Kürsü - M. Fethullah Gülen - Genç Adam

Demokrasi Yokuşu

Soru: Samanyolu Televizyonu’nda yayınlanan ve Cumhuriyet döneminin belli bir zaman dilimini anlatan belgeselin ismi “Demokrasi Yokuşu” idi. Sizce ülkemizdeki tarihi gelişimi itibarıyla demokrasi düzlüğe çıkabilmiş midir? Demokrasinin sadece teoride kalmayıp uygulanan ve herkese huzur vadeden bir sistem olabilmesi için neler gerekmektedir?

Cevap: Menşei itibarıyla Yunan kültürüne kadar uzanan demokrasi tabiri, “halk” ve “iktidar” manalarına gelen iki Yunanca kelimeden teşekkül etmiştir ve kısaca, “halk idaresi”, “halkın hakimiyeti”, “halkın iktidarı” demektir. Genellikle, “halkın kendi kendini yönetmesi” şeklinde tarif edilegelen demokrasi, temel hak ve hürriyetlerin korunmasını bizzat halka ya da temsilcilerine bırakan, vatandaşların duygu ve düşüncelerinin ülke idaresinde tesirli olması gerektiği esasına dayanan bir yönetim şeklidir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde ilk kez seslendirilirken “Hâkimiyet bilâ kayd ü şart milletindir” şeklinde dile getirilen ve günümüzde “Egemenlik milletindir” sözüyle ifade edilen mana da icmâli olarak demokrasiyi vurgulamaktadır.

Demokrasinin tatbiki milletten millete, ülkeden ülkeye değişebilmektedir: Mesela; “vasıtasız hükümet” ya da “doğrudan demokrasi” denilen idarî sistemde, halk, iktidar ve hâkimiyetini herhangi bir aracı ve temsilci olmadan kullanır. Kanunları yapma, uygulama ve onlara uymayanları bulup cezalandırma gibi hususlar tamamen millete aittir. Bir meselede karar verileceği zaman milletin bütün fertleri kanaatini ortaya koyar; halk bir seçimde bulunur; yalnızca bazı kesimler değil, herkes bu seçimde söz sahibi olur; gerekirse sürekli referandumlar yapılır ve neticede umum halkın istediği husus gerçekleştirilir. Çokları için bir ideal olan bu demokrasi şekli sadece küçük topluluklarda tatbik edilebilir.

“Temsilî hükümet”te ise; halk, hakimiyet ve iktidarı, belli bir süre için seçtiği temsilciler meclisine tevdi eder. İktidarı, halk adına meclislerin kullandığı bu idari sisteme “cumhuriyet” de denmektedir. Günümüzde demokrasi denince genellikle “temsilî demokrasi” anlaşılmaktadır. Temsilî demokrasi, dar anlamda halkın kendi temsilcilerini kendi hür iradesiyle seçmesi anlamına gelmektedir. Bu idarî sistemde, yönetilen halk, yöneten ise “halkın temsilcileri”dir. Halk, seçtiği bazı kimseleri kendine vekil tayin eder; onlar da, millet namına icraatta bulunurlar. Ayrıca, halkın çıkarları istikametinde bir kısım kurallar vaz’ ederler. Belki bazı haklara sınırlar getirirler; fakat, vicdan hürriyeti, düşünme hürriyeti, çalışma hürriyeti, kazanma hürriyeti, seyahat hürriyeti gibi hak ve özgürlükleri yasalarla teminat altına alırlar. Hem devletin hem de fertlerin hak ve sorumluluklarını tesbit eder ve bunların sınırlarını açıkça belirlerler. Böyle bir yönetim şeklinde, devletin şeffaf olması, hukuka dayanması, ferdî hürriyetleri koruması, kuvvetler ayrılığını (yasama, yürütme ve yargının birbirinden ayrı olmasını) gözetmesi ve iktidarın faaliyet sahasını belli bir çerçeve içerisinde tutması olmazsa olmaz şartlardan bazılarıdır.

Çeşit Çeşit Demokrasi

Tarihi gelişimi itibarıyla da demokrasi, farklı toplumlar tarafından değişik şekillerde anlaşılmış ve farklı tarzlarda uygulanmıştır. Öyle ki, daha Antik Yunan dünyasında bile tiranlığa karşı halkın kendi kendini idare etmesi fikri doğmuştu; fakat Aristo’nun belirttiği üzere, demokrasi o dönemde bir çeşit “demagoji” olarak ele alınmış ve halkın idari işlere katılması sadece düşünce planında kalmıştı. Eski Roma’da da “Senato”nun gölgesinde bir tür demokrasi denemesi yapılmıştı. Ne var ki, demokrasi asırlarca halkın çıkarları hesabına ve halk adına totaliter bir sistem şeklinde uygulanmaktan öteye geçemedi. Evet, aslında mana itibarıyla, hak ve hürriyetlerin baskı altında tutulduğu, bütün yetkilerin bir elde veya küçük bir yönetici grubunun hakimiyetinde toplandığı devlet düzeni demek olan totaliter sistem demokrasiye tamamen zıt olmasına rağmen, “halk için istibdat” gibi çok garip bir mantıkla “totaliter demokrasi”lerden bile bahsedildi. Hatta bugün demokrasiyle idare edildiği söylenen pek çok ülkede böyle bir totaliter demokrasi anlayışının var olduğu ve bu ülkelerde bazı seçimler yapılarak halkın yönetime katkıda bulunduğu izlenimi verilse de aslında idare ve hakimiyetin bir elde tutulduğu, yani oralarda demokrasi adının gölgesinde totaliter bir sistemin hakim olduğu söylenebilir.

Diğer taraftan, demokrasi hâlâ büyük ölçüde muğlak olduğundan bu tabirin nisbetsiz zikri pek azdır. Çok defa onun yanına başka bir tabir ilave edilerek, demokrasi “çoğulcu”, “liberal”, “Hıristiyan”, “katılımcı”... gibi sıfatlarla anılmaktadır ki, bazen bu demokrasi türlerinden biri diğerini demokrasi olarak bile kabul etmeyebilmektedir. Hitler, Nazizm’in “gerçek demokrasi” olduğunu iddia ettiği ve Mussolini, Faşizm’i “merkezî ve otoriter demokrasi” şeklinde nazara verdiği gibi, bugün de, çoklarınca anti-demokratik kabul edilen bazı ideolojilerin temsilcileri bile demokratik olduklarını savunmaktadırlar. Dolayısıyla, dünyanın değişik bölgelerinde “Marksist demokrasi”, “Proletarya demokrasisi”, “Protestan demokrasi”...  gibi daha pek çok demokrasi anlayışına şahit olmak mümkündür.

Mana Boyutlu Demokrasi

Ne var ki, şimdiye kadar “demokrasi”, bu izafet ve nisbetlerine bakılmadan hep yalın hâliyle ele alınmıştır. Bu sebeple de, din-demokrasi münasebetinden söz edenler, demokrasi ile dinin asla bağdaşmayacağını iddia etme yanlışlığına düşmüşlerdir. Onlara göre; din, Allah’ın hakimiyetine, demokrasi ise milletin re’yine dayanmaktadır. Fakat, maalesef, özellikle İslam ve demokrasi arasındaki bu sathi karşılaştırmada, “Hakimiyet, kayıtsız-şartsız milletindir” sözünün, hükümranlığın -hâşâ- Allah'tan alınarak insanlara verilmesi manasına gelmediği; aksine Cenab-ı Allah’ın, hükümranlığı, baskıcı ve zorba bireylerin elinden alıp cumhura yani toplumun üyelerine verdiği hakikati gözardı edilmiştir. Bununla beraber, İslam ve demokrasi sözkonusu edildiğinde bunlardan birincisinin ilahî, semavî bir din, diğerinin ise beşerî bir yönetim şekli olduğu mutlaka gözönünde tutulmalıdır. Demokrasinin tekamülünü isteyiş asla onun din yerine konması manasına gelmemelidir. Dinin mukaddesliği ve münezzehiyeti mahfuzdur; dolayısıyla, İslam ile demokrasinin kıyaslanması mevzubahis olamaz.

Bu itibarla da, kemale ermiş ve herkes tarafından benimsenmiş bir demokrasiden bahsetmenin mümkün olmadığı ve demokrasinin henüz bir gelişme vetiresi yaşadığı günümüzde İslam’ın demokrasiye katabileceği zenginlik de mutlaka düşünülmelidir. Ebedî bir Zât'ın teveccühünden ve ebediyetten başka hiçbir şeyle tatmini mümkün olmayan insanoğlunun manevî ihtiyaçlarına da cevap verebilecek bir demokrasinin geliştirilmesi meselesi de mütalaa ve müzakere edilmelidir.

İsterseniz siz böyle bir anlayışa “mana boyutlu demokrasi” de diyebilirsiniz. Yani, insan hak ve hürriyetlerine saygıyı ihtiva eden, din ve vicdan hürriyetini gözeten, aynı zamanda insanların inandıkları gibi yaşamalarına da ortam hazırlayan bir demokrasi.. insanların ebedle alakalı isteklerini yerine getirme mevzuunda onlara yardımcı olan demokrasi.. insanı maddî–manevî bütün ihtiyaçlarıyla nazar-ı itibara alan ve onun bütün ihtiyaçlarını karşılamayı tekeffül eden olgun demokrasi... işte, demokrasiyi bu denli geliştirip insanîleştirmenin yolları aranmalıdır. Çünkü insan hayatı, dünya ile başlamadığı gibi dünya ile de bitmiyor; dünya onun için sadece bir uğrak, o ebediyen kalacağı bir diyara, ahiret yurduna gidiyor. Şayet, onu idare eden sistem, bu gerçeği görmezlikten gelirse ve kulak ardı ederse, beşer için çok önemli bir meseleyi görmezlikten gelmiş ve kulak ardı etmiş olur. Evet, onun önünde kabir hayatı var, berzah hayatı var, mahşer hayatı var, Cennet hayatı var ve –Allah korusun- iman hesabına yolda kalanlar için de Cehennem hayatı var. Dolayısıyla, ideal demokrasi, insanın bugününü ve bugüne ait meselelerini tekeffül ettiği gibi, aynı zamanda onun ebedî hayatıyla alakalı bir kısım ihtiyaçlarını da tekeffül etmesi lazım. Ancak böyle bir demokrasi, oldukça gelişmiş ve ideal hâli almış bir demokrasi olabilir. Fakat, maalesef, insanlık henüz bu ufka ulaşmış sayılmaz. Ne batıda, ne doğuda, ne Amerika’da, ne de Uzak Doğu’da henüz böyle bir demokrasiden söz etmek mümkün değildir.

Bu açıdan da, demokrasi hâlâ yokuşa doğru tırmanmakta olan bir sistemdir. Bir manada, demokrasi yokuşu henüz aşılamamıştır. Fakat, bu konuda hiçbir şey yapılamadı demek de haksızlık olur. Şimdilerde demokrasi, tamamen insanî bir sistem haline gelerek, insanın maddî–manevî, ruhî ve cismanî bütün ihtiyaçlarına cevap verebilmek üzere, tabiri caizse, evolüsyon geçire geçire hâlâ bir tekâmül süreci yaşamaktadır.

Demokrasi Kültürü

Meseleye diğer bir açıdan yaklaşacak olursak; demokrasi nazarî olarak iyi bir sistem sayılabilir; fakat, asıl önemli olan onun pratiğe taşınmasıdır. Bir ülkede demokrasinin tam olarak uygulanabilmesi için de o ülke halkının “demokrasi kültürü”ne sahip olması gerekmektedir. Toplum fertlerinin demokrasi kültürünü öğrenmeleri ve ona alışmaları da ancak ciddi bir eğitimle mümkün olabilir.

Bu açıdan, öncelikle demokrasinin çerçevesi belirlenmeli; o çerçevede millete kendi hakları ve özgürlükleri öğretilmelidir. Bir yandan, fertlerden sorumluluklarını yerine getirmeleri istenirken, diğer taraftan, onlara kendi haklarına sahip çıkma cesareti de verilmelidir. Her insana, demokrasinin ne vaad ettiği, toplumun bir ferdi olarak kendisinin hangi haklara sahip bulunduğu ve devlet idaresinde ne türlü bir söz söyleme selahiyetinin olduğu gibi hususlar mutlaka öğretilmelidir. Bazıları bunların öğretilmesini keyfî idarelerine engel görebilirler; toplumu kendi heva ve hevesleri doğrultusunda bazı yerlere çekmek isteyen bu kesimler, halkın bir kısım hakikatleri öğrenmesini istemeyebilirler. Çünkü, kendine dayatılan hususları bir şekilde kabullenen ve hakkını aramayı aklının ucundan bile geçirmeyen, hatta haklarının ne olduğunu bile hiç bilmeyen kitleleri istenilen yöne sevketmek kolaydır.

Bu itibarla, insanlara vicdan hürriyeti, düşünce hürriyeti, inanç hürriyeti ve çalışma hürriyeti gibi özgürlükler tanınabilir. Fakat, halk bu hürriyetlerin ne manaya geldiğini bilmiyorsa, kendisine tanınan haklardan haberdar değilse; hakkını nerede ve nasıl arayacağı hususunda hiçbir malumatı bulunmuyorsa, yani, millet fertlerinde demokrasi kültürü gelişmemişse, o toplumda gerçek demokrasinin tatbiki imkansız denecek kadar zordur. Böyle bir toplumda, bazen geçici bir hürriyet havası hasıl olsa bile, bir kısım hazımsız kimselerin kaba kuvvete başvurarak demokrasinin başına darbe indirmeleri de her zaman söz konusudur. Değişik bahanelerle hadlerini aşıp hak adına hakkızlık irtikâp eden bu kaba kuvvet temsilcilerine karşı, demokrasi kültüründen mahrum yetiştirilen nesillerin yapabileceği hiçbir şey de yoktur. Bir yanda kendi haklarından habersiz ve demokrasi kültüründen mahrum yığınlar, diğer tarafta da o kültüre alışmadığı için başkalarının hak arayışı karşısında hazımsız kimseler bulunduğu müddetçe değişik müdahalelerin birbirini takip etmesi ve demokrasinin sürekli inkıtaya uğratılması kaçınılmazdır.

Bu hakikatin en canlı misali yakın çevremizdeki ülkelerdir. Koskoca bir coğrafyada çoğu ülkelerin başında birer tiran, birer diktatör vardır. Buralarda da seçimler yapılır; fakat, seçimleri ekseriyetle o an başta bulunanlar yeniden kazanır ve yerlerini hep korurlar. Onların aralarında yirmi senelik, otuz senelik despotlar bile mevcuttur. Ülkeleri adına neredeyse hiçbir hayırlı teşebbüste bulunmayan ve sadece kendi saltanatını devam ettirmeyi düşünen bu tiranlar, bütün zorbalıklarına rağmen yine de o sihirli kelimeye sığınır, “demokrasi” der ve  her şeyi ona bağlı yapıyor gibi görünerek saf yığınlara bütün icraatlerini kabul ettirirler.

Demokrasi kültüründen mahrum olan toplumlardaki bu durum bizim ülkemizde de farklı değildir. Dünyadaki umumi gidişata paralel olarak, Türkiye’de de belki Tanzimat’tan bu yana batılı anlamda demokrasiye geçiş vetiresi yaşanmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya, İtalya ve Japonya’nın yenilmesiyle totaliter rejimler bir manada sona erip demokratikleşme hareketleri revaç bulunca, Batı ile münasebetlerini sıcak tutmak isteyen Türkiye de çok partili hayata geçmek mecburiyetinde kaldı. 1946 senesinde demokratikleşme talepleriyle kurulan Demokrat Parti’nin siyaset meydanına atılmasından sonra ülkemizde de ciddi anlamda bir demokrasi yokuşuna tırmanma süreci başladı. Fakat, acaba demokrasi adına ortaya çıkanlar demokrasiyi ne derece hazmetmişlerdi? Kendilerini hangi ölçüde milleti temsile yetkili ve donanımlı görüyorlardı? Güçlerini tartmışlar mıydı? Öyle bir yükün altından kalkabilirler miydi? Ayrıca, önce demokrasiye mecburen vize veren güçler, daha sonra onun kendi iktidarları aleyhine işlediğini görünce o meseleyi hazmedebilirler miydi? Bunlar çok ince ve hassasiyetle üzerinde durulması gerekli olan konulardı. O ölçüde bir hassasiyetle bu konuların üzerinde duruldu mu, durulmadı mı onu bilemeyeceğim; fakat, aşikar olan bir husus var ki, bizim ülkemizde ideal demokrasiye yürümek için aşılması gereken yokuşun dışında çok farklı tepeleri de geçmek gerekmişti ve aşılması gereken o tepelerin hâl-i hazırda bütün bütün arkada bırakıldığı söylenemez.

Türkiye Demokrasi Yokuşunda

Evet, bizim ülkemizde demokrasi, yer yer pek çok engele takıldı; zaman zaman kendi halkının öz değerleriyle çatıştı.. bazen yerleşik idareye zıt bir anlayışa dönüştü, bazen de hakimiyeti elinde bulunduran güçlerin gayzına yenik düştü. 27 Mayıs 1960 tarihinde Türkiye, daha sonraki demokrasi gayretlerinin de teminatı olabilecek bir sürecin başına inen yumruğa şahitlik etti. 16 ve 17 Eylül 1961’de bir zamanlar demokrasi diyerek halkın karşısına çıkan ve istediği desteği bulmuş gibi görünen kimselerle beraber demokrasinin kendisi de idam sehpasında sallandırıldı. 12 Mart 1971’de demokrasiye bir kere daha ince ayar (!) çekildi. Aradan on sene bile geçmeden, bu defa 12 Eylül 1980’de demokrasinin başına sert bir darbe daha indirildi. Dahası, 82 Anayasası’na konan kanun maddeleriyle 61 Anayasası’nın getirdiği hak ve özgürlüklerin üzerine de çizgi çekildi.

Evet, 61’de yeni bir anayasa hazırlanmış ve farklı bir demokrasiden bahsedilmişti. Her türlü hak ve hürriyetin tanınacağı söylenmiş ve her çeşit düşüncenin âdetâ önü açılmıştı. Devletin temel yapısına dokunmamak ve rejimi değiştirmeye matuf faaliyetlerde bulunmamak şartıyla herkesin istediğini yapabileceği ifade edilmişti. Ülkenin demokratik bir cumhuriyetle yönetildiği ve bu idare sisteminde hakimiyetin kayıtsız, şartsız millete ait olduğu vurgulanmıştı. Fakat, bu hürriyet havasının üzerinden çok geçmeden farklı bir müdahale daha oldu. Ondan yaklaşık on sene sonra bir başka müdahale ile yeniden anayasa değişikliğine gidildi. Ne kadar acıdır ki, yeni demokrasinin baş mimarlarından ve o günkü anayasanın hazırlanmasına öncülük edenlerden birisi, eski anayasa için “Bu anayasa bize bol elbise gibi geldi; içinde rahat hareket etmeye başladık. Bu entariyi belinden, paçasından, boyundan biraz daraltmak lazım.” diyebildi. Nitekim, o demokrasi elbisesi, orasından burasından çekildi, büzüştürüldü ve kısaltıldı. Fakat, müdahaleler onunla da sınırlı kalmadı; başının üzerinde Demokles’in kılıcı varmışçasına sürekli titreyerek hayatını devam ettiren demokrasi, 28 Şubat 1997’de bir kere daha inkıtaya uğratıldı.

İşte bütün bu müdahalelerin arkasında demokrasi kültüründen mahrumiyet vardır. Demokrasiyi hazmedemeyen kimseler, kendi bozuk hissiyatlarına, yanlış mantıklarına, heva ve heveslerine göre bir kısım mualecelerde bulunur ve onu felç ederler. Her dönemde, acemi ve demokrasi kültüründen yoksun demokratların elinde demokrasi bir kere daha yara alır. Bazıları “ince ayar lazım” derler, kimileri de hürriyet elbisesinin millete bol geldiğini söylerler; böylece, bu bahanelerle parlamentoyu işlemez hale getirir, devlet müesseselerinin elini-kolunu bağlar ve aslında milletin istikbaliyle oynarlar.

Demokrasi kültüründen bîhaber bu hazımsız ruhlar, kendileri gibi düşünmeyen insanların demokratik hak ve hürriyetlerden istifade etmelerini çekemezler. Hele bir de bunlar, dine mesafeli duran kimselerse, halkın dinî vazifelerini yerine getirmesine, duygu ve düşüncelerini seslendirmesine, istediği gibi yaşayıp kendini ifade etmesine asla tahammül gösteremezler. Dolayısıyla, içlerindeki bu hazımsızlık sebebiyle sürekli müdahale duygularıyla dolar, müdahale düşünceleriyle oturup kalkarlar. Şayet umumi hava istedikleri gibi bir müdahalaye müsait değilse, hemen bir sürü kavga sebebi icad eder, farklılıkları kurcalar, kapanmaya yüz tutmuş yaraları deşeler; ne yapıp eder kötü emelleri için zemin hazırlarlar. Kargaşaların, kavgaların ve anarşinin gölgesinde yeni bir fevkalâdeliğe ihtiyaç hasıl eder ve o fevkalâdeliği kullanarak gönüllerine göre bir düzen tesis etme hayalleri görüp onları gerçekleştirmeye çalışırlar.

“Sen kim oluyorsun?”

Bu cümleden olarak, bugün bazıları hususiyle Doğu’da ve Güneydoğu’da kargaşa çıkartmak için uğraşıp duruyorlar. Bölge halkının büyük çoğunluğunun hissiyatına tercüman olan insanları dinleyince ortada kat’iyen kargaşaya ve kavgaya sebep olacak bir durumun söz konusu olmadığı görülüyor. Edirne’den Kars’a bu ülkede yaşayan herkes, Çanakkale’den Trablusgarp’a kadar vatan için, din için hep beraber savaştığını, beraberce şehadete yürüdüğünü ve şehit olunca da belki sarmaş dolaş olarak aynı kabre konduğunu düşünüyor. Halkın nazarında asla ayrılığın, gayrılığın manası yok. Fakat, neylersiniz ki, demokrasiyi hazmedememiş, o kültürle yetişememiş bazı kimseler insanımızı birbirine düşürerek kargaşa çıkartmaktan, kan dökmekten ve anarşiye zemin hazırlamaktan geri durmuyor; sun’i olarak oluşturdukları puslu havayı kendi hesaplarına değerlendirmek için fırsat kolluyorlar. Toplum içinde ayrımcılık yapıyor, kendilerini farklı görüyor, “başkaları” dedikleri insanlar için hak ve hürriyetleri fazla buluyor ve “Siz nereden çıktınız; sizin ne hakkınız var ki hak iddiasında bulunuyorsunuz!” gibi tuhaf düşüncelerle ve çiğ sözlerle insanları rencide ediyorlar. Öyle ki, bu vatan evladına, özbeöz Anadolu insanına “Dünyanın değişik yerlerinde okul açmak sizin ne haddinize? Türkçeyi öğretmek size mi düştü?” deme cüretinde bile bulunabiliyorlar.

Hiç unutmam, bazı sözleri eğip bükerek ve sağa sola çekerek askeriyenin itibarına dokunulmasının söz konusu olduğu bir yerde, “Benim askeriyeye karşı ciddî bir saygım var; askerimize söz ettirmem!” demiştim. Kendimi, onun itibarını düşünme mecburiyetinde hissettiğim bir anda, askere saygımı ifade sadedinde böyle derken de bu kadar samimi bir sözden dolayı bile tepki alacağım asla aklıma gelmemişti. Fakat, sizin hiç ihtimal vermeyeceğiniz bir şekilde birisi kalktı, “Askerin itibarını korumak sana mı düştü!” deyiverdi. Bu sözü işitince damarlarımda kanım dondu desem mübalağa etmiş olmam. Siz bu cümlede, demokrasi terbiyesi bir yana, en basit bir insanî terbiye emaresi bulabilir misiniz? “Sen kim oluyorsun!” Ben bu ülkenin vatandaşıyım. Bu ülkede, temelde milletin değer atfettiği müesseseler vardır ki, milletin bir ferdi olarak ben de onlara değer veririm. Ayrıca, şahsen, çok kıymetli gördüğüm ve takdir ettiğim müesseseler de vardır. Hatta, toplumun bir kesiminin hiç kıymet vermediği, fakat bir vatandaş olarak benim değer atfettiğim müesseseler de olabilir. Her vatandaş gibi, ben de duygu ve düşüncelerimi ifade hürriyetine sahibim. Ve değer atfettiğim her şeyi korumakla da kendimi mükellef görebilirim. O müessese askeriyeyse, onu korumakla kendimi mükellef görürüm; o parlamento ise, onu korumakla da kendimi sorumlu tutarım. Şayet, o devletse, birileri gibi kutsamasam ve ona müteâl demesem, aşkın bir müessese gibi görmesem bile, onu da korumaya ve kollamaya çalışırım. Bu niyetle, her zaman, “En kötü idarî sistem ve en kötü devlet, devletsizlikten ve nizamsızlıktan bin defa daha iyidir; çünkü öbüründe anarşi vardır, o nihilizme gider, dayanır.” derim... Böyle der ve demokrasinin gereği olarak bu düşüncemi ifade etmem karşısında saygı göreceğimi umarım. Fakat, bir insan, bu duygu ve düşünceye saygılı olacağına, kendi hakkında istediği demokrasi ve hürriyet atmosferinden benim de istifade etmeme rıza göstereceğine, herkese yukarıdan bakarak ve garip bir hazımsızlık yaşayarak “Sen kim oluyorsun?” diyebiliyor. İşte, onun gibi kimseler, aslında demokrasiyi de kat’iyen hazmedemediler. Onu dillerinden düşürmediler, ama içlerine de sindiremediler. Dolayısıyla da, demokrasi yokuşunu bütün bütün sarp ve dik bir dağa çevirdiler; milleti sıra sıra tepeleri aşmak ve o ızdırap veren yokuşu acı acı tırmanmak mecburiyetinde bıraktılar. Halk senelerce önce o yokuşu tırmanmaya başladı ama hâlâ demokrasi yolunda önüne çıkan yeni yeni tepeleri aşmaya devam ediyor.

Usulsüzlük ve Rölantide Geçen Seneler

Diğer taraftan, demokrasinin temsil şekli olan cumhuriyetin de değişik tatbik usulleri vardır. Her ülke kendi kültürüne ve halkının yapısına göre değişik bir tatbik tarzı benimsemiştir. Bazı devletler parlamenter hükümet sistemini, bazıları ise başkanlık sistemini tercih etmişlerdir. Mesela, Amerika, başkanlık sistemini yeğlediği halde, Fransa gibi kimi ülkeler de yarı başkanlık sistemine yönelmişlerdir. Bizim ülkemizde de kendi şartlarına göre bir demokrasi anlayışı ve onu tatbik şekli yerleşmiştir. Anayasa, her vatandaşa, seçme, seçilme ve siyasî faaliyette bulunma hakkı tanımıştır. Genel oyla seçilerek Meclis’te yerini alan beşyüzelli milletvekilinden herbiri, sadece kendilerini seçenleri ya da kendi seçim bölgelerini değil, topyekün Milleti temsil ederler. Dolayısıyla da, iktidar ister nitelikli çoğunluk denen belli bir barajı aşarak başa geçsin, ister nisbî çoğunlukla idareyi ele alsın, işin temelinde halk varsa ve bu çoğunluğu sağlayan da yine halkın kendisi ise, vekiller bütün milletin temsilcileridirler ve bu ülkede halk kendi kendini idare ediyor demektir. Bu idarî şekil şu andaki sistemin bir gereğidir. Bu itibarla da, hiçkimsenin “İktidar, oyların çoğunu alsa da, milletin tamamı onu desteklemiyor; şu anda azınlık çoğunluğu idare ediyor.” demeye ve itiraz etmeye hakkı yoktur. Çünkü, hâl-i hazırda kabul edilen sistem ve yetkili kurumlarca belirlenen yasalar bunu gerektirmektedir. Meseleyi, herkesin ortak hissiyatına göre şekillendirmek imkansızdır. Fakat, ille de yüzde seksen, yüzde doksan tarafından seçilmiş bir iktidar isteniyorsa, ona göre yeni bir sistem va’z etmek lazımdır. İşte, aynı hazımsız kimseler, kendi çekememezliklerini gizleyerek ve çıkarlarına dokunduğunu saklayarak mevcut demokrasiyi bile bu ülke insanına fazla bulmakta ve bu defa da azınlık-çoğunluk yâveleriyle ona itiraz etmektedirler. Evet, aslında bunlar, halkın hissiyatının temsilini hazmedemediler; milletin geçmişten tevarüs ettiği kültürün temsil edilmesini çekemediler; belli bir dönemde sînelere gömdükleri hakikatlara saygı duyulmasına tahammül gösteremediler ve demokrasinin aynı zamanda bir insanın ebedî saadete hazırlanması istikametinde ortam hazırlayıcılığını sinelerine sindiremediler. Hatta, bazen çok küçük şeylere takıldılar; bazen bir külahı bazen de bir tesbihi rejim adına tehlikeli saydı ve dolayısıyla kargaşa çıkardılar.

Haddizatında, Büyük Mütefekkir’in de dediği gibi, mukabele-i bilmisil zalimâne bir kaidedir. Maruz kalınan bir haksızlığa aynıyla karşılık vermek ve mukabil haksızlık yapmak zalimce bir davranıştır. Fakat, maalesef, demokrasi yokuşunu aşmaya çalışan insanlar arasından da arzetmeye çalıştığım hazımsızlıklara karşı çok yanlış mukabelede bulunanlar çıktı. Bazılarının zalimce davranışlarına karşı diğerlerinin usulsüzce tavırlara girmeleri millete seneler kaybettirdi. Bazı temsilciler, temsil ettikleri hakikatlerin kadr ü kıymetini tam bilemediler. Temsilde kabalık yaptılar; hatta bazen tahriklere kapıldı ve figüre edildiler. Kimi zaman karşı tarafı hırçınlığa sevkettiler, kimi zaman da kendi menfaatlerini korumak için millete reva görülen kötülüklere göz yumdular.. ve dolayısıyla, olan millete oldu. Yanlış hareketler, mukabil yanlış davranışlara ve yanlış müdahalelere sebebiyet verdi, zemin hazırladı. Neticede zaman zaman demokrasinin beli kırıldı; yer yer milletimizin itibarına darbeler vuruldu. Her yanlış müdahale ülkemize senelere mal oldu; kırk sene, elli sene, altmış sene uçup gitti. Bütün kazanımlar bir bir heba edildi ve millet olarak diğer toplumların gerisinde kaldık.

Ne kadar acıdır ki, biz, çok küçük meselelerin kavgasını vererek birbirimizle uğraşırken, bazı milletler her şeyi, insana, ahlâka, eğitime, kültüre bağlayarak, bizim takılıp kaldığımız noktaları âdeta uçarak geçtiler ve bugünkü konumlarına ulaştılar. Mesela, daha dün korkunç bir harb ü darbden çıkmış, yerle bir edilmiş Japonya doğruldu, ayağa kalktı, yürüme denemeleri yaptı, koştu ve gelip bizi geçti. Totaliter sistemle idare edilen bir devlet, dünyayla rekabet edebilecek bir güce ulaştı. Oysa, Japonya bizden elli-altmış sene sonra yenilenme gayretlerine başlamıştı, ama o bütün handikapları aştı ve dünyayı idare eden güçlü devletler arasında yerini aldı. Yanıbaşımızdaki Almanya, her iki cihan harbini de ölümcül yaralarla atlattı. Yirminci asrın ilk yarısında her yanıyla yıkık-dökük bir görünüm arz ediyordu. Fakat, o, her şeye rağmen, kısa zamanda derlenip-toparlandı ve dev bir ülke olarak dünyanın karşısına dikildi. Evet, onlar kırk-elli yıl gibi kısa bir zaman içinde çoktan çağlarıyla hesaplaşabilecek seviyeye ulaştılar; fakat maalesef biz, yüz elli senelik bir yolculuktan sonra, varacağımız hedeften daha çok, çıkış noktasının dedikodusuyla birbirimizi kemirip durduk ve içimizdeki hazımsızlık sebebiyle demokrasi yokuşunda rölantide kaldık. Sürekli çalışıyor göründük, bazı şeyler yapıyor izlenimi verdik, ama iki adım ileriye gidemedik. Ne duyguda ne düşüncede, ne hazımda ne başkalarını kabullenmede, ne diyalogda ve ne de hoşgörüde gerektiği ölçüde yol alamadık.

Demokrasi Kültüründen Mahrumiyet ve Bitmeyen Yokuşlar

Dahası, demokrasi kültüründen mahrumiyet, hem milletin hem de idarecilerin üsluplarına da aksetti. Öyle ki, hiçkimsenin tenkit edilmeye tahammülü yok. Fakat, sıra tenkit etmeye gelince ölçülü ve insaflı olanı bulmak zorlardan zor. Hemen herkes birbirini acı acı sorguluyor. Hatta tenkit zamanla iftira ve bühtana kadar varıp uzanıyor. İnsanların şeref ve haysiyetlerine dokunuluyor. Hatırlayacaksınız, bu ülkede herkesin afif ve namuslu bildiği kimselerin özel kasalarına kadın çamaşırları koyarak onları toplum nazarında bitirmek isteyenler bile oldu. Demokrasi kültüründen mahrum kimseler, onları önce ma’şerî vicdan nezdinde bir kısım günahlarla ademe mahkum etmek ve sonra da idam sehpasına çıkarırken insanların içlerinin sızlamasının önünü almak istediler. Dün bunu yaptılar ve hem demokrasi imtihanını kaybettiler hem de milleti çok büyük kayıplara maruz bıraktılar. Şayet, millet fertlerine demokrasi kültürü kazandırılamazsa, yarın da aynı cürümler işlenmeyeceğini kimse garanti edemez.

Düşünün ki, demokrasiye adım atalı ve Cumhuriyet kurulalı aradan bunca sene geçmiş. Fakat hâlâ birbirine el uzatacak kadar dahi insani değerlere saygısı olmayan, demokrasi kültüründen mahrum, bir manada bedeviyet yaşayan ve çöl insanı gibi davranan kimselere şahit oluyorsunuz. Diyalog ve hoşgörü diyor, gönülden selam veriyor ve çok samimi olarak el uzatıyorsunuz ama çoğu zaman elleriniz havada kalıyor. Ziyaret etmek için randevu istediğinizde size kapıyı açma ve bir bardak çay sunma medeniliğini bile gösteremeyen, sizinle aynı odada yarım saat oturmaya dahi tahammül edemeyen kaba ve soğuk insanlar görüyorsunuz. Siz ne yaparsanız yapın, bazıları diyaloğa asla “evet” demiyor, kendileri gibi düşünmeyenleri kat’iyen hoş görmüyor, aksine başkalarını sürekli lanetliyorlar. İşte, şayet bugün bile siz hâlâ bu ölçüde bir yobazlığa muhatap oluyorsanız, bazı insanlarla uzlaşamıyor ve anlaşamıyorsanız, demek ki demokrasi yokuşu aşılamamış; demek ki demokrasi kültürüne henüz ulaşılamamış. Bağışlayın, parlamento kürsüsünden veya sıralarından biri diğerine “ördek” derken, öbürü de kalkıp ona “kaz” diye hitap edebiliyorsa, demek ki bu kavga bitmemiş, demokrasi hazmedilememiş...

Evet, bu çirkin manzaralar aklıma geldikçe Mehmet Akif’in
“Bu hissizlikle cemiyet yaşar derlerse pek yanlış
Bir millet göster, ölmüş maneviyatıyla, sağ kalmış”
mısralarını hatırlıyorum. Onun sözlerini mevzumuza göre değiştirerek, “Demokrasi kültüründen mahrumiyetle bu millet yaşar derlerse pek yanlış; bir millet göster o kültürden mahrum olduğu halde sağ kalmış.” diyesim geliyor. Evet, acı ama ifade etme mecburiyetindeyiz; biz demokrasi kültüründen mahrumuz ve bu mahrumiyetle devam ettiğimiz sürece karşımıza daha pek çok yokuş çıkar.. demokrasi daha pek çok hazımsızlıklara çarpar...

Sözün özü, Samanyolu Televizyonu’nda yayınlanan “Demokrasi Yokuşu” adlı belgeseli seyrederken, o dönemde yapılan koca koca yanlışları bir kere daha hayretle hatırladım ve kaybolan yılların, yitirilen değerlerin hicranıyla adeta iki büklüm oldum. Gözünü hırs bürümüş kimselerin sıkılmış yumruklarını, düşmanlık duygularıyla gerilmiş insanların nefret dolu bakışlarını, öldürme hıncıyla başı dönmüş zalimlerin adeta kan dökme bahanesi arayışlarını ve insanî değerlerin ayaklar altına alınışını ürperti içinde ve binbir esefle seyrettim. Bu önemli belgesel ne ölçüde takip edildi ve o elem verici hadiseler milletimize ne ifade etti.. bilemeyeceğim; fakat, Samanyolu Televizyonu’nun, yakın geçmişte cereyan eden bir hadiseyi hatırlatarak tarihe ışık tuttuğuna ve millet çapında aynı hataların yeniden irtikap edilmemesi, aynı yanlışlara girilmemesi için o belgeselin herkes tarafından seyredilmesi gerektiğine inanıyorum. Demorasi yokuşunu hâlâ tırmanmakta olan milletimizin her ferdinin kendi tavırlarını, davranışlarını, üslubunu yeniden gözden geçirmesini ve yeni bir hınçla, yeni bir kinle, yeni bir nefretle o yokuşun daha sarp hale getirilmemesini diliyorum.

Add comment


Security code


Refresh

back to top
  • EN SON EKLENENLER
  • EN ÇOK OKUNANLAR
  • SON YORUMLAR

HAKİKAT DAMLALARI

Hakikat Damlaları Kalp kör olduktan sonra, gözlerin görmesinde hiçbir fayda yoktur. Hakikat Damlaları

Hz. Ali (r.a.)

ARAMA

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu