Kırık Testi - M. Fethullah Gülen - Genç Adam

M. Fethullah Gülen'in Batı Bilimine ve Düşünce Sistemine Bakışı

M. Fethullah Gülen’in düşünceleri birkaç noktadan Batı düşüncesinden köklü bir biçimde ayrılır. Daha doğrusu o, Batı düşünce ve bilim geleneğine sızmış olan ideolojik ve anarşik bilgi temeline itiraz etmektedir. Öncelikle batı düşüncesindeki maddeci boyutu eleştirir. Zira batı düşüncesi vahy‑i semavîyi bilgi kaynakları arasından dışladığı için, bilgiyi maddi olgularla ve insanın duyu organları vasıtasıyla elde edilen ampirik bilgiyle sınırlamaktadır.

Bu da ona göre bilginin kanallarını daralttığı gibi, metafizik bilgiden de insanı mahrum bırakmaktadır. Diğer taraftan o, pozitivizmi, ilerleme düşüncesini ve salt akılcılığı, batı biliminde ideolojik bir araç gibi algılamaktadır. Bilim‑güç‑iktidar temeli...

Gülen bir kitaba yazdığı önsözde; “son birkaç asırdır pozitivist ve materyalist teoriler bilim ve düşünce hayatını bütünüyle baskı altına aldı. Varlık ve eşya, kainat ve hadiseler, metafizik mülahazalar dışlanarak pozitivistçe yorumlandı. Bu maddeci görüş kainat ve hadiselerin yorumunu tek bir tipe irca ederek, hakikatin ilmine ulaştıran yolları daralttı..

Batı, varlığı ve doğayı deneyci/tecrübî aklıyla kerrat ile hallaç etmesine rağmen, onu “kendi iç dinamikleri”, parçaları ve parçacıklarıyla “fizik ve metafizik” bütünlüğü içinde ele almadı. Sonuçta insan, kendi aklı, fikri ve ruhuyla çelişir hâle getirildi. İnsan ruhu da bu üst üste dayatmalar karşısında kendi enfüsî gerçeklerine karşı yabancılaştırıldı,”[1] diyor. Bir anlamda Gülen, natüralizmi ve rasyonalizmi batı bilimindeki bunalımın temeline yerleştiriyor. Bu da giderek batıda bilimsel araştırma yapmanın amacının, sekülerizme ve hatta her şeyi bir inkâr ekseni üzerine oturtan ateizme dönüştüğünü söylüyor. Batıdaki din‑ilim çatışmasının temelinde işte bu sekülerleşme süreci vardır. Gülen bu süreci kısaca düşüncede; Allah, kainat ve insan dengesinin bozulması olarak yorumluyor. Kilise bu dengeyi koruyamadı. “O günün (Hıristiyan) mübelliğ ve temsilcileri, aşırı bir biçimde spiritüalist bir görüntü sergilediler. Doğayı, bilimsel araştırmaları ve tecrübî düşünceyi fazla hafife aldılar. Hayatın gayesinin eşyanın yalnızca melekût ciheti, ruhu, manası ve özünü kavramak olduğu, maddi yanının ise tezyîf ve hatta inkar edilmesi gerektiğini vurguladılar...”[2] Onlar eşyanın melekût cihetini öne çıkardıkça, doğa bilimcileri de salt maddi yönüne eğildiler. Sonuçta din ile bilim çevreleri arasındaki mücadele, “din ile bilim çatışması”na döndü.

M. Fethullah Gülen Batı’daki din ile bilim çatışmasının yalnızca Ortaçağ Avrupa’sında yaşandığını ifade eder. “Mesela bir ilkçağ dönemi Yunan’da, Mısır, Mezopotamya, Hind ve Çin’de böyle bir çatışma yoktur. Bunun antropolojik, sosyolojik ve tarihsel nedenleri vardır. Bir kere Sanskrit edebiyatı içinde de görüldüğü gibi bu dünyada astronomiden astrolojiye, matematikten kozmogoniye bütün ilimler bir din‑ilim‑büyü alaşımı içinde ele alınmıştır. Ciddi bir ilim aşkını teşvik ve tahrik etmediği gibi, o günün bilimsel seviyesiyle çatışacak bir konum da yoktur. Çin’de de öyle. Konfiçyüzm bütünüyle ahlâkî kurallara yaslanmakta ve gerçek bir din sistematiğine sahip değildir. Dolayısıyla böyle bir disiplinin bilimle çatışmasından da söz edilemez.

Eski Mısır ve Mezopotamya dinleri, mitolojik retoriğe sahip dinlerdir. Astronomi, kozmogoni ve tababet gibi ilimler bütün gelişmişliklerine rağmen, henüz tecrübî ve rasyonel sayılabilecek bir bilimsel düzeye yükselememiştir. Burada da ilmi din ve büyüden ayırmak mümkün değildir.” der.

Gelelim Yunan’a. Eski Mısır ve Mezopotamya’nın bilimsel temeli Yunan bilim ve düşüncesinin kaynaklarından birisidir. Ancak Yunan sosyolojik olarak farklı bir yöne sahiptir. Yukarıda adı geçen medeniyetler tarih boyunca değişik düzeylerde de olsa farklı devlet tecrübelerine sahip olmuşlardır. Oysaki kadîm Yunan, kelimenin tam manasıyla daima ferdiyetçi (individüalist) bir karakter sergilemiştir. Siyaset ve tarih sosyolojisi açısından sıra dışı bir şey sayılsa da Yunan böyleydi. Bu açıdan ferdiyetçiliğin bazı avantajlarına da sahip olmuştur. Evvelâ ferdiyetçi karakteri Yunan’da hâkim bir dini sınıfın teşekkülüne fırsat vermemiştir. Cahiliye Araplarında olduğu gibi kadîm Yunan’da da inançları ve kutsal düşünceleri şairler ve mütefekkirler temsil ediyordu. Ve bunların hepsi de hür düşünceye ve bilimsel araştırmaya açık insanlardı. Böyle bir zeminde din ile bilim çatışmasından söz edilemeyeceği açıktır. Diğer taraftan, diyor M. Fethullah Gülen Hocaefendi, “Antik dönemde din, siyasî otoritenin vesayetinde idi. Yani bir anlamda dine aykırı bir hareket, doğrudan devletin siyasal otoritesine yönelmiş addediliyordu. Dine aykırı bir hareket, bir mütefekkir ve şairden sadır olsa, toplumda ciddi bunalıma ve tartışmaya neden olabiliyordu.” Kısaca Gülen’in burada dikkat çektiğişey, kadim Yunan’da tarihî açıdan din ile bilim çatışmasının sosyolojik bir temeli olmadığı hususudur.

Peki Yahudilikte durum nasıldı? Yahudiliğin temel kutsal kitabı Ahd‑i Atik’te insanın yaradılışı, evrenin durumu, varlık ve tarihsel olaylar ve şahsiyetler hakkında modern bilimsel ve tarihsel verilerle çelişen pek çok bölüm olmasına ra‑en, ilginçtir ne kitap olarak Tevrat’ta, ne de toplum olarak Yahudilikte açık bir şekilde bir ilim ve din çatışması müşahede edilmemektedir. Bunun sebeplerini M. Fethullah Gülen, Yahudilik dininin aşırı dünyevî(leşmiş) karakterine ve yaşadığı tarihi şartlara bağlamaktadır. “Zira Yahudilik, hemen her zaman günlük hayatı ve dünyevî idealleri yükseltmiştir. İnsanların metafizik yanlarını, onların dünyevî yaşamlarına ait genişlikleri (kanalları) daraltmayacak biçimde dizayn etmiştir. En kötü yaşam şartlarnda dahi dünyevî bir çıkış yolu imkânlarını salıklamıştır. Ayrıca Yahudi tarihinin geçirdiği çalkantılı sergüzeşti sosyal hayat da din ile bilim arasındaki herhangi bir çatışmaya fırsat bırakmamıştır. Yahudiler kısa bir dönem hariç tarihte ciddi ve örgütlü bir devlet kurma imkânı da elde edememişlerdir. Sürekli güçlü hasımlara, toplumsal baskı ve tehcirlere maruz kalmışlardır. Bu da onları toplum olarak başka hiç bir millette görülmeyecek bir derinlikte birbirine kenetlemiş, onları dağılmaya, mücadele ve kavga zeminine karşı daima teyakkuzda tutmuştur.”[3]

Hıristiyanlığın durumu ise, bâriz bir biçimde diğerlerinden ayrılır ona göre. Gülen burada Hz. Mesih ile ilk havârî ve azizlerin dönemini özellikle istisna ederek din ile bilim çatışmasının ilk temellerinin, bu ilk dönemin hemen ardından atılmaya başlandığını vurgular. İlk genişleme dönemi, giderek öğretilerin de çerçevesini ‑bütün bir evren yorumlarından talim ve terbiye sistemine kadar‑ sosyal ve kültürel hayatın bütününü kuşatacak şekilde genişletmiştir. Bu yüzden de ilk çağlardan bu yana zahirde Hıristiyanlık dünyası, ilim ile hür düşünce arasında farklı düzey ve üsluplarda diyalektiğe ve kavgaya tanık olmuştur. Yukarıda da ifade edildiği gibi Hıristiyanlıkta insanın düal bir yapıya sahip oluşu ısrarla vurgulanır. Özelikle Katolik öğreti ve eğitimi insanın manevî yapısına kilitlenir. Öyle ki onun maddi yönü, cismaniyeti ve bedenî arzu ve ihtirasları sürekli aşağılanır. Bir anlamda insanın bio‑psişik kompleks varlığı daima baskı altında tutulur. Gerçek bir mü’min, bu yanını sıkı bir biçimde kontrole tâbi tutmalı, aşağılamalı ve bastırmalıdır. İnsanın fizikî varlığının bastırılması ölçüsünde hürriyet ve insanlığının derinleşmesi sözkonusudur. Hıristiyanlık bir anlamda bu dünyada bir öte dünya yaşamı, ideali ve modeli üreterek, insanı bu dünyanın erâcifinden kurtaracak bir kurtuluş ideolojisi ve metaforu kurgulamıştır. İnsanın yeryüzünde bulunması kötüdür ve her ferdin en önemli vazifesi bir yolunu bulup bu kötülük dünyasından uzaklaşmaktır. Bu kurtuluş metaforu Gülen’e göre, Hıristiyanlarda daha ilk çağından itibaren yakında kıyametin kopacağı ve Allah melekûtinin yere ineceğiyle ilgili öğretinin yayılmasına ve yerleşmesine sebep olmuştur. Bu ruh haleti birçok Hıristiyan azizinde, “yeryüzünün ne olduğu hususunu tartışmak ahirette bizim ne işimize yarayacak” fikrini ve kanaatini uyarmıştır.

Ayrıca İncil’de birçok yerde doğrudan ve dolaylı olarak ilim ve bilgi karşıtı bir söylem mevcuttur. Zira buna göre sevgi yapıcı, ilim ise gurur vericidir; “Hepimizin bilgisi olduğu malumdur; ama bilgi kibirlendirir”[4] Ve yine bazı İncil nüshalarına göre Hz. Mesih’e hemen her yerde muhalefet edenlerin başında âlimler gelmektedir: “İsa her gün mabette talim etmektedir. Ancak başkahinler, kâtipler ve toplumun üst kesimleri onu yok etme yollarını araştırmaktadır”[5]

Bu nevi ayetlerin din ile ilim arasındaki çatışmaya doğrudan katkı düzeyleri tartışılabilir olmakla beraber Hıristiyanlığın Ortaçağ boyunca ortaya koyduğu pratik, adım adım bu çatışmanın zeminini yeşertmiştir. Hıristiyanlık büt. bir ortaçağ boyunca neredeyse bütünüyle kurtuluş idealine tutunarak dünyevî yaşamı aşağılamış, ruhî ve manevî bir yaşam imparatorluğu kurmuştur. Öyle ki Ortaçağ kültürü ve eğitim kurumları bütünüyle Hıristiyan doğmalarını üreten Katolik Kilisesinin hakimiyetinde olmuştur. Bu da kaçınılmaz bir biçimde Hıristiyanlık ile bilim arasındaki çatışmayı kızıştırmıştır. M. Fethullah Gülen, Hıristiyanlık öğretisinin bu derece baskı ile uygulanmasını ortaçağdaki din ile bilim arasındaki çatışmanın temeli olarak değerlendirir. Bir anlamda Batı biliminin gelişmesinin de, bu baskı ortamına karşı oluşan güçlü muhalefet ve başkaldırı biçimlerinden ortaya çıktığını söylemek istemektedir.

İlk dönemlerde bu çatışma örtük biçimde devam eder. Çünkü Resmî Kilisenin otoritesi her alanda hüküm fermâdır. Fakat baskı, dayatma ve dogma erken dönem modern çağa yaklaştıkça güç kaybına uğrayacaktır. Yeni bilimsel kuşak doğa bilimlerinde edindikleri başarı sayesinde kilisenin kozmolojik görüşünü yerle bir edecektir. Kopernik, Kepler, Galileo ve Newton ile adeta düşünce insanlarının ağzındaki fermuar çözülür. Ve her yerde yenilik modelleri ve arayışları kendini hissettirmeye başlar. Bu süreç bizzat Hıristiyanlığın dogmalarını üreten ilâhiyat çevrelerine de yansır. Luther ve Calvin’ci faaliyet, Resmi Kilise söyleminin aşırı devletçi ve toplumcu tutumuna yönelmiş bir yenilik hareketini fişekler. Bu hava erken dönem Avrupa’sındaki modern bilimsel gelişmelere kapı aralayan geniş Reform hareketlerinin de başladığı dönemdi. Bu hareket dinî alanda;· fertlerin kilisenin vesayeti ve aracılığı olmadan da Allah’la münasebete geçebileceği, duasını yapabileceği, kilise gibi bir kuruma ihtiyaç duymadan da herhangi bir yerde ibadet edebileceği gibi, sosyal ve temel hürriyetler alanında ise plastik sanatlara, aşırı toplumculuğa ve kilisenin siyasal ve toplumsal nüfuzuna başkaldırı gibi yenilikçi     talepleri getiriyordu. Batı düşüncesi Gülen’e göre, bu gelişmelerden sonra, Descartes ve Spinoza ile bu çatışma/kavga zeminini yumu¡tmaya, problemi kilisenin dikkatinden uzak tutarak çözmeye ve aşmaya çalışmıştır. Descartes adeta herkesin eline bir şeyler verircesine meşhur düalist felsefesini ortaya koyar. Buna göre, ilmin kendisine göre bir sahası vardı, o da tabiattır. Bir de teleolojik (gaye, maksat, hedef) bir yönü vardır. Mebde ve müntehasıyla bu noktaya ulaşmanın yolu da matematik ve tecrübedir. Dinin alanı ise insanın ruhiyatı ve maneviyatı ile öte dünyadır. Dolayısıyla her iki fenomenin sahası, gayesi, münasebeti, semeresi ve metotları ayrı ayrıdır. Bunlar ayrı kaldığı, kendi kulvarlarında koştukları müddetçe, birbirleriyle kavga etmeleri de sözkonusu olmaz. Aslında diyor Gülen, “din ile bilim arasındaki kavga, rasyonelize edilmiş bu tür fikirlerle sûrî ve geçici olarak dinmiş gibi görünse de, temelde kartezyen düşünürlerin elinde yeniden alevlendirilmiştir.”[6] Ta ki kilise ile devletin bütünüyle ayrıştığı 19 ve 20. asrın başlarındaki modern ulus devletlerin zuhuruna kadar. Kavga, bu aşamada, her iki fenomenin kendi sınırlarına çekilmesi suretiyle nihâî olarak bitmiştir.

Bundan sonra Gülen, din ile ilim çatışmasının temellerini İslam’da sorgular. İslam, diğer dinlerde görülmeyecek biçimde insanı, aklı, kalbi, ruhu ve bedeniyle bir bütün olarak ele alır. Onun getirdiği sistem, bütün ictimaî, iktisadî, siyasî ve kültürel müesseseleriyle bilimsel gelişmelere ve evrensel hakikatlere açıktır. Dahası o, evreni, okunan, tecrübe ve temaşa edilen bir kitap gibi görmüş ve hatta sanatkarından ötürü bu kitaba saygı duyulan bir âbide gibi taziz etmiştir. Kur’ân asırlar önce, yer merkezli – yerin sakin olup, güneşin onun etrafında döndüğü kozmolojinin hüküm fermâ olduğu bir dönemde, yerin sakin olmayıp güneşin etrafında döndüğünü ve güneşin de kendi mihverinde hareket ettiğini söylemiştir.[7] Ona göre Kur’ân, tabiat olaylarını ve şeriat‑ı fıtriye prensiplerini, üzerinde titizlikle durmaya değer birer vak’a olarak serdetmek sûretiyle, ilim ve hür düşünceye rehberlik yapmaktadır. Ayrıca Kur’ân; “Sen Allah’ın sünnetinde (âdât‑ı sübhaniye) bir tebdil bulamazsın, (keza) sen Allah’ın sünnetinde bir tahvil de bulamazsın!”[8].. gibi ayetleriyle tekvinî emirlerde “tecrübî ilimlere” ve “rasyonel bilgi”ye açık olarak işarette bulunmuştur. Ki bu iki örnek, erken dönem Avrupa modern biliminin ve düşüncesinin temelini oluşturmaktaydı. Zira bunun karşısında Roma Katolik kilisesinin asırlarca dayattığı dogmalar ve oluşturulmuş şabloncu bir gelenek vardı. Kilise kendine yakın bilim çevreleriyle “atalar kültü” denebilecek şabloncu ve dogmacı geleneksel bir kozmoloji kurmuştu. Ortaçağ Skolastisizminin temelinde bu kült ve dogma vardı. Gülen’e göre, Kur’ân‑ı Kerim’in çok açık biçimde karşı çıktığı şeylerin başında Skolastisizm, zan, tahmin, taklit ve şablonculuk gelmektedir. “O müşrikler; Allah’ın indirdiğine iman edin ve ona tâbi olun denildiğinde, onlar; hayır, biz atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız, derler...”[9] Kur’ân burada ve pek çok yerde böylesi bir skolastisizme götürecek şablonculuğu ve atalar kültü anlayışını temelden reddediyor, bunun yerine araştırmaya ve gözleme çağırıyordu. Gülen; Âl‑i İmran sûresi 3/190; Târık sûresi 86/5; Yasin sûresi 36/40; Bakara sûresi 2/164; Enbiya sûresi 21/30 ... gibi Kur’ân’ın değişik sûrelerinden örnekler vererek, İslam’ın tecrübî bilgiye, deney, gözlem ve araştırmaya, aklâniyete ve rasyonaliteye verdiği değeri ve teşviği dile getirir. Daha sonra da Kur’ân’ın verdiği bu ilim perspektifi ve bakış açısıyla erken dönem İslamî tecrübeciliğin ve bilimsel düşüncenin gelişmesi üzerinde durur. Tam üç asır Müslüman mütefekkir ve ilim adamları bu tecrübî ve rasyonel düşünceyi ve metodu kullanarak, Avrupa’ya nispetle oldukça erken bir dönemde değişik bilim dallarında başarılar göstermiş ve İslam medeniyetinin karakteristik hususiyetini ortaya koymuşlardır.[10] Gülen kısaca bunlara değinerek, ilim ile din arasındaki çatışmanın, İslam dinine yönelik ne tarihsel, ne de dinî doktriner olarak herhangi bir temelinin bulunmadığını vurgular. İslam’a yönelik böyle bir nitelemeyi büyük bir haksızlık ve tarihsel realitelere aykırılık olarak değerlendirir.

M. Fethullah Gülen, Batı düşünce ve bilimindeki kartezyen ve mekanistik metodu eleştirir. Bilindiği gibi kartezyen temayül tüm doğal fenomenleri, biyololojik‑fizikî‑psikolojik ve kimyasal tüm olayları niceliksel ve matematiksel ilke ve yasalara göre açıklayacak geniş ve kapsamlı bir bilim kurma çabası içindeydi. Her şeyde doğa bilimlerinin genel‑geçer, kesin ve değişmez yöntemini temel alarak determinist ve mekanist nedenci bir açıklama getiriyordu. Yine bilindiği gibi ilk modernler (15, 16 ve 17. yüzyıl), parçacık ve mekânik felsefecileri, getirdikleri yeniliklerin, doğa felsefesinin geleneksel yollarla oluşturulmuş değerlerinden radikal bir kopuşu temsil ettiği üzerinde ısrarla duruyorlardı. Kopernik, Galileo, Kepler, Boyle, Pascal, O. V. Guericke, Bacon ve Descartes.. gibi ilk modernler bu düşünceyi işlediler. Onlar tüm geleneksel bilgi stoklarını ve bilgiyi üretmek/geliştirmek için kullandıkları geleneksel yöntemleri değersiz bulup aşağıladılar. Bacon, her şeye yeniden başlayıp, yeni bir bina kuracağız, diyordu. Descartes daha da ileriye giderek; eskiden felsefe olarak görülen şeyin, değerli denebilecek hiçbir şey üretmiş olmadığını ilân etti ve okumuş olduğu tüm eski kitapları bir kenara atarak, kendisini bir odaya kapattı.[11]

Modern ve Kartezyen metodoloji işte bu tür iddialarla kuruldu. Eski geleneği ve yöntemleri bütünüyle bir kenara itme  iddiasıyla... Ama öyle olmadı. Son dönem bilim eleştiricilerinin de dediği gibi, her problemi çözeceklerini, tabiatı, insanı ve toplumu baştan sona keşfedeceklerini iddia etmelerine rağmen, ne ciddi bir problem çözdüler ve ne de metodolojileri eskiye bağımlı olmaktan kurtuldu...

M. Fethullah Gülen bu kuşatıcılık iddialarının ve bilimsel tekebbürün bir vehimden ibaret olduğunu ifade ediyor; “Cihan tarihinde hiçbir devir, bu asrın son yarısında olduğu kadar teknik buluşlarla, maddi zenginlikle ve teknolojik refahla dolu olmamıştı... Ama yine hiçbir çağda bu modern bilim, insanın ruhî, manevî ve ledünnî yönüne karşı bu kadar cahil, sığ, mütereddit ve belirsizlik içinde de olmamıştı... Bu asra kadar bütün ilim mahfillerinde, varlık ve insana ait, o güne kadar kabul edilen bütün değerlerin tasfiyeye tâbi tutulacağı düşüncesi hakimdi. Aklın her şeyi aydınlatacağı, ilmin, varlık ve eşya ile alakalı topyekün tıkanıklıkları açacağı, fizik, kimya, astrofizik ve biyoloji gibi ilimlerin kainatı bir baştan bir başa keşfedecekleri ve tabiata ait bütün problemleri çözecekleri vehmediliyordu...”[12]

Max Planck’dan sonra başlayıp hızla gelişen yeni fizik anlayışları –dalga mekâniği ve çekirdek fiziği gibi– her şeyi maddede arayanların ve eşyayı buğulu cam arkasından seyredenlerin ilim dedikleri vehimleri ve gümânları yıktı.[13] “... Ve bu gelişmeler, görünen maddi alemin yanında, görünmeyen alemlerin bulunabileceği gerçeğini ortaya koydu. Bugünkü gelişmeler bizi yeni anlayış, yeni izah ve yeni yorumlara zorluyor. Bugüne kadar sımsıkı bağlı bulunduğumuz o acayip tecrübî düşünceden, o putlaştırılan pozitivizmden, o tuhaf akliyecilikten; aşka ve kalbî hayata; tabiata bağlılıktan da ruhânîliğe ve uhrevîliğe doğru hızlı bir yöneliş hissedilmeye başladı...”[14]

Diğer bir yazıda Gülen, ilmin pozitivist doğasının insana ve kainata ait gerçek anlamda ve tatminkar bir şey söylemediğinin altını çizer; “... Kainatın başlangıç ve sonu hakkında, yaradılış ve hayatın sırları hakkında ne bilim, ne de insan zekası ve muhâkemesi bugüne kadar hiçbir ciddi açıklama getirmedi. İnsanoğlunu öteden beri meşgul eden bu önemli hususlar, insan idraki ve insan zekası için hâlâ ürperten birer muammâ... İnsan ilmi, insan zekası ihtisaslarımız (duyu) dışı idrakleri, vahyi, ilhamı, önseziyi, birer sır yumağı sayılan rüyaları, rûhun mekân ve zaman üstü bilgi kaynaklarını, insan benliğinin derinliklerine ıttılaı, illiyet (nedencilik, nedensellik) prensibiyle izah edilemeyecek şekilde cereyan eden metafiziğin fiziğe tesirlerini, kerametli elleri, hârika solukları ve duaları, mevcut bilgilerimizi aşan müessiriyetlerini izah edememektedir. Bu gibi meselelerde insanlık, hâlâ büyük çoğunlukta dinin teklif ettiği çözümlere sığınmakta ve gökler ötesi referanslar aramaktadır...”[15] Kısaca batı biliminin maddeci ve ateist boyutu, insanın bu tür varoluşsal bilgi içeren dünyasına girememiş, giremediği için de geliştirdiği pozitivist metodoloji hakikate ulaştıran bilgi kanallarını daraltmıştır. Oysa bu alan dinin ve metafiziğin alanıdır. Bu da Batı biliminde güdük kalan alandır.

Halbuki M. Fethullah Gülen’in de dediği gibi Batı medeniyetinin ilk klasik dönemi hem maddi, hem de manevî yönü ve metafiziği ile bütün bir bilim ve kozmoloji anlayışı geliştirmişti.[16] Madde ile mana ilmî bir terkib içinde değerlendirilmiştir. Bir anlamda yetersiz de sayılsa bilim ile din kaynaştırılmaya çalışılmıştı. Skolastik dönem bu dengeyi kilisenin lehine olarak bozdu ve değiştirdi. Havariler sonrası uzun bir Patristik dönem yaşandı. Batılı bu dönemi “Gnostisizm” olarak algılama eğiliminde olmuştur. Erken dönem Hıristiyan ilahiyatı, Yunan (Helenistik) felsefesi ile büyük bir entegreye girmiştir. Bu girişim daha açık bir ifade ile, inancı bilgiye dönüştüren gnostik bir yoğurmadır. Bilim ile din kaynaştırılmıştır. Gnostisizm, henüz olgunlaşmamış bir skolastisizmdir.[17] Bu dönem henüz skolastik dönemin başlangıcıdır. (İ.Ö. İkinci yüzyıl). Kaba ve fantastik bir yapısı vardır. Bir bilim anlayışından ziyade, bir Tanrı bilimi olarak da nitelendirilmektedir Batı’da. Aslında bu anlayışın temeli, daha önce Yahudiliğin gnostisizmini geliştiren İskenderiyeli Philon’a kadar gider. Philon, platoncu ve stoacu öğretileri Pisagorculuk temelinde yorumlayarak bilimle karışık bir ilahiyat kozmolojisi geliştirdi (İ.Ö. 50). Daha sonra Hıristiyan Philoncular, yalnızca eğitimli Hıristiyanlar tarafından bilinebilecek gizemli bir öğreti oluşturdular. Bu öğretinin dünyaya bakışı çilecidir. Buna katlanmadan gerçek ve kutsal özgürlüğü kazanmaya imkân yoktur. Dünya bir düşüşün sonucudur. Bu Hıristiyan gnostik patrikler Roma’da 144 yılında bir kilise kurdular ve ilk çileci medreseyi de burada inşa etmiş oldular. Bunların okudukları metin, st. Pavlov’un mektuplarıdır. Gnostikler güçlü bir öğreti kuramadılar, ama Hıristiyan ilahiyatının felsefî olarak formülleştirilmesinde itici güç oldular. Bu erken dönem ve sonrası kilise yöneticilerinin çoğu iyi eğitim görmüş ve Helen felsefesini bilen insanlardı. Yazı ve üsluplarında felsefî söylem mevcut idi. Bilindiği gibi bu patristik ve gnostik süreli uzun bir ortaçağ boyunca Skolastik öğretinin temellerini atacaktır. Bu uzun teolojik dönem Batı düşüncesinde din ile bilim arasındaki çatışmanın zeminini oluşturan dönem olmuştur. Öyle ki din ile bilim arasında bozulan denge kâh dinden, kâh da bilimden yana gelişerek batı düşüncesini daima tek boyutlu bir hüviyete soktu.

“... Batılı Ortaçağda tek buudlu bir yola girdi ve her şeyi teolojik görüş üzerine bina etti... Modern çağ ise, gözü eşya ve tabiattan başka bir şey görmedi; anomali doğdu, sürüm sürüm yaşadı ve daha gelişme çağında ele‑ayağa d¢ü... Şu ilim ve teknoloji çağı ise, daha da ileri giderek, her şeyi dar bir maddecilik düşüncesi ve insan merkezli bir dünya görüşüne bağlayarak bize, asıl ma’namızı kavrayıp tanımaktan ziyade, Allah’tan koparılmış tabiat kanunlarını düşündüre düşündüre ruhlarımızı sersemleştirdi, varlıkla aramızdaki dengeyi bozdu...”[18]

Bu tek boyutlu bilim son çağda o hale geldi ki bizi kendi ruhî dinamiklerimize karşı alabildiğine sığlaştırdı. İnsandaki kaba kuvvetleri cisimleştirerek, hem insanı, hem de tabiatı tehdit ve tahrib eden devasa, kontrolsüz bir teknoloji geliştirdi... “Arkamızda bıraktığımız asrın sonlarına doğru pozitif ilimler o kadar şımardı, o kadar küstahlaştı ki, onun bu hezeyan ve lâubâlilikleri karşısında, modern bilimin dili ve tercümanı sayılan Ruban Alves, Paul Feyerabend, Rene Guanon’lar onun zimâmını çekme ve onu tokatlama lüzumunu duydular. (...) Vakıa yirminci yüzyılın son çeyreğinde insanlık bir kısım tabulardan sıyrılmaya yöneldi ve belli ölçüde bunda başarılı da oldu ama tam manasıyla eski alışkanlıklarından kurtulduğu söylenemez. Çünkü o, hâlâ, bilim ve teknolojiyi en hakiki bir mürşid, en yanılmaz bir rehber görmekte ve henüz bu kronik esaretini de fark edememektedir...”[19]

Görüldüğü gibi M. Fethullah Gülen, yazı ve makalelerinde Batı bilim anlayışındaki tek boyutlu karaktere sık sık vurgu yapmakta ve din‑bilim çatışması biçiminde tarihe yansıyan kavganın esasen, hem bilim çevrelerinin, hem de Batı kilise çevrelerinin olaya tek yanlı yaklaşmalarından kaynaklandığını ifade etmektedir.[20]

a‑ İlim‑Determinizm İlişkisi

M. Fethullah Gülen, ilimle ilgili düşünce, mütalaa ve makalelerinin hemen hepsinde varlık düzenindeki sebep‑sonuç, illet‑malul (sünnetullah) ilişkisine özenle dikkat çekmektedir. Hatta diğer sebepler ve katkıları mahfuz, İslam dünyasının bilimsel açıdan geri kalışının en temel nedenlerinden birisini, Müslüman ilim adamlarının kainat kitabının her yerinde yazılı olan bu kanuna ve ilişkiler düzenine hakkıyla riayet etmemesi olarak belirler.

Batı bilimsel düşüncesi daha önce de ifade ettiğimiz gibi mekanistik temelden hareketle, eşya ve varlık düzenindeki ilişkileri analiz ederken, aşırı bir biçimde determinist bir teori ve bilimsel pratik geliştirmiştir. Bunun önemli sonuçlarından birisi, bilim anlayışına getirdiği “maddeci ve materyalist” yorumdur. Maddeye daldığı ve maddi ilişkiler düzenini keşfettiği ölçüde de manaya, metafiziğe ve kutsala karşı körleşmiş, tek boyutlu bir medeniyet inşa etmiştir. Batı biliminin ve bilimsel düşüncesinin en temel özelliği budur. Diğer bir ifade ile; hem Batı’da ve hem de İslamî düşünce geleneğinde üretilen, Allah’ın irade sıfatından gelen Kainat Kitabı ve kelam sıfatından gelen Kutsal Kitab metaforu açısından, Batılı yalnızca birincisini esas almış, buna karşılık ikincisini ihmal etmiştir. Bu yüzden insanın yeryüzündeki varoluşuna, nedenlerine ve Allah’la olan ilişkilerine karşı olabildiğine sığ kalmıştır. İslam dünyası da birinci kitabı ihmal ederek yalnızca ikincisiyle yetindiği için, ruhî, manevî ve uhrevî açıdan tutarlı ve tatminkar bir uluhiyet ve Rububiyet telakkisi geliştirirken, bilimde geri kalmıştır.

Bu yüzden M. Fethullah Gülen, bilimsel gelişme ve araştırmayla ilgili ne zaman konuşsa, mutlaka bu iki kitap metaforuna açık ya da örtük bir biçimde vurgu yapmaktadır.[21] Ancak onun bu    vurgularını daha iyi anlamak için batılı bilimdeki determinist anlayışa kısaca değinmekte yarar vardır; Bu kavram (determinizm), 16. ve 17. yüzyıldan 20. yüzyılın başlarına ve hatta günümüzdeki diyalektik materyalist anlayışlara kadar varan uzun bir geçmişe sahiptir. Determinizm fikri, “tabiat bilimlerinde” ve “felsefî düşüncede”; Bacon, Newton ve Descartes’ten, Lomonosov, Laplace, Spinoza ve 18. yüzyıl Fransız materyalistlerine kadar bir dizi bilim adamı ve düşünür tarafından temellendirilmiş bir felsefedir. Bu uzun çizgide kavram neredeyse mistik bir retoriğe ve karmaşaya bürünmüştür. Kainatta, varlıkta ve insan toplumlarında Allah’ın ve insanın iradesini bütünüyle nefyeden katı ve kaderci tutumlardan, yumuşak ama sonuçta; evrende olup‑biten her şeyi varlıktaki iç düzenin işleyişine bağlayan ve haricî herhangi bir gücün ve nedenin müdahalesine yer vermeyen görüşlere kadar çeşitli materyalist düzeylere vurgu yapar. Buna göre evrende olup biten her şey bir nedensellik bağlantısı içinde gerçekleşmektedir. Fiziksel evrende, insanda ve toplumsal tarihte her olgu ve olay –başlangıcıyla ve sonucuyla– bir nedensellik zinciri içinde teşekkül eder. Hiçbir şey yokluktan çıkmayacağı gibi mutlak olarak da yok olmaz. Katı deterministlere göre insan iradesinin ve tercihlerinin varlıktaki oluş ve akışta hiçbir dahli yoktur. Bu anlamda aslında insanın hürriyetinden de söz edilemez. Varlıktaki oluş, değişim ve dönüşüm, insanın denetimi dışı birtakım nedenler tarafından belirlenmektedir. Bu nedenler eşyanın kendi iç kanunlarından ibarettir. Evrenin geçmiş ya da gelecek herhangi bir andaki durumu, evrendeki parçacıkların koordinatlarının itici güçleri tarafından belirlenmektedir.

Daha mu’tedil yaklaşımlar, insana sınırlı da olsa belli bir hürriyet alanı tanır. Ama eşyadaki kanunları yine de determine eder. Diyalektik materyalizm, varlık düzenine devrimci bir aşı yapmaya çalıştı. O, dünyanın kendi başına bir gerçek olduğunu ve bu gerçekliğini doğaüstü ya da aşkın bir kaynaktan almadığını iddia etti. Ona göre varlığın doğası sürekli değişken bir süreç izler. Olgu ve olayların arkasında tek geçerli nedensellik, sürekli devrim ve değişimden ibarettir. Varlığın değişimi ve dönüşümü öyle gerçekleşmektedir ki, gelişmenin seyri içinde hiçbir parça, eski niteliklerine indirgenemeyecek biçimde, yüksek evrim seviyesinde değişmektedir.

Determinizmin felsefe ve bilim tarihindeki önemi, tabiatın bağlı bulunduğu kanunları (sünnetullah) keşfetmesinde ve insana, topluma ve bilimsel gelişmelere uygulanış biçiminde aranmalıdır. Zira bu uygulanışın ciddî siyasî, ideolojik ve toplumsal sonuçları olmuştur. Son dönem sosyal bilimcileri “determinizm” kavramının katı ve ölçüsüz bir biçimde insan ve toplumsalın dünyasına uygulanışını şiddetle eleştirdiler. Onlar, tabiat olaylarında ve fizikî dünyada geçerli olan nedensel yasaların, belli ölçüde toplumsal olaylarda da geçerliliğini kabul etmişlerdir. Ancak bu yasaların insan iradesini ve aşkın birtakım haricî tesirleri bütünüyle nefyettiği iddiasına da karşı çıktılar. Çünkü bu reddedilmezse, insan katı bir kaderciliğe ve cebriliğe mahkum edilmiş olacaktır. Fakat yine de sosyal bilimin ortaya koyduğu irâdî nedensellik anlayışı, olgu ve olayların metafizik temellerine ve aşkın ilâhî iradeye yönelik hemen hiçbir şey söylemez. Buna rağmen teslim etmek lazımdır ki, Batı’yı bilimsel gelişme ve devrimlerde başarılı kılan –menfî sosyal, siyasî ve ideolojik sonuçlarına rağmen– tabiattaki sebep‑sonuç ilişkisini (sünnetullah) ve nedensel kanunları büyük bir coşku ile takip etmesi, kurcalaması ve keşfetmesi olmuştur.

M. Fethullah Gülen Hocaefendi, bu sebep‑sonuç ve nedensel ilişkinin keşfedilmesinin, bilimsel araştırma ve kazanımlardaki motor gücünü kabul etmektedir. Bugün için artık bu bir realite haline gelmiştir. Ancak ondaki katı zorunluluğa, ilahî amaçlardan bağımsızlaştırılmasına ve insan iradesinin ve zekasının yaratıcılığını söndüren donuk ve şabloncu yönlere de itiraz etmektedir. O, fizik dünyasında cereyan ettiği ölçüde kesin olmasa da, neden‑sonuç ilişkisinin (sünnetullah) toplumsal hayatta da geçerliliği ve belirleyiciliğini vurgular. Gülen’in ayrıca burada illiyet prensibini oldukça pratik bir açı ile yorumladığını· görmekteyiz. O, mevzuyu,· sosyal bir fizik kuramı inşa etmeye çalışan salt felsefi söylem içinde ele almaz. Bu prensipten, pratik sosyal sonuçlar çıkarmaya· çalışır. Eğer toplumsal hadiseler, zaman zaman tekerrür edici bir karakter ve çizgi takip ediyorsa –ki ediyor‑ o bu vasfı, gelecekle ilgili davranış ve hareket tarzımızı şimdiden belirleyebilmeyi mümkün kılacak sosyal bir prensip olarak yorumlar.

“Sebepler dairesinde sebeplere riayet bir vazife, onları görmemezlikten gelmek ise bir cebriliktir. Orta yol, sebepleri gözetmede en küçük bir boşluğa dahi meydan vermeyecek kadar tedbirli ve temkinli olmak, Allah’a itimat ve güvende de başka hiçbir şeye takılmama ölçüsünde mütevekkil bulunmaktır. Sebep‑netice, illet‑mâlul arasındaki münasebetler muteber sayılmalı ama, düşünce dünyamızda koyu bir determinizmaya da yer verilmemelidir. Olsa olsa orta yol mülâhazalı bir şartlı determinizmaya kapı aralanabilir. Böyle bir tevil esnekliği ne derece mazur görülür bilemeyeceğim ama, bizim dünyamızda da, illiyet ve tenasüb‑ü illiyet prensipleri üzerinde bu kadar olsun durulmuş ve değişik değerlendirilmelere gidilmi¢ir.

Eğer cebri determinizma, aynı sebeplerin, aynı ortamda aynı neticeleri doğurmasının adı ise, şartlı determinizmaya mülâhaza dairemizin açık olduğu kendi kendine ortaya çıkacaktır. Şimdi bu mülâhazaları bizim ölçülerimiz içinde ele alacak olursak, fizik dünyasında cereyan ettiği ölçüde olmasa bile, içtimâiyatta dahi belli nispette sebep‑sonuç meselesi her zaman söz konusu olabilir. Bu itibarla da, bugünkü hareket ve davranışlarımızın toplumda, yarın ne tür bir netice vereceğini şimdiden düşünmemiz icap edecektir. Evet, bugünkü toplumun yarınki varlığı, bugünkü devletin yarınki bekası, hatta devletlerarası muvazenede yerini alması, işte böyle bir plân ve böyle bir ilk teşebbüse bağlıdır ki, bu da, bugünle beraber yarınların, yarınki netice ve sonuçların çok iyi resmedilip belirlenmesiyle mümkün olacaktır. Yoksa, içte ve dışta sürpriz hadiselerle karşı karşıya kalmamız kaçınılmazdır.

Her şey, bir başka âlemde hazırlanıp imdadımıza gönderilecekmişçesine evlerimizde oturup sürpriz şeyler bekleyemeyiz.. dahası, hayatın içinde miyiz, değil miyiz bunu çok iyi belirlememiz gerekir. Eğer bir toplumda: İnsan bu dünyada vaktini iyi geçirmeye bakmalı.. gelecek adına çok fazla kafa yormaya gerek yok. Ömer Hayyam’ca geçmiş gelecek masal hep; eğlenmene bak, ömrünü berbat etme.. Ye‑iç hayatın keyfini çıkar. Dünyayı sen mi kurtaracaksın? Çok fazla düşünme delirirsin. Allah’ın nimetlerinden istifade etmek de bir ibadettir.. gibi mülâhazalar söz konusu ise, o toplum ruhta ve mânâda ölmüş demektir. Böyle bir toplumda aydına ve idareciye düşen vazife, o toplumu her kesimiyle bu korkunç düşünce inhirafından ve ruh kaymasından kurtarıp onu yüksek hedeflere yönlendirmek ve ilim düşüncesiyle aydınlatmaktır. Aksine, kitlelere gerçek ilim aşkı ve düşünce ruhu aşılama yerine onları günlük politikalarla sersemleştirir ve iktidar değişmeleriyle her şeyin farklılaşacağına inandırmaya kalkarsak, toplumu bütün bütün problem kaynağı haline getirmiş oluruz..”[22]

b‑ Din, İlim ve İdeoloji

Tarih boyunca bilim ve bilimsel faaliyetler, sıkı ideolojik amaçlara temel yapıldığı gibi, dinî ilke ve öğretiler de bu tür amaç ve hedeflere blokaj oluşturmada kullanılmıştır. Ortaçağ skolastik dönem boyunca Hıristiyanlığın, nasıl Katolik Kilisesinin elinde resmî imparatorluk ideolojisinin siyasî ve kültürel bir aygıtı haline dönüştüğünü buna bir örnek olarak zikredebiliriz. Resmi ideoloji uzun bir dönem Hıristiyanlığı kendi siyasal hedefleri istikametinde örgütlediği gibi 18, 19 ve 20. yüzyıl boyunca da bilimi ve bilimsel gelişmeleri bu istikamette örgütlemiştir. Önceleri kilise ile bilim çevreleri arasında mütevazı bir diyalektik şeklinde başlayan kavga, nihayet kilisenin bütünüyle devletten ayrışmasını netice veren kitlesel ve ideolojik bir tutuma dönüşmüştür. Devlet aygıtı, dini mücadele alanından saf dışı etmede başarılı olmuştu ama bilimi hâlâ ideolojik bir kamçı gibi kullanmaya devam etmekteydi. Öyle ki, 20. yüzyıl boyunca, pek çok bilim adamı, giderek askerîleşme eğilimi gösteren· bilimin de, devletten ve devletlerin siyasî ve ideolojik hedeflerinden bağımsızlaşması gerektiğini sık sık vurgular olmuştur. Bu tür tepkiler, bugün de farklı siyasi ve entelektüel kesimler tarafından zaman zaman dile getirilmektedir.

İşte M. Fethullah Gülen de bu tarihsel realiteye işaret ederek hem dinin, hem de bilimin ideolojik bir aygıta dönüştürülmesinin doğuracağı sakıncalar ve riskler üzerinde durmuştur. Aslında ona göre, din de bilim de bir hakikat arayışıdır. Hakikat sezgisinin bir yanını ilim, diğer yanını da din teşkil eder. Bir tarafta insan, idrak ve şuuruyla, varlık arasındaki münasebeti keşif ve tesbit ederken, diğer taraftan bu hakikat karşısında nasıl bir tutum belirleyeceğini düşünür. Birinci faaliyeti dinin bilgi kaynakları da dahil, ilim temsil etmekte. İkincisini ise din. Yani ilmin amacı hakikatı keşfetmek ise, dinin amacı da bu hakikatlar karşısında insanın tavrını ve duruşunu düzenlemektir. İlmin ve bilimsel faaliyetin amacı, hakikatı keşfetmenin dışına taşarsa işte bu ilmin ideolojileştirilmesini netice verir; “temelinde varlığın tahlil ve izahı, hakikati keşfetme aşk ve iştiyakı olmayan ilim kör, ve onun tespitleri de çelişkiden hâli değildir. Ferdî, ailevî, ictimaî bir   çıkar mülahazasıyla elde edilmeye çalışılan ilmin, her zaman bir kısım tıkanıklarla karşılaşması mukadder olduğu gibi, bir zihniyet, bir düşünce, bir parti ve doktrine bağlı olarak ulaşılan bilginin de gidip er‑geç sarpa sarması kaçınılmazdır..”[23]

Bilimin ideolojik bir aygıt haline gelmesi son iki asırda geri kalmış ülkelerin sömürgeleştirilmesini netice verdi. Modern bilim adına, binlerce kültürel ve medenî unsur tahrip edildi. Dünyadaki dinî, kültürel, medenî ve hayatî zenginlikler talan ve yok edildi. İdeolojikleştirilmiş bilim, her şeyi kendine benzetmeye çalıştı. Diğer taraftan tabii ve ekolojik düzeni de tahrip etti. Tabiat düzenine müdahale o mertebeye vardı ki, artık yeryüzünde insan neslini ve yaşamını tehdit eden bir ekolojik kirlenme meydana geldi. Bilimin tabiata tahakkümü, insanı yeryüzünde tanrılaştırma ideolojisinin bir programıydı. Bu program insanlığa ve yeryüzü toplumlarına oldukça pahalıya mal olduysa da, büyük ölçüde başarıyla uygulandı.

Bilimin aldığı tehdit ve tedhiş hüviyeti ne kadar riskli ise, dinin ideolojik bir aygıt haline getirilmesi de o denli riskli ve hatalıdır. Din, temelde, “kendi içindeki bilgi kaynaklarıyla engin bir ilim havzı olması itibariyle, hakikat aşkı, hakikat tutkusu açısından hayatî bir unsur, önemli bir dinamik ve bilginin ufkunu aşan konularda da açık üsluplu, ama derin edalı yanıltmayan bir rehberdir..”[24]

Fakat diyor Gülen, “her zaman ilmin, belli düşünce, belli cereyan ve belli doktrinlerin yedeğine verilerek, ufku sığlaştırılıp, hazımsız, mütehevvir, kavgacı ve hakikatin yolunu kesen bir gulyabanî haline getirilmesi mümkün olduğu gibi, semavî bir gerçek olan dinin de, fanatik düşüncenin elinde kin, nefret, gayız, intikam hislerine me’haz gösterilmesi her zaman ihtimal dahilindedir. Bir objenin kendi zıddı gibi vehmedilmesi ne büyük çelişki!”ADVANCE \r2[25] “Şimdi bir bilim yuvası düşünün ki –aslında o, mâbed gibi mukaddestir– şu şekilde veya bu şekilde herhangi bir felsefî cereyana takılmış, hattâ ona esir olmuştur. Orada ilim, hür olmayan bağnaz bir düşüncenin elinde tutsak demektir ve cehaletin en lânetle anılanına rahmet okutturacak kadar da mel’undur. Ve bir din ki, siyasî‑gayri siyasî bazı hiziplerin çıkarlarına vasıta yapılmak istenmektedir; artık mâbed o hizbin daraltılmış mâlikânesi, orada ibadet de bir tür teşrifat merasimi haline getirilmiş demektir ki; böyle bir durumda, dinin de, diyanetin de lâhutîliğine kıyıldığında şüphe yoktur.

Evet, bir toplumda eğer bazıları “ilim” diyor ve bilim yuvalarını kendi villalarıymışçasına arzularının, heveslerinin, ideolojilerinin vitrini gibi kullanıyorlarsa, o ilim yuvaları çoktan mâbed olmadan çıkmış, arzuların, hırsların, nefretlerin bilendiği bir arenaya dönüşmüştür. Yine bir cemiyette eğer bazıları “dindarlık” diyor ve kendileri gibi düşünmeyenlere; düşünmeyip onlarla aynı siyasî mülâhazaları paylaşmayanlara kâfirlik, zındıklık, münafıklık sıfatlarını yakıştırabiliyorlarsa, böylelerinin temsilinde din –günahı bu sahte temsilcilere ait– insanları Allah’dan uzaklaştırma, onların gönüllerini karartma ve ümit kapılarını yüzlerine kapama gibi tamamen onun maksad‑ı tenziline muhalif bir fobi haline getirilmiş demektir.”[26] Gülen daha sonra, dinin ve bilimin ideolojileştirilmesinin bir nedeninin de insanların zaafları olduğunu ifade eder. Ona göre bazıları kendi zaaflarını ve beşerî boşluklarını doldurmak amacıyla dini ve bilimi kullanmaktadır. Dinin ve bilimin böyle bir dolgu maddesi olarak kullanılması onları gerçek mihverinden saptırmakta ve her türlü ulviyetlerine rağmen, onları beşerî birer zaafa dönüştürmektedir. Gülen böyle bir zaaftan kurtulmanın    yolunu Allah, ilim, ve hakikat aşkında görmektedir. Bu aşk iksiridir ki ancak insanlığı beşerî ve ideolojik zaafların yedeğinden kurtaracaktır. İnsanlık bu aşk ve sevgiyi ilk defa peygamberler vasıtasıyla tanımış ve elde etmiştir.[27]

Görüldüğü gibi Gülen, bilim ve dini kendi vitrin ve vizyonlarını tezyin etmek ve doldurmak için kullananları şiddetle kınamakta ve onları din ile bilimi mihverinden saptırmakla nitelemektedir.[28] Gülen, bilim ve bilimsel araştırmalardaki amacı, Allah ve hakikat aşkı olarak belirlemekte; böylece birkaç asırdır pozitivist bilgi anlayışının ve felsefenin elinde müteâl değerlerden tamamıyla ayrışmış olan bilim düşüncesine yeniden aşkınlığı sokmakta ve orada metafizik bir alan açmaya çalışmaktadır.[29]

Aşk, sevgi ve muhabbet gibi kavramlar öteden beri bilimsel araştırmaların alanı dışında bırakılmıştır. Gülen bu metafizik ve mistik kaygıyı yeniden bu alana dahil etmekle, esasında evrenin varlık nedeninin aşk ve sevgi olduğuyla ilgili eski kozmolojik görüşe de açık bir işarette bulunmuştur. İnsan‑kainat‑Allah arasında daimi ve illî (nedensel) münasebetler kuran eski kozmoloji, modern bilimin doğuşuyla neredeyse rafa kaldırılmıştı. Bilim alabildiğine maddenin içine dalarak, etik, dinî ve metafizik kaygılara ve ilişkilere karşı olabildiğince körelmiş ve tek boyutlu hale gelmişti. Gülen bu körlüğü bir “sapma ve yabancılaşma” olarak algılamaktadır.

c‑ Akıl – Bilim – Kültür

M. Fethullah Gülen, son yıllarda yeniden moda bir akım ve yaklaşım tarzı olmaya başlayan 19. asır düşünce teressübatından olan akılcılığa ve kuru rasyonalizme de değinir. Evet Rasyonalizm, maddeci ve katı akılcı temeli ile 19. asır düşünce tortusundan kalma bir akımdır. Her nedense toplumsal düşünce her dönemde moda halinde gelip bu akıma birkaç kez uğramadan seyretmez.

90’lı yıllar Türkiye entelektüelinin siyasi, sosyal, dinî ve kültürel hareketliliğe akılcı yaklaşımlar ve sorgulamalar ile bir renk ve heyecan getirmeye çalıştığı yıllardır. Her düşünce ve temayül “akıl ve rasyonalite” temelinde irdelenir. Siyaset ve dolayısıyla kültürel hayat, uzun yılların başarısız ve yağmacı yönetici kadrolarının elinde iflas etmiştir. Ekonomik parametreler iyiden iyiye s.o.s vermeye başlamıştır. Türkiye, iktisatçısı, siyasetçisi ve düşünce elitiyle bu talihsiz durumdan kurtulmak için her şeyi rast gele sorgulayan bir havaya bürünmüştür. Herkes her şeyi kendi aklî ve rasyonel tavrıyla eleştirmekte, her şeyi rasyonel bir temele oturtmaya çalışmaktadır. İlahiyat ve dinî düşüncede de bu tarz yaklaşımlar yükselmeye başlamıştır. Dinî düşünce geleneği, rasyonalist ve akılcı tahlil ve yaklaşımlar ile sorgulanır olmuştur. Burada dinî düşünce geleneğine hakim olan “aşkınlık ve müteâllik” giderek yerini rasyonalist yaklaşımlarda “insanî ve maddî” olana terk etmeye başlar. Aklın en temel fonksiyonu artık klasik İslamî düşünce geleneğinde olduğu gibi müteâl olana, Allah’a, esmâya ve kevnî tecellilere değil, insan dünyasına, günlük toplumsal sorunların dünyasına, maddi ve sosyal olana yönelir. Küllî hakikatlere değil, cüz’î sorunlarla boğuşmaya yönelir. Bu süreç ilk bakışta dinî düşüncenin, diğer toplumsal, siyasal ve ekonomik sorunlarla birlikte konjonktürel olarak değişimini gösteren normal bir süreç olarak alınabilecek bir süreçtir. Ancak uzun vadede bu rasyonalleşme sürecinin, dinî düşüncedeki hiyerarşik yapıyı tepetaklak edecek bir sürece dönüşebilme istidadında olduğu da muhakkaktır. Akıl, bir kere müteâl olandan bağımsızlaştırılarak, salt insanî (toplumsal) ve maddî olana hasredildiği taktirde, onun müteâl ile olan ilişkisi koparılmış olacaktır. Bunun anlamı, aklın giderek beşerîleşmesi, insanî, maddi ve toplumsal zaafların müdafii haline dönüşmesi demektir. Hatta giderek bu zaafların ve aşırı maddileşmiş döngülerin bir parçası halini alacaktır. Halbuki akıl, klasik İslamî düşüncede, insanın yeryüzündeki varoluşunu, müteâl olan değerlere, Allah’a ve sonsuzluğa bağlayan en temel hâsselerden biriydi. O, insan, kainat ve Allah arasındaki sürekli münasebeti kuran en önemli insanî yetiydi. Rasyonalist yaklaşımların amacı ise aklı, müteâl olandan bağımsızlaştırarak onu beşerî ve maddî hayatın basit bir parçası haline getirmekti. İnsanı bütün yeti/hâsse ve fakülteleriyle yalnızca arza ve bu dünyaya bağlamaktı. Onu, ötelerden, ebedî hayat kaygılarından, müteâl olanla olan münasebetinden koparmaktı.

Mevcut siyasî ve toplumsal düşüncenin seyri zaten müteâl değerlerden giderek bağımsızlaştığı için bu sahanın düşünürleri açısından sorun en azından hayatî görülmeyebiliyordu. Ama dinî düşüncenin, müteâl olandan bağımsızlaşması demek, dinin temellerine yönelik bir tehdit demekti. Son yıllarda ilahiyat fakültelerinde moda akım haline gelen tarihsellik tartışmalarının ardında da aslında bu sorun yatmaktadır. Tarihi, toplumu, geleneksel dinî düşünceyi ve hatta topyekün dinî düşünce hiyerarşisini tersine çevirerek müteâl olandan koparmaktır. Belki böylesi bir konjonktürde böyle bir iddia henüz bütün yönleriyle tebellür etmiş değildir. Ancak geleneksel dinî düşüncenin sorgulanma biçimi ve sorgulama aletlerine daha yakından bakılırsa, dinî rasyonalizmin alacağı biçim son tahlilde, dinî düşüncenin müteâl olandan bağımsızlaşması olacaktır. Zira insanlar siyasî, sosyal ve kültürel diğer alanlarda modern hayatın her biémine ve zevkine kolayca açılmış, yeni alışkanlık ve düşünme biçimleri edinmiştir. Ve maalesef bu edinimler, kendisini dindar addeden çevrelerde dahi oldukça maddi ve dünyevî bir karakter sergilemektedir. Akıl, müteâl ideallerden bağımsızlaştırılarak, bu yeni alışkanlık biçimlerine meşruiyet ve ma’kuliyet sağlayacak bir araca dönüştürülürse –ki bu risk her zaman söz konusudur– işte bizim üzerinde durduğumuz ve dikkat çekmeye çalıştığımız maddileşme ve d.yevileşme süreci başlamış olacaktır.

Şahsen M. Fethullah Gülen’in 99’da Yeni Ümit Ağustos sayısında yayımlanan yazısını bu açılardan oldukça önemli görüyorum. Yazı bir anlamda konjonktürel olarak bizi, dünyevîleşmeye sevkeden hazcı, hissî ve maddeci yaşam kaynaklarından, aklın ilahî misyonuna yeniden dikkat çekerek, müteâl olana davet etmekte ve bir nevi bir ruh, iman ve düşünce tazelemesi niteliğindedir. Kalbî, manevî ve keşfî hakikatlere alabildiğine yabancılaşmış günümüz insanını, akıl ve tefekkür vasıtasıyla yeniden aşkın ve müteâl değerlere uyarmayı denemektedir.

Felsefe, sofiye ve kelamcılar arasında ötedenberi yaygın ve maruf olan nazarî‑amelî akıl, inşa eden veya edilen akıl, akl‑ı mead, akl‑ı semâvî, akl‑ı arzî, akl‑ı meaş, akl‑ı türâbî... gibi kavram ve nitelemelerin tarihsel tartışma dünyasına fazla dalmadan aklı yalın haliyle, Kur’ân ve risale‑i nûr perspektifinden ele almakta, ama buna karşılık, aklın, bilgiyi nasıl marifete dönüştürebileceği meselesine de yeterli açıklık getirmektedir.

“Aklın iki yüzü ve Makuliyet”[30] başlıklı yazı, şüphesiz felsefî bir bahis değildir. Kur’ân’a göre ma’kuliyet; düşüncenin sonsuza bağlanmasıdır.”[31] Yazının temel esprisi de bu mihverde dönmektedir. Düşüncenin sonsuza ve müteâl olana bağlanması, imanda derinleşmeyi ve marifette zenginleşmeyi ifade etmektedir. Kur’ân akla yaptığı tüm çağrılarda bunu işler. Akli, kalbi ve kevnî ayetleri ciddi bir bütünlük içinde, kozmik bir şuur ve varlık etrafında nasıl tevhide ulaştırır, bunun kurallarını gösterir. Kur’ân, aklımızı nasıl kullanacağımızı, kalp ve vicdanımızı nasıl hüşyâr kılacağımızı bize gösterir. Kur’ân’da aklî bahisler ve çağrılar, daima gider sonsuza bağlanır.. “(Kur’ân), bütün mesajlarını akla, mantığa, muhakemeye tespit ve tescil ettirir. Aklın, hissin, şuurun itirazlarına meydan vermeyecek bir çerçevede konuşur ve talebelerini makuliyet adına sürekli rehabilite eder..”[32]

Akıl, varlık ve eşya içinde sonsuza ulaşır. Kur’ân’da da akla çağrı hep varlık ve eşyayı tefekkür temelinde gerçekleşir. Sanki akıl, çokluk (kesret) içinde tevhide ulaşmak için yaratılmış gibi, daima akıl yürütme (akletme) mekanizmasını tevhid yörüngesinde kullanmaya çağrılır. Kur’ân’da tevhid ve vahdet ma’kul, şirk ve küfür ise gayr‑i ma’kul olarak yer alır. Kur’ân bu konuyu genel üslubu içinde kâh doğrudan kainattaki varoluşa dikkat çekerek, kâh Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e muasır müşriklere aklın diliyle çağrıda bulunarak, kâh da geçmiş kavim, millet ve ataların düştükleri şirk girdapları ve akıbetlerine gönderme yaparak ele alır. Küfür, ilhad ve şirkin hemen her çeşidine karşı en canlı örnekler sergilenir. Eski kahinlerin şirke gark olmuş o çarpık ulûhiyet ve rubûbiyet telakkileri ve bu telakkilerin enkazı altında ezilmiş milletleri çarpıcı bir biçimde serdedilir. Öyle ki, kainattaki tüm var ve yok oluşlar, her gün, her mevsim, her an müşahede ettikleri meydana gelme ve değişimler, ciddi bir nizam ve sühûlet içinde tevhide işaret ederken, onların şirk yolunu tutmalarının garabeti ve gayr‑ı makuliyeti, insandaki havâss‑ı hamseyi (beş duyu) ve iç duygularını tahrik edecek bir üslupla dile getirilir. Bir yandan makulu temsil eden onbinlerce enbiyâ, milyonlarca asfiyâ, evliyâ ve İslam düşünürü, diğer tarafta da gayr‑i makulun temsilcileri. İnat srar ve taklitle şirki ve küfrü temsil edenler.

Bediüzzaman da Kur’ân’ın tevhide yaptığı bu vurguları o ilginç ve cezbedici, teşvik ve tahrik edici üslûbuyla Risale‑i Nur’da işlemektedir. Gülen Risale‑i Nur’un bu özelliğini şöyle dile getirir: “Onun sık sık üzerinde durup, mutlaka okunmasını ve temâşa edilmesini istediği kâinat kitabı ve varlık meşheri, makulü temsil eden enbiyâ, asfiyâ, evliyâ ve İslam ulemasından tevarüs edilegelen bir anlayışın ifadesidir. Zamana bağlı çizgi farklılığı mahfuz, verilen mesaj ve takip edilen yol hep aynıdır; arz u sema tetkike tabi tutulacak.. eşya ve hadiseler hallaç edilecek, her şey götürülüp gerçek sahibine bağlanacak. Sonra da vicdanlarda bu makuliyetin itminanı duyulacak ve marifete dönüşen ilimler birer zevk‑i ruhani kaynağı haline gelecek.”[33]

Bu tefekkür ve akletme yolu esasen İslamî düşünce geleneğinin asırlardır takib ettiği bir yöntemdir. M. Fethullah Gülen Hocaefendi buna dikkat çekerek o uzun kelamî, felsefî ve sofi bahisleri, bugünün kuşaklarının rahatlıkla anlayabileceği bir sadelik içinde ele alarak işler. Yazı bize yeni ve canlı bir üslup içinde 20. Mektubun ikinci makamında, onuncu sözün ahirinde ve 29. sözün Haşir meselesinde işlenen; şirk yolunun, tarik‑i haktan ve tevhid yolundan yüzbin defa daha müşkilatlı ve nihayet derecede gayr‑i makul, tevhid yolunun ise nihayet derecede suhûletli ve makul olduğu meselesinin güncel perspektiften bir özetini verir gibidir.

Burada aklaniyet ya da ma’kuliyetin en merkezî ve temel argümanı, Yaratıcının varlığı, birliği, şerike, nazîre, yardımcıya muhtaç olmayışı meselesidir. Zira Kur’ân’da aklın veya akıl yürütmenin neticesi, kainat kitabında yapacağı kıyaslamalar ile tevhide ulaşması, şirki reddetmesi temelinde yer almaktadır. Yani bir anlamda aklın ve akletmenin en temel fonksiyonu tevhidi ilan, şirki red üzerine kuruludur. Bu yüzden günün modası ve 19. asrın maddeci düşünme alışkanlıklarının bir tortusu olan rasyonalizm Kur’ân’da yoktur. Ayrıca rasyonalizmde hiçbir fikrî, insanî ve toplumsal değer, gidip müteâl olana yönelmez. Ve yine bu yüzden İslam ve Kur’ân rasyonalizmi gibi kavramlar ve kullanımlar temelsizdir, İslamî düşünce geleneğini tahriftir ve varlıktaki tevhid hiyerarşisini tersine çevirmektir.

Aklın iki yüzü ve ma’kuliyet yazısını kanaatimce bir de bu açıdan okumakta yarar vardır. Orada akıl ve akletme kavramı, müstakim ve tevhidci bir duruşu temsil etmektedir. Yoksa, akıl ve akılcılık üzerine tarihte yapılan tartışmalar ele alınmamaktadır. Tamamen Kur’ân’ın ve Risale‑i Nur’un bu husustaki yaklaşımı takip edilmekte ve onlar nazara verilmektedir.

M. Fethullah Gülen, burada aklın ve akletmenin ne olduğu hususundan çok, aklın ve akıl yürütmenin fonkiyonu üzerinde durmaktadır. Kur’ân’da aklın yer alış biçimi de budur. Kur’ân’da akıl hiçbir yerde müstakil bir kavram olarak geçmez. Adeta akıl, fonksiyonel olarak, bir diğer anlamda amelî ve pratik, bir eylem ve duruş olarak yer alır. M. Fethullah Gülen de yazıda bu yolu ve üslubu benimsemiş ve takib etmiştir. Bu yüzden yazının mücerred bir felsefî bahis olmadığını ifade ettim.[34]

Ayrıca daha genel anlamda klasik İslamî düşüncede Müslümanlar bilgi deyince, bundan genellikle hayatta yararlı olan bilgiyi kastettiler. Buna karşılık bir Batılı’nın bilgiden anladığı şey temelde “güce yönelik bilgi”, yani doğayı, maddi nesneleri,     birey ve toplumları denetim altına almayı sağlayacak türden bir bilgidir. Dolayısıyla aklın fonksiyonu bilgiyi bu istikamette kullanmaktadır. Batılılar aklı müteâl değerlerden bağımsızlaştırdığı gibi, bilgiyi de kutsal olanın tesirinden bağımsızlaştırmışlardır. İslam’a ve Müslümanlara göre ne akıl, ne de bilgi bu değerlerden tecrid edilemez, edilmemesi gerekir. Tecrid edilmek bir yana, akıl da bilgi de müteâl olana hizmet etmek durumundadır. Akıl ve bilgi adına üretilmiş her şey tevhidi işaretlemelidir. İşaretlemiyorsa bu onların yaradılış amacına terstir, ters olduğu gibi kesrette boğularak şirke de düşmektedir. Bu da Kur’ân’a göre gayr‑i makul bir yoldur. Aklın ve bilginin yanlış kullanımı, amacına yabancılaştırılmasının elbette fikrî, itikadî, ferdî ve toplumsal sonuçları vardır. Bunların en temellisi toplumların nihayet derecede gayr‑i makul olan şirke düşmeleridir. Kur’ân yer yer bu yola düşmüş kadîm topluluklardan örnekler sunar. M. Fethullah Gülen Hocaefendinin yazısı bu misalleri Kur’ân’ın genel üslubu ve Risale‑i Nur’un perspektifi içinde ele almaktadır:

* “İslam düşünce sisteminin temel özelliği, onun diğer bilgi ve marifet kaynaklarından daha çok Kitap ve Sünnet me’hazli olduğudur (...) o, ne eski mirasa ne de yeni fantazilere hiç muhtaç olmadı..”[35]

* “Bizim düşünce sistemimizde; akıl, fikir, kalb, insan hissiyâtı ve bütün semereleriyle vahiy.. gibi hususların hemen hepsi fevkalâde önemlidirler ve bir vahidin farklı yüzleri gibidirler.”[36]

* “Bizim kültür sistemimizde, insan‑kâinat‑Allah münasebeti ‑ böyle bir sıralamada tâbi‑metbû müşterek mütalâa edilmiştir – en temel esaslardandır ve bütün zihnî, fikrî, amelî faaliyetlerimiz bu münasebete bağlı cereyan eder. Modern Avrupa mantığı ‑ ki bu, tamamen bir Yunan mirasdır ‑ bütün mülâhazalarını insan, eşya ve hâdiselere bağlar; dolayısıyla da, uluhiyet hakikatini ya hiç nazara almaz veya onu tâlî bir mevzû gibi mütalâa eder. Oysaki, bizim düşünce sistemimizde, insan‑kâinat bir meşher, bir kitap ve hâdiselerin diliyle bir beyan olarak, varlığı kendinden (Vacibü’l‑Vücûd) o yüce Zâtı anlatan, O’nun sanat eserlerini teşhir eden ve icraatını seslendiren bir dil, bir sergi ve bir enstrümandır. Yunan felsefesi ve onun çağdaş uzantısı sayılan modern Batı mantığında aktif aklın yanında âtıl bir uluhiyet telâkkisine karşılık, bizim kültürümüzde her zaman sanat‑Sanatkâr, eser‑Eser Sahibi ve Halık‑mahlûk münasebeti söz konusudur. Biz, kendi düşünce sistemimizde insan ve kâinatı birer vasıta gibi değerlendirerek, belli bir örfâne ufkuna kadar hep bu vasıtalarla, o Ulular Ulusu Sanatkara yönelir ve O’nu ararız; ötekiler ise, uluhiyet telâkkîsinin sadece pratikteki neticeleri üzerinde durur ve her şeyi tamamen eşya ve hâdiselere bağlar. Ayrıca bizim, aktif aklın yanında her şeyi Kitap‑Sünnet, Kitap‑Sünnet’in referansı çerçevesinde diğer kaynaklarla irtibatlandırmamıza mukabil, onlar, aklı ve müşâhedeyi bilimin biricik sebebi görerek, âdetâ ilmin ve mârifetin yollarını daraltmış sayılırlar.”[37]

d‑ Vahiy, Akıl ve Tecrübe

Daha önce de geçtiği gibi Gülen, batı düşüncesinde ve bilim metodolojisindeki aşırı pozitivist ve rasyonalist tutuma itiraz etmiştir.[38] Bu tek boyutlu bilim anlayışı orada, dinin ve metafizik alanın bir dönem neredeyse bilim hayatından tamamıyla dışlanmasını getirmiştir. Kısa zamanda bu süreç, bilimi kutsal karşısında bağımsızlaştırarak, ideolojik bir karaktere dönüştürmüştür. Haddizatında bu ideolojik tutum, bilimin kutsaldan bağımsızlaşmasının kaçınılmaz bir sonucuydu.

Müslüman entelektüellerin batı düşünce ve bilim tarihine getirdikleri eleştiri, genelde bu ideolojik tavra, özelde de batıda, “Vahiy” unsurunu bilinçli olarak göz ardı eden tutuma yönelik olmuştur. Yani onlar dikkatleri, batı biliminin bilinçli olarak göz ardı ettiği bu unsura çekmek istemişlerdir.· Müslüman düşünürler öteden beri ilmin kaynağını şu şekilde belirlemişlerdir;

Havâss‑ı selime (Duyu organları alanına giren şeyler)
Akıl
Vahiy (a‑ Haber‑i mütevatir. b‑ Haber‑i rasül.)
Batı düşüncesi ilk iki unsuru bilimin temeli saymış, vahyi ise· göz ardı ederek, bilim dışı alan olarak belirlemiştir. Bu tutum, batı düşünce ve bilim tarihinde pozitivizm ve rasyonalizm gibi iki köklü akımı ortaya çıkarmıştır. Pozitivizm ilkini, rasyonalizm ise, ikincisini bilginin yegane kaynağı addederek, diğer bütün beşeri tecrübeler reddedilmiştir. Buna göre, akıl ve duyu organlarımızla algılanamayacak hiçbir şey, bilgi ve tecrübe konusu olamaz. Geniş anlamda metafiziğin konusu olan her şeyi bilimsel ilgi alanı dışında bırakan bu iki anlayış, bilim ve düşünceden, toplum, iktisat, tarih ve evren tasavvuruna kadar hemen her alanda köklü tesir ve dönüşümlere sebep olmuştur. Bu pozitivist ve rasyonalist izleri ortaya çıkarmak belki konunun daha iyi vurgulanması ve Müslümanların neden özellikle vahiy esasında ısrarlı davrandıklarını anlamak açısından kolaylık sağlardı. Ancak biz burada bu bilim ve düşünce anlayışının detaylarına girmeyi gerekli görmedik. Bu konuya dolaylı olarak girmiş olduk. Müslüman düşünürler, doğru bir bilginin ancak bu üç yolla olabileceğini savunurlar. Tek başına hiçbir yol, doğru bilginin ve doğru metodolojinin kaynağı olamaz. Gülen de, İslam düşüncesinde klasikleşmiş bu kategoriyi aynen sıralar.[39] Ancak o, bunu açımlarken bir anlamda bu üç kategoriyi takviye edecek birtakım yan unsurlar üzerinde de durur. Bilginin kaynaklarının varlığı, onu elde etmeyi, geliştirmeyi ve sistemleştirmeyi sağlamak için tek başına yeterli değildir. Bu kaynaklar vasıtasıyla elde edilen bilgiyi sistemleştirmek ve pratik hayata intikal ettirebilmek için, ilim heyecanı ve aşkının toplumda yaygınlaştırılması da gerekir. Takip edilecek metod/metodoloji ve bu hususta ısrarlı olma da çok önemlidir. Avrupa’daki inkişafın temelinde, ilim heyecanının toplumsal tabanda yaygınlaşmasının da rolü vardır. Öyle ki, sadece üniversitelerde ve devletin tesis ettiği laboratuarlarda değil, herkes kendi evinde ilim adına bir hedefe ulaşmaya çalışıyordu. Böylece mesele, aristokrat sınıfın fantastik bir meşgalesi olmaktan çıkarılarak halka mal edilmişti. Gülen, üniversitenin konumunu tartışırken, bilim ve araştırma merkezlerinin önemine de değinir. Ona göre bir yerde yalnzca üniversite sayısının çok olması değil, ona muvazi bilim, laboratuar ve araştırma merkezlerinin bulunması da önemlidir. Aksi halde üniversiteler bilim ve düşünce yerine salt şablonculuk üretirler. Bizde maalesef uzun zamandır üniversite bilimden çok şablonculuk üretmiştir. Şablonculuk ise her yerde, ilim ahlâkını ve ilme karşı olan saygıyı öldürmüştür. Bu yüzden ilim ve bilimsel araştırma, toplumda herkes için bir gaye‑i hayal olmalıdır. Bu olmayınca toplumda egoizma yaygınlaşıyor. Her şeye egoist, bencil ve kendi dünyasından başka bir şeye ilgi duymayan insanlar hakim oluyor.[40]

İslam’ın ilmin ve bilginin kaynaklarına yönelik olarak getirdiği kategoride “vahye” verdiği değer, onu diğer kültürlerdeki yaklaşımlardan bariz biçimde ayırmaktadır. Bugün gerçi batıda da alternatif bilim yorumu çabaları mevcuttur. Hatta büyü, sihir ve transandantal telakki kaynaklarının insanlığa sunduğu beşeri ve toplumsal verilere müracaat etmeyi, çağdaş pozitivist ve materyalist bilim anlayışının neden olduğu toplumsal bunalımı    aşmada alternatif bir yöntem olarak savunan entelektüellerin sayısı az değildir batıda. Fakat buna rağmen, Peygamberlerin getirdiği “semavi vahiy” kaynağı ısrarla görmezden gelinmektedir. Gülen· kendi bilim anlayışı, kaynağı ve metodolojisi hakkında konuşma lüzumu hissettiği her yerde bu hususu dile getirmekte ve bilimsel faaliyetleri, vahiy kaynağına dikkate sevk etmektedir;

“Varlık ve hâdiseleri iyi okuyup isabetli yorumlayarak insan, kâinat ve ulûhiyet hakikati arasındaki dengeyi koruma, peygamberlerin en önemli derinliklerinden biridir ve en aşkın yanlarıdır. Evet varlığın bir "küll" hâlinde duyulup sezilmesi, eşyanın birbirinin modeli olarak umumî şekildeki tecellisi ve mevcudat çapındaki "evrensel" vahdet kanunlarının tam kavranması sadece enbiya‑ı izam'a müyesser olmuştur.. ve onların, hususiyle de Hazreti Ruh‑u Seyyidi'l‑Enâm'ın (aleyhi ekmelü't‑tehâyâ) en bâhir bir mucizesidir.

Günümüzde insanoğlu, onca ilmî inkişaf ve teknolojik gelişmelere rağmen, insan, kâinat ve maverâ‑i tabiatla (tabiat ötesi âlemlerle) alâkalı hakikatleri hâlâ heceleyedursun, peygamberler, o fevkalâde donanımları, Hak nezdindeki özel konumları ve sürekli ötelerden bilgilendirilmeleri sayesinde, kimisi icmâlen, kimisi de tafsîlen, hem de binlerce yıl önce bu konular üzerinde ciddî ciddî durmuş ve her şeyi Sahibine bağlama çerçevesinde, söylenmesi gerekli olanların hemen b4ününü ümmetlerine duyurmuşlardır.

Peygamberler, şimdilerde oldukça yaygın olan ilmî araştırma yolları ve tecrübî metodlarla bu hakikatlere ulaşmadılar; onlar, bu ilim ve mârifete insanoğlunun idrak ufkunu çok çok aşkın akıl, his, şuur ve idrak mükemmeliyetlerinin yanında, kalblerinin vüs'ati ve Allah'la özel münasebetleri sayesinde ulaştılar; ulaştı ve bütün varlığın kâhir bir kudretin tasarrufunda bulunduğunu gördü.. her yerde ve her şeyde hâkim bir ilim ve iradenin vahdetini temâşâ etti.. her nesne ve her hâdisenin çehresinde Hazreti Vâhid u Ehad'i haykıran şahid, emare ve işaretleri okuyup yorumladı; sonra da duyguda,      düşüncede, inançta birer tevhid dellâlı olduklarını ortaya koydular. Onların, yüzlerce‑binlerce yıl önce haber verdikleri insan‑kâinat‑ulûhiyet hakikati ile alâkalı konularda bilimin, henüz kayda değer bir tespitte bulunmuş olduğunu söylemek oldukça zordur. Şöyle ki bilim, pek çok mevzuda hâlâ bir emekleme yaşamakta ve bugün doğru dediklerini yarın tashihe tâbi tutmakta, muhakkak yanılmalarını yine muhtemel yanlışlarla düzeltmeye çalışmakta, dahası sürekli kendi kendini sorgulamakta, nisbî doğrularını değişik faraziyelerle sıyanet etmekte ve bir türlü cüz'iyatı tahlil sınırları dışına çıkamamaktadır. Diyebiliriz ki bugüne kadar o, yukarıdaki konularla alâkalı değiştirme mecburiyetini duymadığı tek bir hüküm ortaya koyamamış ve hiçbir zaman mutlak hakikati ifadeye muvaffak olamamıştır. Onun bulup tespit ettiği şeyler yoldakilere sırf bir zâd u zahîre ve araştırmacılara da birer avans türünden şeylerdir.

Şunu da hemen arz etmeliyim ki, bunları ifadeden maksadımız, ne bilimi ve onun ürünlerini hafife alma, ne de ilmî araştırmaların kayda değer bir şey olmadığını vurgulamadır. Aksine, bize göre bilim de, onun ürünleri de çok önemli ve saygı duyulması gerekli olan bir değerler mecmuasıdır; dolayısıyla da, mutlaka takdirle karşılanmalıdır. Bizim maksadımız, insan, varlık ve yaratılış hakikatini ifadede en doğru, en mükemmel, en muhît ve yanıltmayan, ama günümüzde hep göz ardı edilen önemli bir bilgi kaynağını hatırlatmaya mâtuftur. İşte bu kaynak, geçmişte tahrife uğramış bazı kitaplar müstesna, her zaman taze kalabilmiş nübüvvet kaynağıdır. [41]

Gülen klasik literatürde “haber‑i rasül” olarak yer alan bu kaynağı ısrarla dile getirirken, esasında, Peygamberlerin getirdiklerinin “değişmez hakikatler” olduğu gerçeğini vurgulamak istemektedir. Burada o, doğrudan Peygamberlerin getirdiklerinin bilimsel karakteri üzerinde herhangi bir mütalaada bulunmaz. Vahyin, ne türden bir bilgi içerdiği hususu farklı bir        konudur. Bilimsel bilgi ve teknolojinin getirdikleri ile vahyî bilginin karakteri arasında nasıl bir benzerlik ya da ayrışma olduğu konusu, başka bir tartışma alanını ilgilendirir. Gülen burada bundan ziyade, semavî vahyin insanlığa getirdiği hakikatlerin asırlar geçmesine rağmen nasıl hâlâ değişmeden dimdik ayakta kalabildiğine dikkat çekmektedir. Her çeşit bilgi ve bilim teorisi eskime ve yıkılmaya maruz kaldı. En sağlam ve tutarlı addedilen teoriler bile kırk defa revizyona tâbi tutuldu. Ama Peygamberlerin getirdiği hakikatler, hâlâ ter‑u taze vâridatlar olarak insanlığın müracaat ettiği bir bilgi kaynağı olmaya devam etmektedir;

“Evet, bugün modern bilimlerin ortaya koyduğu nice gerçekler var ki, çok önceleri, icmâlî birer fezleke hâlinde de olsa, peygamberler, bunların hemen hepsini vahye açık o engin ledünniyâtlarına ve müstesna fetânet derinliklerine dayanarak küllî "bütüncül" bir nazarla, değişik şekillerde ortaya koymuşlardı. Günümüzün, modern laboratuvarlar ve çok ileri teknolojilerle çalışan araştırma merkezleri, onların ortaya koydukları gerçeklerin neresinde bulunurlarsa bulunsunlar, hâlâ bugün milyonlarca insan her şeyi onların mesaj ve yorumları çerçevesinde değerlendiriyor; hususiyle de insan‑kâinat‑Allah konusunda bilâkayd u şart onları takip ediyor ve onların arkasından gidiyor. Buna mukabil, bilim ve felsefe adına ortaya atılan en yeni faraziyeler ise, her gün farklı bir kısım nazariyelerle yer değiştiriyor; yani şimdilerin ilim adamları dünkü meslektaşlarını sorguluyor ve tabiî bu arada yıkılmaz ve sarsılmaz gibi görülen pek çok hipotez yerlerini bir bir daha farklı görüşlere bırakıyor ve bilim adına başlarda gezen en sağlam tespitler birer birer geldikleri gibi birer birer de yıkılıp gidiyorlar. Nebilerin getirdikleri gerçekler ise ‑bir kısım dar idrakli müntesiplerin talihsiz yorumları müstesna‑ her zaman müracaat edilegelen sabit esaslar olarak dünkü kıymetlerini şimdilerde dahi devam ettiriyorlar; devam ettiriyorlar çünkü, onların ortaya koydukları esaslar bütünüyle varlığı bir meşher gibi     tanzim eden, bir kitap gibi yazan, bir saray gibi düzenleyen Yüceler Yücesi bir Zat'ın mesajlarına dayanıyor. Bu sebepledir ki, insan, varlık ve Yaratıcı hakkında bilgilendirme vazifesi, söz söyleme salâhiyeti, özel donanımlı ve Kudreti Sonsuz'la hususî münasebetleri bulunan bu zatlara bırakılmalı ve varlığın perde önü, perde arkası mânâ ve mahiyetiyle alâkalı açıklamaları da sadece onlar yapmalıdırlar.

Hiç şüphesiz bu zatların en önemli vazifelerinden biri de, kâinat ve hâdiselerle, insan hayatı ve onun davranışları arasındaki münasebeti, ahengi ve bu ahengin bağlı bulunduğu biricik kuvvet kaynağı Zat'ı ve insanların o Zat'a karşı sorumluluklarını tayin ve tespit edip ortaya koymaktır. Evet, bütün varlığın, hususiyle de insanoğlunun nereden gelip nereye gittiğini/gideceğlini, neden geldiğini, neden gittiğini en doğru şekilde ve inandırıcı bir üslupla sadece onlar ifade edebilmişlerdir.

Bu itibarladır ki bizler, dünyaya gönderilişimizdeki gâye ve hikmeti, yürüdüğümüz yolda uymamız gerekli olan yol kurallarını ve bu yolculuğun sonuyla alâkalı en sağlam bilgileri sadece ve sadece Hak Elçileri'nin sundukları mesajlarda arama mecburiyetindeyiz. Bunu yapabildiğimiz takdirde, o genişlerden geniş kâinat dairesinin işleyişini, varlığın perde arkası ve muhtevâsını, yeryüzündeki bu baş döndürücü gelip gitmelerin gâye ve hedefini tam kavrayabilir, duyguda, düşüncede huzur, esenlik ve selâmete ermiş oluruz.[42]


--------------------------------------------------------------------------------

[1]  Yeni Bir Bakış Açısıyla İlim ve Din, Nil yayınları, s. 10.
[2]  Aynı yer.
[3]  Aynı yer.
[4]  I. Korintoslulara  8/1.
[5]  Luka 19/47.
[6]  Aynı yer.
[7]  Bkz.: Yasin sûresi, 36/38.
[8]  Fatır sûresi, 35/43.
[9]  Bakara sûresi 2/170.
[10]  Bkz.: Aynı yer.
[11]  Bilimsel Devrim, s. 82.
[12]  M. F. Gülen, Günler Baharı Soluklarken, s. 17.
[13]  Aynı yer.
[14]  Aynı yer., s. 18-19.
[15]  a.g.e., s. 98-99.
[16]  a.g.e., s. 69; Yeşeren Düşünceler, s. 172.
[17]  Bkz.: Thilly Frank, Felsefenin Öyküsü, s. 236-245.
[18]  M. F. Gülen, Günler Baharı Soluklarken, s. 67-70.
[19]  a.g.e., s. 71-72.
[20]  M. F. Gülen, Kendi Dünyamıza Doğru, s. 67; Günler Baharı Soluklarken, s. 70, 83.
[21]  Bkz.: M. F. Gülen, Kendi Dünyamıza Doğru, s. 93, 130, 194; Ruhumuzun Heykelini Dikerken, s. 32; Gurbet Ufukları, s. 157; Örnekleri Kendinden Bir Hareket, s. 50; “Kur’an-ı Kerim ve İlmî Hakikatler”, Yeni Ümit, sayı, 16, 17.
[22]  M. F. Gülen, Yeşeren Düşünceler, s. 105, 179-181. Ayrıca bkz.: Ruhumuzun Heykelini Dikerken, s. 114; Beyan, s. 88, 105; Zamanın Altın Dilimi, s. 19; Işık Karanlık Devr-i Daimi, Sızıntı, Kasım 2003.
[23]  M. F. Gülen, Işığın Göründüğü Ufuk, s. 10.
[24]  Aynı yer.
[25]  M. F. Gülen, Işığın Göründüğü Ufuk, s. 10.
[26]  Aynı yer.
[27]  Bkz.: M. F. Gülen, Işığın Göründüğü Ufuk, s. 12.
[28]  Bkz.: M. F. Gülen, Çağ ve Nesil, s. 115-118; Günler Baharı Soluklarken, s. 70, 84, 90; Işığın Göründüğü Ufuk, s. 102-107.
[29]  Bkz.: M. F. Gülen, Yeşeren Düşünceler, s. 172-188; Işığın Göründüğü Ufuk, s. 16-20, 57, 65-70; Ruhumuzun Heykelini Dikerken, s. 36, 97; Kendi Dünyamıza Doğru, s. 19-25, 66; Beyan, 127; Sohbet-i Canan, s. 66; Hakikat Aşkı, Sızıntı, Mayıs-2004; İlim ve Araştırma Aşkı, Sızıntı, Haziran-2004.
[30]  M. F. Gülen, Kendi Dünyamıza Doğru, s. 73-85.
[31]  “Kur'an pek çok ayat-u beyyinatıyla bize bu yolu salıklar ve makuliyeti, düşüncenin sonsuza bağlanması şeklinde yorumlar.” M. F. Gülen, a.g. makale.
[32]  M. F. Gülen, a.g. makale.
[33]  A. g. makale.
[34]  Ayrıca bkz.: M. F. Gülen, Kendi Dünyamıza Doğru, 130, 142; Sohbet-i Canan, s. 192.
[35]  M. F. Gülen, Kendi Dünyamıza Doğru, s. 118.
[36]  M. F. Gülen, Kendi Dünyamıza Doğru, s. 114.
[37]  M. F. Gülen, Kendi Dünyamıza Doğru, s. 86.
[38]  Bkz.: M. F. Gülen, Prizma, 2/66.
[39]  M. F. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2/19;  Prizma, 2/66.
[40]  Bkz.: M. F. Gülen, Fasıldan Fasıla, 3/194.
[41]  M. F. Gülen, Kendi Dünyamıza Doğru, s. 142 vd.
[42]  Aynı yer.


Geleneğin Modern Çağa Tanıklığı, Yeniakademi Yayınları

 

Add comment


Security code


Refresh

back to top
  • EN SON EKLENENLER
  • EN ÇOK OKUNANLAR
  • SON YORUMLAR

HAKİKAT DAMLALARI

Hakikat Damlaları Her ferdin heyet-i içtimaiyedeki tasarruf alanına göre mesuliyeti vardır. Hakikat Damlaları

M. Fethullah Gülen

ARAMA

SIZINTILAR...

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu