu söylemiştim paralel yapı tartışmalarının başladığı günlerde. Güneydoğu’ya her ay mutlaka giden biriyim. “Paralel devlet görmek isteyen Güneydoğu’ya gitsin.” Barış sürecine destek veren biri olarak söylüyorum. Bugün dünden daha güçlü bir şekilde var, Güneydoğu’da paralel devlet, paralel yapılanma. PKK’nın istediği ve bugüne kadar silah zoruyla yaptığını bugün barış süreci şemsiyesi altında çok rahat yürütebildiği bir dönem yaşıyoruz.


AKSİYON

Add comment


Security code


Refresh

back to top
  • EN SON EKLENENLER
  • EN ÇOK OKUNANLAR
  • SON YORUMLAR

HAKİKAT DAMLALARI

Hakikat Damlaları Güzel ahlak, en iyi arkadaştır; Mü’minin amel defterinin nişanesi güzel ahlakıdır. Hakikat Damlaları

Hz. Ali (r.a.)

ARAMA

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu