Kürsü - M. Fethullah Gülen - Genç Adam

Cennet Yolunun Burakları

Soru: Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şerifte, “Yâ eyyühe’n-nâs! Efşu’s-selâm, ve et’ımü’t-taâm, ve sılu’l-erhâm, ve sallû billeyli ve’n-nâsu niyâm, tedhulü’l-Cennete biselâm” buyuruyor. Peygamber Efendimiz’in bu türlü sözleri, sadece o anki muhataplarına mı özeldir yoksa umûmî midir? Bu hadisi nasıl anlamalıyız?

Cevap: Bu hadis-i şerifi, Abdullah İbn-i Selâm (radiyallahü anh) rivayet etmektedir. Kısaca meâli şöyledir: “Ey İnsanlar! Selamı aranızda yaygın hale getirin.. sofranız herkese açık olsun, çokça ikram edin.. sıla-ı rahimde de kusur etmeyin.. bir de, insanların uykuya daldıkları anlarda, gecelerin karanlığını namazla delin.. böylece selametle Cennet’e girersiniz!.”  (İbn-i Mâce, Et’ime, 1; Dârimî, Salât, 156)

Peygamber Efendimiz’in (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) bu kabil sözlerini ilk akla gelen (zahirî) manalarıyla ele almakta ve o şekilde amel etmekte hiçbir mahzur yoktur. Bilakis, herbiri güzel ahlakın ayrı bir yanına işaret eden bu hususları tatbik etmek insana çok fayda ve sevap kazandırır. Bununla beraber, bu türlü hadis-i şerifleri tergib (teşvik etme, isteklendirme) ve terhîb  (sakındırma, uzaklaştırma) sadedinde îrad edilmiş sözler olarak değerlendirmek daha doğrudur.

Tergib ve Terhîbe Birer Misal

Mesela; Allah Rasûlü, “Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, vaad ettiğinde vaadinden döner, kendisine bir şey emanet edildiğinde emanete hıyanet eder” buyurmuş; bazı rivayetlerde, hemen her zaman en haince düşmanlık duygularını dostane tavırlar içinde icra etmeyi de nifak emaresi olarak zikretmiştir. Bu nebevî beyan, sözünden dönen ya da yalan söyleyen herkesin münafık olduğu manasına gelmez. Her yalan, insanı mutlaka münafık yapmaz. Fakat, yalan, bir lafz-ı kâfirdir; yalan söyleyen bir insan küfre doğru bir adım yaklaşmış ve imanını ayakta tutan esaslardan da bir adım uzaklaşmış olur. Dolayısıyla, insan bir-iki yalanla münafık olmasa da doğru olmayan her beyanla tehlike sınırına biraz daha yaklaşmış sayılır. Keza, kendine bir emanet verildiğinde ona hıyanet eden kimse, emniyetten uzaklaşması ölçüsünde imandan uzaklaşmış ve o kadar da küfre açık hale gelmiş olur. Evet, yalanın, ahde vefasızlığın ve emanete ihanet etmenin öyle çeşitleri vardır ki, onlar insanı tam bir münafık haline getirir. Bu kötü fiilleri işleyenlerin hepsi münafık olmasa bile, hemen herkes bir yalan menfezinden nifaka düşebilir; bir emanete ihanet çukurundan küfre yuvarlanabilir; sözünde durmama ya da hayasızca düşmanlık yapma gibi günahlar sebebiyle münafıklar safına kayabilir.  Öyleyse, bu neticeye götürebilecek işlerin en küçüğünden dahi fersah fersah uzak durmak gerekir. İşte, Peygamber Efendimiz de münafığın alametlerini sayarken terhib edalı bir ifadeyle bu hususlara dikkat çekmiştir.

Allah Rasûlü, bir başka zaman da, “Cenâb-ı Allah yedi kimseyi, kendi zıllinden (gölgesinden) başka sığınak olmayan kıyamet gününde, zılli altında himaye edecektir.” buyurarak, âdil imamdan başlayıp yapayalnızken Allah’ı anıp da gözleri yaşlarla dolan insanla bitirerek yedi zümreyi saymış ve bu yedi sınıf insanı misal vererek onların temsil ettiği yüksek hasletlere sahip olmamız için bizi teşvik etmiştir.

Tergib ifade eden bu beyanda, âdil imam ilk sırada zikredilmiştir. Haddizatında, adaletli idarecilerin hepsi Allah’ın zıllinde değildir. Fakat, adil olan bir idarecinin Allah’ın zıllinde olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü, hükümdarın ya da değişik kademelerdeki yöneticilerin ellerinde geniş imkanlar vardır. Bu geniş imkanlar, güç ve kuvvet genellikle despotluğa, tiranlığa ve zorbalığa götürür; sahibini çıldırtır ve ona sağlam muhakemede bulunma imkanı vermez. Kaba kuvvet aklın önüne geçer, şefkat duygusunu çiğner ve merhamet hissini öldürür. Dolayısıyla, güç ve kuvvetin temsilcileri çoğunlukla hak ve adalet tanımazlar; adeta insanların hukukunu çiğneme hakkı kendilerine verilmiş gibi davranırlar. Koruma mecburiyetinde oldukları hukuk kurallarına en başta onlar riayet etmezler. Böylece, aslında bir hikmet-i vücudu bulunan kuvvet, bazı kayıtlar altına alınmadığı ve hakkın emrine girmediği zaman kimin eline geçerse geçsin onu azgınlaştırır ve bir zalim haline getirir.

İşte, hakperest ve adil davranmanın çok zor olduğu bir konumda, Hulefa-i Raşidîn, Ömer bin Abdülaziz, Mehdî-i Abbasî, Harun Reşid, Fatih Sultan ve Yavuz Selim gibi davranmaya çalışarak kılı kırk yararcasına yaşayan idareciler Allah’ın rahmetine, Cennet’e ve rıdvana açık duruyorlar demektir. Güç, makam ve mansıp karşısında “pes” etmeyip adaletten ayrılmama “zıllullah”a açık bir duruş manasına gelmektedir. Öyle bir duruş, adil idarecileri, Cenâb-ı Hakk’ın hususî ve sürpriz olarak hazırlayacağı o ilahî gölgeye namzet hale getirmektedir. Ahirette insanın kalbini, ruhunu, hissini ve bütün letâifini saran endişe ateşlerine karşı koruyucu bir sera ve bir siper olan “zıllullah”, hiç kimsenin korunamadığı bir yerde, işte o türlü idarecileri himayesine alacak ve onlar için emin bir sığınak olacaktır. Evet, adalet sıfatı, bir idarecinin “zıllullah”a mazhar olması için tek başına kafi değilse de, o mazhariyete erenler mutlaka adil imamlar arasından çıkacaktır. Dolayısıyla, bu hadis-i şerif bir hakikati ifade etmenin yanısıra hem fertler hem de toplum için çok önemli olan bazı hasletleri de nazara vererek o güzel huylara teşvik etmektedir.

Münebbihât

İbn-i Hacer el-Askalânî hazretleri tarafından derlenen, Peygamber Efendimiz’in, Ashâb-ı Kirâm’ın ve Tâbiîn’in büyüklerinin bazı sözlerine yer verilen “Münebbihât” adlı risâle, ikiden ona kadar cümlelerden oluşan tenbihleri ihtiva etmektedir. Münebbihât’ta, sünâiyyât, sülâsiyyât, rübâiyyât... denilen iki maddeli, üç maddeli, dört maddeli... hadisler vardır ve bunların hepsi Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in bazı hakikatleri ifadeyle beraber tergib ve terhib maksadıyla söylediği lâl ü güherlerdir. Bunlar, sorunuzda zikrettiğiniz hadis-i şerif gibi, salih amellere karşı arzu uyarır, iradeyi şahlandırır ve iştiyâkı arttırır;  fena işlere karşı da nefsi dizginler, hevayı gemler ve hevesi frenler.

Söz konusu hadis-i şerifte de, mü’minler, amel-i salihe dair dört hususa teşvik edilmekte ve ilk olarak “Efşu’s-selâm - Selamı yaygınlaştırın.” denmektedir. Bildiğiniz gibi, “selam” ayıp ve kusurdan, korku ve endişeden emin olma, emniyet ve sulh içinde bulunma manalarına gelir. Selam, bir mü’minin diğerine “es-Selâmü aleyküm” deyip “Allah’ın selâmı senin üzerine olsun; Allah seni her türlü kazâ ve beladan korusun; selametle yaşayıp emniyet ve güven içinde Cennet’e dahil olasın” şeklindeki niyet ve mülahazalarla dua etmesi; diğerinin de, “Ve aleykümü's-selâm ve rahmetullahi ve berakâtüh” diyerek “Allah'ın selâmı, rahmet ve bereketi seninle de beraber olsun; benim için istediklerinin kat kat fazlasını Allah sana da lütuf buyursun” türünden nezih duygularla mukabelede bulunması demektir.

Selâm Olsun!..

Cenâb-ı Allah, “Ey iman edenler! Kendi evleriniz dışındaki evlere, sahiplerinden izin isteyip onlara selam vermeden girmeyin.” (Nûr, 24/27); bir başka ayet-i kerimede de, “Şayet size selam verilirse, siz de ondan daha güzel bir tarzda selamı alın, en azından verilen selamın misli ile karşılık verin!” (Nisa, 4/86) buyurmaktadır. Ayrıca, “Rahman’ın has kulları o kimselerdir ki onlar tevazu ile yürürler. Cahiller kendilerine laf atarsa “Selametle!” der geçerler.” (Furkan, 25/63) ilahî beyanıyla, has kullarının edep ve nezaket dolu tavırlarını takdir etmektedir. Evet, Allah’ın seçkin kulları, gururlu, saygısız, kaba ve haşin değil, alçak gönüllü bir şekilde, terbiyeli ve nazik yürürler. Kendileri etrafa hiç sıkıntı vermedikleri gibi, cahillerin cahilce tavırlarla onları muhatab almaları, çok kaba hareketler sergilemeleri ve yakışıksız sözler sarf etmeleri karşısında bile asla çirkin bir laf etmez, nezaketlerinden taviz vermezler. Dillerini edep ve nezahete o denli alıştırmışlardır ki, başka bir şey söylemez, sadece “selam” der geçerler.

Güvenilir hadis kaynaklarında yer alan bir rivayete göre; bir gün bir Yahudi, Peygamber Efendimiz’in yanına gelerek “es-Selâmü aleyküm” der gibi yapmış, fakat, “es-Sâmü aleyküm” demişti. İbrânî dillerinde, “sâm” ölüm demekti; “es-Sâmu aleyküm” ise, “Ölüm sizin üzerinize olsun, canınız çıksın!” manasına gelmekteydi. O talihsiz adam, Allah Rasûlü’ne selam veriyormuş gibi yapıp “es-Sâmü aleyküm” deyince, onun maksadını anlayan Hazreti Aişe validemiz biraz sinirlenip, “Ölüm, gazap ve lanet sizin üzerinize olsun; Allah canınızı alsın!” diyerek ziyadesiyle mukabelede bulunmuştu. Meseleyi biraz nükteyle ele alacak olursak, mualla annemiz zahiren doğru olanı yapmıştı; zira, selamı alan insanın verilen selama daha başka kelimeler ilave ederek mukabelede bulunması gerekir. Mesela, birisi size “es-Selâmü aleyküm” deyince, siz “Ve aleykümü’s-selâm” demekle yetinmez; “ve rahmetullahi ve berakâtuhu” sözlerini de ekler; hatta Hazreti Üstad gibi, “ebeden, dâimen, ebede’l-âbidîn ve dehre’d-dâhirîn” diyerek selamı bitirirsiniz. İşte Aişe validemiz de –ona ruhlarımız feda olsun– İnsanlığın İftihar Tablosu’na karşı öyle çirkin davrananlara ziyadesiyle cevap vermişti.

Bunun üzerine Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Hazreti Aişe’nin cevabını doğru bulmadığını ima ederek ”Eğer kötü söz tecessüm etseydi, çok çirkin tecessüm ederdi; nezaket ise, neyin üzerine konduysa onu süsledi ve onun makamını yüceltti.” buyurmuştu. Ümmü’l-mü’minîn, “Ya Rasûlallah! Onların “es-Sâmu aleyküm” dediğini duymadınız mı?” deyince de Efendimiz, “Evet duydum, ama onlara verdiğim cevabı sen duymadın mı? Ben de onlara, “Aleyküm - Size de” diye cevap verdim.” demişti.

“İman etmedikçe Cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe, olgun bir imana sahip olamazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selamı yayınız!...” diyen Rasûl-ü Ekrem Efendimiz,  pek çok hadislerinde selamın önemi ve yaygınlaştırılmasının gereği üzerinde durmuştur. Bir sahabi, “İslamın hangi işi daha hayırlıdır?” diye sorduğunda, Efendimiz, “Yemek yedirmen, tanıdığına ve tanımadığına selam vermendir.” buyurmuştur.

Evet, Peygamber Efendimiz “Efşû’s-Selâm” diyerek, dilimizde de kullandığımız “fâş” kelimesinin farklı bir kipiyle selamı yaygınlaştırmamızı, uğradığımız her yerde emniyet telkin etmemizi, tanısak da tanımasak da karşılaştığımız herkese selam vermemizi ve selamı hiç terk etmediğimiz bir adet haline getirmemizi emretmiştir. Onu, insanların kalblerindeki kin ve nefreti eritecek, aradaki soğuklukları giderecek ve gönüllerde bir sıcaklık hasıl edecek en önemli unsurlardan biri olarak saymıştır. Yalnızca dışarıda değil herkesin kendi evinde de selam alıp vermesi gerektiğini de belirtmiş; yanında büyüttüğü Hazreti Enes’e, “Ailenin yanına girdiğinde selam ver ki, sana ve ev halkına bereket olsun!” buyurmuştur.

Bonjur, Bonsuvar...

Halk arasında kullanılan, “Emniyete ve güvenliğe geldiniz, burada rahat edebilirsiniz; size teminat veriyoruz” manasına gelen “merhaba”; Fransızca’dan dilimize geçen ve bilhassa Tanzimat’tan sonra adeta moda olan “bonjur”, “bonsuvar”; İngilizce’den alınan “hi”, “hello”; Türkçe’nin saflaştırılması bahanesiyle icad edilen “günaydın”, tünaydın” ya da bugün onların yerine kullanılmaya başlanan “iyi günler” ve “iyi geceler” gibi sözler de gönül almaya vesile olabilir; onlarla selamlaşmak, muhatabı görmezlikten gelerek hiç kâle almıyormuşçasına sessizce çekip gitmekten daha iyidir. Fakat, onlardan hiçbiri “Es-Selâmu aleyküm!” demek kadar derin manalar taşımaz ve selamın yerini dolduramaz. Selamın manası çok derindir.  “Es-Selâmu aleyküm” ifadesi, “Allah sağlık, afiyet versin, kaza ve beladan emin kılsın” demekten “Cennet dârüs-selâmdır, selamet yeri ve yurdudur. Cennet senin de otağın olsun, Allah seni Cennetlik eylesin. Cehennemden uzak, Cennete dahil olasın; Allah'ın lütfuna erip ebedî saadeti bulasın” demeye kadar çok geniş ve derin manalar taşır.

Ayrıca, selamın hakikatini ve keyfiyetini Kur’an-ı Kerim öğretmiştir. Cennet ehlinin karşılanışını, meleklerin onlara “Selâmun aleyküm” deyişlerini anlatmış ve adeta her selam sözü melekleri, Cennet’i ve ehl-i imanın “selam yurdu”nda karşılanışını hatırlatır olmuştur. Bediüzzaman hazretlerinin dediği gibi, Kur’an’ın her kelimesi bir “melek-i nâtık”tır. Yani, Allah’tan gelen o kelimeler canlı birer çağrıdır, birer davettir. Siz, o mübarek kelimeleri seslendirdiğiniz ya da dinlediğiniz zaman vicdanınızda meleklerin sesini işitebilir, ruhânîlerin teşkil ettiği koroda bulunduğunuzu hissedebilir ve her şeyin ötesinde âdetâ Mütekellim-i Ezelî’ye ait selamı duyuyor gibi olabilirsiniz. Kur’an’ın kelimeleri adeta sizinle konuşurlar ve o muhrik nağmeleriyle, başka hiçbir vesileyle ve hiçbir yerde bulamayacağınız bazı kayıtları sizin ruh disketinize kaydederler. Öbür tarafta o kayıtların çözümüyle yüz yüze geldiğiniz zaman da sizi zevkine doyamayacağınız bir inşiraha ulaştırırlar.

“Selam” da melek-i nâtık denebilecek kelimelerden biridir. Öyleyse, başka sözlerle değil, Kur’an’ın öğrettiği o derin muhtevalı beyanla insanları selamlayın. Uğradığınınız her yerde, çarşı-pazarda, bir dükkanda ya da şadırvan başında rastladığınız her insana “es-Selâmu aleyküm” deyin, niyetinizle onu her an biraz daha derinleştirerek insanlar arasında emniyetin temsilcileri olun. Sizin o samimi söz ve tavırlarınız bir havuza dökülecek, orada değerlendirilecek; çok farklı şekillerde, değişik kalıplar içinde ve ahirette işinize yarayacak bir keyfiyette mutlaka bir gün dönüp size gelecektir; işte o günü intizara koyulun. Kim bilir, belki de o selamlaşmalarınızın herbiri, dualarınıza meleklerin iştirakini sağlayan kapıyı açacak sihirli birer anahtar mesabesindedir. Kim bilir, belki çarşı-pazarda önünüze gelen herkese emniyet ve güven vaad ettiğiniz zaman sizin için de öbür âlemlerde bir kısım emniyet kapıları açılıyordur; sizin bir selamınıza mukabil yüzlerce melek “Selam sizin de üzerinize olsun” diyor ve size dua ediyordur. Evet, böyle bir kazanma yolu varken onu değerlendirmemek, dilsizmiş gibi davranıp selam vermemek ya da başka kültürlerin etkisiyle meseleyi daraltmak büyük bir kayıptır.

Sofranızı Herkese Açın

Hadis-i şerifte, ikinci olarak, “Ve et’ımü’t-taâm- Sofranız herkese açık olsun, bolca ikram edin” denmektedir. Fakirleri ve açları doyurma mevzuu ayet-i kerimelerde ve hadislerde farklı şekilde ifade edilmiş; zekat, sadaka, keffaret ve fidye gibi meselelerde fakirlerin doyurulması konusu, sınırları çizilerek genişçe ele alınmıştır. Fakat, Peygamber Efendimiz bu sözüyle zengin-fakir, mü’min-müşrik ayırmamış; yemek yedirmeyi mutlak bırakmıştır. Bu açıdan, öncelikle Müslümanlara olmak üzere, Hristiyan, Yahudi, Budist ya da kim olursa olsun gayr-i müslime ikramda bulunmak da bu sözün muhtevasına dahildir.

Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) “Her yaş ciğer (canlı) sizin için bir sevap kazanma vesilesidir.” buyurmuştur. İffetsiz ve çok günahkar bir kadının, susuzluktan dili sarkmış bir köpeğe acıdığından dolayı bir kuyuya inip ayakkabısıyla su çıkardığı ve o köpeği suladığı için Cennet’e girdiğini anlatan Peygamber Efendimiz, bir kediyi eve hapseden, ona yiyecek vermeyen, yeryüzünün haşeratından yemesine de engel olan ve onun ölümüne sebebiyet veren bir başka kadının da bu çirkin işten dolayı Cehennem’e gittiğini bildirmiştir. Evet, kendisinde hayat eseri olan her canlı bir sevap vesilesi ise, buna hayvanat dahil olduğu gibi evleviyetle insanlar da dahildir. Çünkü, her insan Cenab-ı Allah’ın özel mührünü taşımaktadır ve ahsen-i takvime mazhardır.

Demek ki, “Ve et’ımü’t-taâm” ifadesini çok geniş olarak değerlendirmemiz gerekmektedir. Soframızı herkese açık tutmamız, misafirimiz kim olursa olsun yemek yedirmemiz mü’mince bir davranıştır. Tabii ki, herhangi bir sahabiye ikram etmek farklıdır, Peygamber Efendimiz’e yemek yedirmek daha farklıdır. Necran’dan gelip bağrını İslam’a açan insanlara ya da Gassan’dan gelen Hristiyanlara yemek yedirmekle, sıradan bir müslümana ikramda bulunmak aynı kıymette değildir. Evet, Allah rızası için yemek yedirmek salih bir ameldir ve her ikramın bir sevabı vardır. Fakat, soframıza oturan insana göre o sevabın artması da söz konusudur. Hak dostlarından birine yedirdiğimiz yemek, Allah nezdinde öyle büyüktür ki, onun bizim için yedi veren, hatta yetmiş veren başak gibi olması ve evimizi bereketle doldurması kuvvetle muhtemeldir.

Diğer taraftan, mü’minleri diğer insanlardan ayıran özelliklerden biri karşılık beklemeden yedirip içirmek ve insanlara ikramda bulunmaktır. Ehl-i dünyanın düşmanlık ve mücadeleleri çoğunlukla yemek davası üzerinde cereyan eder. Onlar hep başkalarının kazancından yemek ve başkasının sırtından geçinmek isterler. Güçleri yeterse zulümle yahut hırsızlıkla, o da olmazsa dilencilikle başkasının malını alır kullanırlar. Ehl-i iman ise, muhtaçların ihtiyaçlarını gidermek ve Allah’ın lutfettiklerinden infakta bulunmakla rıza-yı ilahiyi tahsile çalışırlar. Mü’minler ikramın keyfiyetine değil, onu ortaya koydukları andaki niyetlerine önem verirler. “Yarım hurmayla bile olsa kendinizi ateşten koruyun” ve “Ey Müslüman kadınlar, bir koyun paçası da olsa hayır hesabına hiçbir iyiliği küçük görmeyin” buyuran İnsanlığın İftihar Tablosu’nun irşadına kulak verir; ellerinde ne varsa, güçleri yettiğince yedirir içirirler. Ayrıca, Hazreti Hatice, Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Osman gibi sahabe efendilerimizin, insanları dine davet için düzenledikleri ziyafet sofralarında ya da fakirlere-muhtaçlara yardım yolunda servetlerini tükettiklerini (değerlendirdiklerini demek daha doğru olsa gerek) hatırdan çıkarmaz ve onlara benzemeye gayret ederler.

Bir Türk atasözünde “Her geceyi Kadir, kapına gelen her insanı da Hızır bil” denir. Bu, sofrayı herkese açık tutma meselesinde de çok önemli bir ölçüdür. Tanısan da tanımasan da kapını çalan herkesi Hızır gibi kabul etme, güleryüzle karşılama ve ona ikramda bulunma yemek yedirmenin hakkını verme demektir... İşte, Peygamber Efendimiz’in “yemek yedirin”  sözü bu genişlikte yorumlanmalıdır.

Sıla-i Rahim

Sohbetimize mevzu teşkil eden hadis-i şerifteki üçüncü husus  “Ve sılu’l-erhâm – Sıla-yı rahimde bulunun” beyanıdır. “Sıla”, kavuşmak, ulaşmak, akrabayı ziyaret etmek, mü'minlerle görüşmek ve alâkayı devam ettirmek manalarına gelmektedir. Sıla, Türkçe’mizde de çok kullanılan, özellikle dâussıla terkibiyle vatan hasretini ve memleket özlemini ifade için edebiyatın hemen her türünde sıkça rastlanan bir kelimedir. “Dâussıla” tabiri, günümüzde de pek çok insanın hasret ve hicranının unvanıdır. Anne-babanızdan, dost ve akrabanızdan uzaksanız; vatan toprağını, öz kültürünüzü, kendi kültür ortamınızı, camilerinizi, minarelerinizi ve ezanlarınızı özlüyorsanız; hatta bazen mahyalarınızın, temcid ve tehlillerinizin hayali gözlerinizi yaşartıyorsa ve bin âh ile “Keşke bir kere daha o iklimin havasını solusam; bir kere daha öz değerlerimle buluşsam” diyorsanız bunların herbirine karşı sizin içinizde de bir sıla derdi var demektir.

Sıla-i rahime gelince, o, akraba ve yakınları ziyaret etme, hal ve hatırlarını sorma, gönüllerini alma ve alâkayı koparmama demektir. Peygamber Efendimiz’in Cennete girmeye vesile olan amellerden biri saydığı sıla-i rahimin, âyet ve hadislerde, namaz, zekât gibi farz ibadetlerden hemen sonra zikredilmesi onun dinimizdeki önemini göstermektedir. Kur’an-ı Kerim, “Allah'tan korkun ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının” (Nisâ, 4/1) mealindeki ayeti-i kerimede olduğu gibi sarih ya da pek çok ilahî beyandaki imalarla sıla-i rahimi nazara vermiştir. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz de, “Akrabalık, Arş'ta asılıdır. ‘Beni gözeteni Allah gözetsin; beni terk edeni Allah terk etsin’ der durur.” buyurmuş; bir başka defa, “Yoksula yapılan sadaka bir sadakadır. Bu sadaka akrabaya yapılmışsa iki sadaka demektir. Biri sadaka, diğeri sıla-i rahimdir ki bu da sadaka sayılır” demiş ve “Akrabalık bağlarını kesip koparan kimse Cennete giremez” tehditkar ifadesiyle mü’minleri ikaz etmiştir. İslam alimleri, bu ayet ve hadisleri nazar-ı itibara alarak sıla-i rahimde bulunmanın vacib olduğunu söylemiş ve onun terkedilmesinin büyük günah sayılacağını belirtmişlerdir.

Sıla-i rahim meselesinde gözetilmesi gereken öncelikler vardır. Yolunuzu hasretle gözleyen ve “Ne olur kavuşabilsem” diyen insanlara karşı sıla ayrı bir kıymete ulaşır. Dolayısıyla hiç kimseye karşı sıla, anne–babaya karşı olan sılanın yerini tutamaz. Sonra bizim kıstaslarımız içinde nine ve dedeye karşı.. daha sonra amca ve halaya karşı.. onların akabinde de dayı ve teyzeye karşı.. sıla gelir. Aslında, sıla-i rahimdeki sıralamada da Kur’an-ı Kerim esas olmalı ve kendilerine karşı iyilik yapılması gerekenler Kur’an’da hangi sırayla anlatılmışsa, o sıra ölçü kabul edilmelidir. Değişik ayetlerde iyilik yapma ve ihsanda bulunma meselesi anlatılırken bir tertibe riayet edilmiştir. Mesela; bir ayet-i kerimede mealen “Yalnız Allah’a ibadet edip O’na hiçbir şeyi şerik yapmayın. Anneye, babaya, akrabalara, yetimlere, fakirlere, (evi yakın olan veya akrabadan olan) yakın komşulara, (evi uzak olan veya akrabadan olmayan ya da müslüman olmayan) uzak komşulara, yol arkadaşına, garip ve yolculara, ellerinizin altındakilere (köle, cariye, hizmetçi, işçi) güzel muamele edin. Bilin ki Allah kendini beğenen ve övünüp duran kimseleri sevmez.” (Nisa, 4/36) buyrulmaktadır. Dolayısıyla, iyilik ve ihsanda bulunurken de bu sıralama gözetilmeli; kimin sıla hakkı daha büyükse ona daha çok önem verilmelidir.

Sıla-i rahim, tatlı sözlü, güler yüzlü olmaktan selâmlaşmaya, hal-hatır sormaktan insanlar hakkında iyi dileklerde bulunmaya, ziyâretlerine gitmekten ihtiyaçlarını görmeye, dertlerini paylaşmaktan malî yardımda bulunmaya kadar pek çok iyilik ve ihsanı ihtiva eder. Hususiyle günümüzde bu iyilik ve ihsan yolları neredeyse unutulmuş ve akrabalık bağları bütün bütün koparılmıştır. Maalesef, artık anne-babalar, nine ve dedeler biraz yaşlanıp elden ayaktan düşünce kendilerini düşkünler evinde buluyorlar. Önceden oralara “Darülaceze” denirdi; şimdi adını biraz kibarlaştırarak “huzur evi” diyor ve onunla teselli olmaya çalışıyorlar. İnsan, çocuklarının olmadığı, torunlarının bulunmadığı, ne ihtimamla büyüttüğü yavrularını sevemediği, onlara bakıp bakıp “Ben de bir anneyim.. bir babayım!” diyemediği, kendine sevgi ve hürmetle bakan yakınlarını göremediği, onun için bir tencerenin kaynamadığı ve çoğu zaman aranıp sorulmadığı bir yerde nasıl huzurlu olur ki! Biz kendi kafamızda mevhum bir huzur tasarlamışız; o talihsizler yuvasına da “huzur evi” demişiz. Senelerdir onların da bizim var olduğunu sandığımız huzuru duymaları için zorlayıp duruyoruz. “Ne güzel yiyip içip yatıyorlar, daha ne olacaktı ki?” der gibi bir halimiz var. Oysa ki, insan hayvanlar gibi yiyip içen, sonra da yan gelip yatan ve bu şekilde huzuru yakalayabilen bir mahluk değildir. İnsan, çevresine alâka duyan, tabiata açık bir fıtratı bulunan, evlat ve torunlarıyla, hatta torunlarının torunlarıyla bile münasebeti olan bir varlıktır. Fakat, maalesef, biz bugün onu yeme, içme ve uyumaya hapsetmiş durumdayız.

Bağlar Bozuldu...

Aslında, bu hâl Batı’nın ahlak ve kültürünün neticesidir. Bu acı tablo, aile müessesesinden mahrum, yuvanın sıcaklığını hiç duyamamış; belli bir yaşa kadar baba evini otel gibi kullanan, rüşdüne erdikten sonra da anne-babasını terk edip başka bir yere gidebilen kayıtsız insanların eseridir. Ne yazık ki, son senelerde biz de, bir zamanlar uzaktan uzağa hayretle seyrettiğimiz bu tablonun bir parçası haline geldik. Belki uzun zaman direndik; cedşâhî ailelerimizi ve yuvamızın kudsiyetini korumaya çalıştık; fakat, heyhat, fırtına çok şiddetliydi. Nihayet, biz de karşımızda, Alvar İmamı Efe Hazretleri’nin hicranla tavsif ettiği yıkık bir dünya bulduk:

    “Bâd-ı hazân esti bağlar bozuldu,
    Gülistânda katmer güller mi kaldı
    Şecerler kırıldı bârlar üzüldü
    El atacak dahî dallar mı kaldı

    Bir sel aldı sahrâları bürüdü
    Ağaçlar kurudu kökler çürüdü
    Erler yüreğinde yağlar eridi
    Hasb-i hâl edecek kâller mi kaldı

    Bozuldu dünyanın bâğ u bostânı
    Zâğ-ı siyeh yaktı bu gülistânı
    Bülbüller okusun dertli destânı
    Elvân nakış keşmir şallar mı kaldı”

Maalesef, bize ait değerler de bir bir yıkıldı. O sımsıcak ve huzurlu yuvalar, o güleryüzlü, saygıdeğer dede ve nineler, o sevimli, şirin evlat ve torunlar... hepsi bir bir devrilip gitti ve nesiller âdetâ harabeler içindeki baykuşlara döndü.

İşte, sıla mevzuundaki bu tahribin tamir edilmesi de çok önemli bir vazifedir. Bu yıkılışın yeni bir dirilişe çevrilmesi ve bozulanın yeniden düzeltilmesi nasıl olacak bilemiyorum. Fakat, zannediyorum, bunun için önce kendi kültürümüzü benimseme ve özümüze dönme adına millet çapında ciddi bir rehabilitasyona ihtiyaç var. Daha sonra, eğitimden mimariye kadar her sahaya aileyi koruma ve sıla-i rahimi gözetme mülahazasıyla müdahale etmek gerekli. Esaslarını dinimizden aldığımız ve asırlarca kendi kültürümüzle bir kalıba döktüğümüz aile ve sıla anlayışımızın kıymetini anlamadıktan, o kültürün kazandırdığı ahlaka yeniden ulaşmadıktan, gelin ve damatları o ahlaka göre yetiştirip evlat ve torunları ona alıştırmadıktan, yaptığımız evlerin mimarisini bile bu gayeye matuf olarak ele alıp anne-baba ya da nine-dede için yarı beraber yarı müstakil haneler hazırlayarak, onlara istedikleri zaman kendilerini dinleme, dilediklerinde de torunlarını sevme fırsatı tanımadıktan sonra o eski günlerin huzur atmosferini ve o gül devirlerinin gönüllere gıda iklimini bir kere daha tatmamız mümkün değildir.

Sessiz Çığlıklarıyla Geceler

Mezkur hadis-i şerifin dördüncü maddesi, “Ve sallû billeyli ve’n-nâsu niyâm – İnsanların uyuduğu esnada, siz kalkıp namaz kılın ve gecenizi namazla aydınlatın” şeklindedir.

Evet, geceler Cenâb-ı Hakk’a açılmanın koyları, vuslata ermenin rıhtımları gibidir. Allah Teâlâ gecenin değerlendirilmesine hususi önem vermiş ve daha peygamberliğin ilk günlerinde vahyettiği “Ey örtüsüne bürünen Rasûlüm! Geceleyin kalk da, az bir kısmı hariç geceyi ibadetle geçir!” diye başlayan Müzzemmil Suresi’nin ilk ayetleriyle Peygamber Efendimiz’den geceyi ihya etmesini istemiştir. Mümkünse gecenin yarısında veya bundan biraz daha azında ya da fazlasında ibadet etmesini ve Kur’ân’ı tertîl ile, düşüne düşüne okumasını emir buyurmuştur. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in omuzuna konan vazifenin ağırlığına dikkat çekmiş; mesajının hüsn-ü kabul görmesi, ruhânîlerin O’na yardımcı olması, önünün açılması ve engelleri rahatlıkla aşması için geceyi bir rampa gibi kullanması gerektiğini belirtmiştir.

Cenâb-ı Allah, “Şüphesiz gece kıyamı daha tesirli ve sağlam bir kıraat adına da daha elverişlidir. Zira, gündüz seni meşgul edecek yığınla iş vardır. Öyleyse, geceyi değerlendirerek Rabbinin yüce adını zikret, fânilere bel bağlamaktan kurtul ve bütün gönlünle yalnız O’na yönel.” (Müzzemmil, 73/6-8) buyurarak Allah Rasûlü'nün şahsında biz müslümanlara, “Şununla bununla meşgul olurken bir koşuşturmayla gündüzü geçiriyor, kendi gönlünüze yönelemiyor ve ötelerle irtibat kuramıyorsunuz. Bâri, hiç kimsenin olmadığı bir zemin ve zamanı, Allah’a yönelerek hicranla yanıp yakılabileceğiniz ve seccadenize baş koyup gözyaşı dökebileceğiniz geceleri iyi değerlendirin.” ikazında bulunuyor. Kesrette boğulmaktan kurtulup, mâsivâdan alâkamızı keserek Allah’a yönelmemizi, O’na tam teveccüh etmemizi, O’nu düşünüp, O’nunla hem-dem olmamızı öğütlüyor ve bunun için en uygun zamanın da geceler olduğunu tembih ediyor.

Kur'an-ı Kerîm, Rahman'ın kullarının Allah’ın rızası için secdede ve kıyamda geceleyen kimseler olduklarını (Furkan, 25/64); gecenin az bir kısmında uyuyup, seherlerde istiğfar ettiklerini (Zâriyât, 51/51); rahat döşeklerinden uzaklaşıp havf ve reca dengesi içinde Cenâb-ı Hakk’a yalvarıp yakardıklarını (Secde, 32/16) anlatmakta ve bu hal üzere yaşayan insanların sürpriz nimetlere namzet olduklarını haber vermektedir. Takdir edilen bu kullar birer denge insanıdır; bir taraftan Allah’tan korkar, sürekli mehâfet ve mehâbet içinde bulunurlar; diğer taraftan da, ilahî rahmete bel bağlar ve hep ümitle soluklanırlar. Uyanmanın ve yataktan uzaklaşmanın çok zor olduğu demlerde kalkar, rahat döşeklerini terk eder, O’na içlerini döker ve O’nun merhametine sığınırlar.

Peygamber Efendimiz, uzun mesafeleri katetmek ve yol almak isteyenlerin geceyi değerlendirmeleri gerektiğini belirtmektedir. Zira, gecelerde yol süratle alınır. Hatta denebilir ki, İsra ve Mi’raç mucizesinin gece gerçekleşmesinde ve ışık hızından da öte, ruh süratinde arz u semavâtın kat edilmesinde de bu nükte vardır. Demek ki, böyle süratli bir yolculuğa, tayy-i mekan ve bast-ı zaman yaşamaya ve ışık hızının üstündeki tasavvurları aşan bir süratle değişik yerlere ulaşmaya insan ancak geceleri Rabb’e teveccüh etme sayesinde muvaffak olabilir. Gecenin bağrında böyle bir sır saklı olduğundan dolayıdır ki, Rasûl-ü Ekrem’ine bir “gece yolculuğu” lutfeden Allah (celle celâlühü) diğer bazı peygamberlerine de gece yola koyulmalarını emir buyurmuştur.

Diğer taraftan iman, mü’minleri sahil-i selâmete götüren bir gemi, bir manada namaz da onun dümenidir. M. Lütfi hazretlerinin dediği gibi “Namaz dinin direğidir, nurudur; sefine-i dini namaz yürütür, cümle ibadetin piridir namaz...” Bir gece vakti en kutlu seyahate çıkan Peygamber Efendimiz namaza “Mi’raç” demiş; O, tasavvurları aşkın bir Mi’raca mazhar olmuş, bizim için de o Mi’racın gölgesinde “namaz” unvanıyla ötelere bir seyahat yolu bulunduğunu müjdelemiştir. Özellikle gece namazı adeta İsra’ya bir davet ve Mi’raca bir çağrıdır. Dolayısıyla, Efendimiz’in gökler ötesine yürüdüğü o saatlerde kalkıp Mi’racın gölgesinde farklı bir yükselişe geçmek çok önemlidir.

Ayrıca, gündüz yapılan ibadetlerde ister istemez halkla beraber olma, görünme, duyulma ve bilinme söz konusudur. Ne olur görürler, duyarlar ve bilirlerse? O türlü mülahazalar meşgul eder kalbimizi ve zihnimizi.. gözümüze bir şey ilişir, hayalimize bir manzara gelir; farklı tasavvurlara girer ve bir dağınıklığa maruz kalırız. Gece ise, genellikle bizim bulunduğumuz o rıhtımda hiç kimse yoktur. Bir seccademiz, bir de biz.. hele ortalık karanlık olduğu gibi seccademizi serdiğimiz yer de loşsa, kendimizi bile görmeyiz orada; şayet verebilirsek, gönlümüzü bütün bütün veririz Allah’a.. kılabildiğimiz kadar namaz kılar, sonra ellerimizi açar ve O’na niyaz ederiz... Çoğu zaman gecenin bereketiyle Allah kalbimizi iyice yumuşatır ve biz köpüren hislerle içimizi seccademize boşaltırız veya seccadede içimizi O’na dökeriz.

Tenhalarda Gözyaşı

Dikkat edilirse, bu hadis-i şerifte sayılan dört hususun ilk üçü alenî yapılan ve içtimaî hayatla alâkalı olan mevzulardır. Sonuncu madde ise gönül hayatına müteveccihtir ve gizli yanları da bulunan bir meseledir. Sanki bu sıralamada da “görünme”den daha çok “olma”, hatta çok derin olma ama sığ görünme ve halkın arasında sergilenen tavır ve davranışları mutlaka vicdan süzgecinden geçirerek ortaya koymuş bulunma esaslarına da telmih vardır. Selamlaşma, ikramda bulunma ve akrabayı görüp gözetme çok önemli birer hayır yoludur; fakat, onlara değer kazandıran husus niyet ve ihlastır. O niyet ve ihlasın var olup olmadığını öğrenmenin, nefisle yüzleşmenin en müsait zemini de gecenin karanlığını yırtan nurlu seccadelerdir.

Sözlerime başlarken, yedi grup insanın anlatıldığı hadis-i şerifi hatırlatmış, onlardan birinin de “yalnız kaldığı anlarda Allah’ı zikredip O’nu anmanın hasıl ettiği heyecanla gözleri dolan insan” olduğuna değinmiştim. Şurada burada umumi atmosferden, insanların genel havasından, bakışlarından veya o esnada kendi düşüncelerimize başkalarının mülahazalarını da kattığımızdan dolayı gözlerimiz yaşarabilir. Bu yerine göre güzel bir şeydir. Fakat,  diğer insanların ve başka mülahazaların işin içine karışmadığı rampalar vardır. Orada bütün görülme ve duyulma düşüncelerinden sıyrılarak herkesi gören ve her sesi duyan Yüce Yaratıcı’ya teveccüh ederek ağlamak, gözyaşlarına değerler üstü değer kazandırır. Melekler o esnada yanaklardan süzülen yaşları alır, yüzlerine, gözlerine sürerler. İşte o göz yaşlarıdır ki, öbür tarafta Hazreti Cibril onları bir kasenin içine koyar, Cehennem’in kabaran alevlerinin, içlere korku salan kıvılcımlarının üzerine döker ve ateşi söndürür.

Dolayısıyla, selam verme, yemek yedirme ve sıla-i rahimde bulunma gibi hayırlı işlerin herbiri Cenâb-ı Hakk’a karşı kulluğumuz adına çok önemli birer salih ameldir. Fakat, hem onlardaki hem de sair ibadetlerimizdeki niyet, ihlas, sadakat ve samimiyetimizi test edebileceğimiz ve kendi vicdanımızla yüzleşip nefsimizin muhasebesini yapabileceğimiz en uygun anlar, Rabbimizle başbaşa kaldığımız zamanlardır. Yalnızken de aynı hayır duygularıyla doluyor ve göründüğümüzün çok ötesinde bir olgunlukla Mevlâ-yı Müteâl’e teveccüh edebiliyorsak, işte o halimiz tam bir sadakat emaresidir. O anki duygu ve düşüncelerimiz, halkın içindeki amellerimizin de doğru, samimi ve yürekten olup olmadığını gösteren sağlam bir ölçü; o dakikalarımız da kendimizle yüzleşmemiz için çok kıymetli anlardır.

En Güzel İstikbal

Peygamber Efendimiz, arz etmeye çalıştığım dört maddeden sonra sözlerini bitirirken “Tedhulü’l-Cennete biselâm – Böylece, selametle Cennet’e girersiniz” buyurmakta ve bu dört amel-i salihin birer Cennet’e giriş vesilesi olabileceğini beyan etmektedir. Haddizatında, tanıdığına tanımadığına selam veren bir insanın elinden dilinden kimseye zarar gelmeyecek bir Müslüman olduğu, sofrasını açık tutanın zekat gibi malî ibadetlerden de asla kaçmayacağı, sıla-i rahimde bulunup yakınlarının hukukunu gözetenin Allah’a karşı sorumluluklarını evleviyetle gözeteceği ve nefse çok ağır gelen gece namazına devam eden bir kulun sair namazlarını da aksatmayacağı açıktır. Dolayısıyla, bütün bu güzel hasletlere mükafat olarak Cennet vaad edilmektedir.

“Selamla Cennete girmek” demek ise, kabirde ciddi bir sarsıntıya uğramadan, haşrin dehşetini duymadan, mizanın ve sıratın tehlikeleriyle karşı karşıya kalmadan ve Cehennem’e düşme telaşı yaşamadan, Allah’ın inayetiyle, ebedî saadet yurduna alınma, meleklerin “Selam olsun sizlere, ne mutlu size! Haydi, ebediyyen kalmak üzere, giriniz Cennet’e!” (Zümer, 39/73) sözleriyle emniyet ve güven içinde karşılanma demektir.. yeryüzünde Rahman’ın kullarına has bir tevazu ve mahviyetle yürürken rast geldiği cahillere sabretmenin ve herkese “selâm” deyip emniyet telkin etmenin mükafatı olarak  “Sabretmenize karşılık size selamlar, selametler! Dünya diyarının ne güzel âkıbetidir bu!” (Ra’d, 13/24) hitabıyla istikbal edilmektir.. Kur’an’da farklı ifade ve farklı üsluplarla yürekleri coşturacak şekilde anlatılan ve gönüllere inşirah halinde akan böyle bir karşılanmaya mazhar olmak ve “Hamdolsun bizden her türlü endişeyi gideren Allah’a...” (Fatır, 35/34) demek suretiyle gam, keder, tasa, endişe ve korkuları arkada bırakma nimetine karşı şükürle mukabele ederek Cennet’e yürümektir.

Bu mevzuyu da, Allah Rasûlü’nün hakkı bizim de vazifemiz olan bir itirafla bitirelim: Kendisine “Cevâmiü'l–Kelîm” unvanıyla, çok özlü ve veciz bir beyan kabiliyeti verilen Peygamber Efendimiz, anlamaya gayret ettiğimiz bu hadis-i şerifte de daha pek çok hususa işaret etmiş olabilir. Ciltlerle anlatılabilecek derin bir muhtevâyı kendi idrakimiz ölçüsünde yarım saate sıkıştırırarak, âdeta damla ile deryâyı ifade etmeye çalıştığımızın hatırda tutulması gerekir...

Add comment


Security code


Refresh

back to top
  • EN SON EKLENENLER
  • EN ÇOK OKUNANLAR
  • SON YORUMLAR

HAKİKAT DAMLALARI

Hakikat Damlaları Her ferdin heyet-i içtimaiyedeki tasarruf alanına göre mesuliyeti vardır. Hakikat Damlaları

M. Fethullah Gülen

ARAMA

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu