Genç Adam Analiz

Tarihçi Mustafa Armağan Bey ile Röportajımız

Tarihçi olmayı ne zaman düşündünüz?

Hiçbir zaman! İlk yazımın yayınlandığı 1978’den bu yana tam 29 yıl geçmiş. Sürekli sorgulayan bir yazar olmak istemişimdir. Bunu daha önce bilim felsefesi, modernleşme, gelenek, edebiyat ve kültür alanlarında yapardım, bugün tarih denizinde yüzüyorum.
Yarın hangi alanda olacağımı bilmiyorum. Belki de romancılıkta karar kılarım, kim bilir!

Kendime hiçbir zaman tarihçi demedim, denilmesini de istemedim. Çünkü dikkatli okurun bildiği gibi yaptığım farklı bir şey. ‘Tarihle birlikte düşünme’ye çalışıyorum. Tarihçinin derdi tarihi anlamaktır, benimkisi ise tarihi bir düşünce malzemesi olarak kullanıp onun üzerinden sorgulamalarda bulunmak.



Ancak doğrusunu söylemem gerekirse tarih alanının, hele hele Osmanlı tarihi alanının bu denli boş
olduğunu bilmezdim ‘bu derde düşmeden önce’.

Bir yerde okurun beklentisiyle benim tarihi okuma tarzım rastlaştı, buluştu ve önceden tahmin edemeyeceğim kadar neşeli bir alışveriş başladı aramızda. Bazen onlar önüme bir yol açıyorlar.
Bazen ben onlara kılavuz oluyorum.  Velhasıl, bir keşif yolculuğu bizimkisi.

Tarih bilincinin bize faydası ne olacak?

Burada ‘fayda’ kelimesini menfaat manasında mı kullanıyoruz, yoksa istifade etme veya feyizlenme manasında mı? Tarih pratik hayatta ne işimize yarayacak? diye soruyorsanız ona şu cevabı veririm:

İnsanın deneyim ufkunu genişletir geçmişi bilmek. Geçmiş bir laboratuvar gibidir. Ve aslında en gerçek tecrübeler geçmişte yatar. Biz bugün ve yarın ne olacağını bilemeyiz ama geçmişteki olaylar olmuş bitmiş ve olan bitenlerin hangi noktalardan kalkılarak hangi noktalara vardırıldığı, yani sebep-sonuç bağlantısı büyük ölçüde bilinmektedir. Oysa biz tersine bugünü, şimdiyi mutlak veri olarak alıyoruz ki, bu açık bir yanılgıdır. Bugün, halihazır dediğimiz şeyin içinde, zannettiğimiz kadar özgür değilizdir. Bugüne ayna tutmak ve onun kısıtlılıklarını anlayabilmek için geçmişten yararlanmak: tarihin bize sağlayabileceği en büyük pratik fayda budur. Zaman dilimlerini birbirine ayna tutacak şekilde kullanma stratejisi, bizim zaman karşısındaki özgürlüğümüzü artıracaktır muhakkak ki.


Özetlersek, geçmişi bugüne, bugünü de geçmişe ayna tutan, her ikisinden devşirdiklerimizi de geleceğe yönelten dinamik bir zaman kavrayışına ulaşmak için ilk motor sesi, tarih okumalarından gelmelidir.

Osmanlı hakkında bir vakte kadar sürekli karalama suretinde bir tarih eğitiminden geçtik. Ama son 15-20 seneden bu yana da buna bir tepki hareketi olarak aşırı ve gereksiz ve kısmen de yanlış bir övgü içine girdik... Acaba bu konudaki denge nasıl olmalıdır? Ne zaman tarihi kendi esasları ile kritiğe tabi tutmasını öğreneceğiz?


‘Sürekli karalama’ denilebilir mi? Emin değilim o kadar. Çünkü Fatih’e, Yavuz’a, Kanuni’ye sıra geldiğinde tarih kitaplarımızın onları nasıl büyük Biz’in gurur duyulacak sayfaları arasına kattıklarını görmezden gelemeyiz. Yani okul kitaplarımız toplumdaki ana tarih algısından o kadar da uzakta durmuyor bana göre. O algıdan besleniyor ve dönüp o algıyı beslemeye soyunuyor. Mesele bu bence.
Kemalist olsun, İslamcı olsun, solcu olsun, şu bu olsun, aydınlarımız neredeyse ağız birliği etmişçesine Osmanlı tarihinin parlak dönemlerini başlangıçtan Kanuni devrine kadar getirip orada bitirirler. Mesela 1934’de liseler için yazılan bir tarih kitabında (Hamit ve Muhsin, Türkiye Tarihi, İstanbul 1930, Maarif Vekaleti Yayınları, s. 139 ve 172) şu ifadelere rastlıyorsunuz:


Mamafih devletin idaresini teşkil eden bu unsurlar, hükümdar, devlet ricali, ordu ilk zamanlardaki vasıf ve seciyeleri ile teşkilâtını muhafaza ettiği müddetçe istilâ ve fütuhat için mükemmel bir makine halinde işliyordu. Halbuki bunlar Süleymanı Kanuni devrinden itibaren gittikçe bozulmağa, tereddiye başlamışlardı… Artık fütuhat nasıl durmuş ise idare de öylece aksamağa başlamıştır. Bundan sonra saltanat makamından başlıyarak yeniçeri neferliğine varıncaya kadar her mevkie ve her yere kıymetçe dun eşhas [düşük değerde kişiler]  geliyor, devlet idaresi her gün biraz daha intizamından kaybeyliyordu.

Şimdi bu ifadeleri, bizden bir kalemin yazdıklarıyla kıyaslayalım. Ünlü bir tarihî romancımız (artık ismini de siz bulun) birkaç yıl önce kendisiyle yapılan bir röportajda bakın neler demiş:

Biz bugün bozulmaya başlamadık ki, 400 seneden beri bozulageliyoruz… Pek çok Türk ve yabancı tarihci Osmanlı’nın bozulmasını Kanuni Sultan Süleyman’a kadar götürüyor. Ruhsal bozulma olmazsa hiçbir kurumda bozulma olmaz. Yani önce ruhumuz kirlendi. Tabii, kurumlar da kirlendi…. Osmanlı, rehavet içinde uyumaya çekildi. Uyandığında şartlar değişmiş, Avrupa başını alıp gitmişti. Paniğe kapıldı. Paniğin arkasından “yenilmişlik kaygısı” ile “aşağılık duygusu” geldi.


Bir fark görebiliyor musunuz? Ben göremiyorum da!
Aslında bizde tarih eğitimi değil de tarih öğretimi gayet selektif; yani seçici ve pragmatik bir temelde işliyor. Pedagojik olarak bazı olayları seçerek öne çıkarmakta, bazılarını da geri plana itmekte belki haklılar ama işe ideoloji karıştığı an arap saçına dönüyor tarih.
Açalım biraz.


Kanuni’ye kadarki dönemi ‘bizim’ tarihimiz, ondan sonraki dönemi ise ‘ötekilerin’ tarihi olarak kurgulayan bu sakat anlayış ne kadar bilimsel, ne kadar tutarlı, hatta ne kadar iddia ettiklerinin tersine ‘millî” olabilir? Burada düpedüz zamanın belli bir noktasından itibaren kendisini tarihin akışı dışına çıkaran ve aktör koltuğuna Avrupalı özneyi oturtan sömürgeci bir ikili (binary) mantık devrededir ve kabul edelim ki, resmisi olsun, özeli olsun tarih anlayışımızın temeli bu mantığın etkisiyle haraptır. Bu mantık, dünyayı ikiye ayırır. Kendinin iyi ve kötü yönleri ile Batı’nın iyi ve kötü yönleri vardır ve saf saf iyilikleri alıp kötülükleri bırakabileceğini sanır. Oysa Sir Bernard Shaw’un, kendisine bu zekasıyla ne muhteşem bir çift olabilecekleri iltifatını yollayan güzel sarışına söylediği gibi, ‘Peki ya tersi olursa?’ Yani Batı’nın kötü yanlarıyla kendisinin kötü yanları birleşirse ne olacaktır? Bunun bir garantisi var mıdır? Yoktur. Olmadığı için de zaten bu ikili mantık kendi içinde çöküyor zaman zaman.


Tarih alanında da bu ikili mantığın işlediğini görüyoruz. ‘Osmanlı’nın iyi ve güçlü olduğu zamanları al, sonra yükselişe geçen Avrupa’nın bilim ve teknolojisini al, diğerlerini bırak’ şeklinde özetlenebilecek aşırı derecede seçmeci bir tarih anlayışının kurbanıyız hepimiz. Bundan kurtulamadıkça da Osmanlı tarihinin özgürleşebilmesi mümkün değildir. Tarih özgürleşemeyince bizim özgürleşebileceğimizi sanıyorsanız aldanıyorsunuz.
Bu durumda bir yandan ‘bize öğretilen tarihi’ eleştirel bir gözle yeniden okumaya girişirken, öbür yandan da tarihin kendisini yeni bir gözle incelemeye, taramaya, didiklemeye girişmeliyiz.
Şöyle özetleyeyim söylediklerimi:


Siz Kanuni’nin ölümünden 150 yıl sonra üç büyük devlete karşı savaşabilen ve sonunda Belgrad Antlaşmasıyla Karlofça’nın kayıplarını kısmen de olsa telafi edebilen bir devlete ve onun toplumuna, uyuyan bir devlet ve uyuşmuş toplum gözüyle bakıyorsanız, 1703’de sivil bir ayaklanmayla II. Mustafa’yı tahttan indiren onbinlerin muazzam yürüyüşünü görmezden geliyorsanız, Çanakkale’de Mohaç’ın ruhunu yaşatan iksirin Kazasker Mustafa İzzet Efendi gibi bir evrensel dehanın eserlerine serpiştirilmiş olduğunu bilmiyorsanız, Yunus’un dediği gibi ‘ya nice okumaktır’?
Sahi bilen, tanıyan var mıdır Kazasker Mustafa İzzet Efendi’yi? Neden bilmeyiz? Çünkü onun gibi dehaları yetiştiren bir 19. yüzyıl bizim için gerileme ve bozulma dönemidir de ondan. ‘O bozulma asrında adam mı yetişir ki?’ saplantısı yüzünden tarihin yüzüne perde çekiyoruz. Kaybeden kim oluyor? Onlar mı, yoksa biz mi? Sanki biz o bozulmuş dediğimiz dönemden daha ilerideyiz de, halimize bakmayıp dudak büküyoruz üstelik.


İnsanlar yaşadıkları çağı gözlerinde biraz fazla büyütürler. Önemli olan diğer çağların bize nasıl baktıkları değil midir? Çağımız, çağlar terazisinde tartıldığında kaç gram gelecek acaba? Her biri kendi alanlarında rakipsiz olan Dede Efendi’yi, Kazasker Mustafa İzzet Efendi’yi, Cevdet Paşa’yı yetiştirmiş bir medeniyet geriyse biz niceyiz, bir düşünelim, olmaz mı?

Prehistorik devirlerle alakalı Batı menşeli tarih kitaplarının güvenilirliği ve geçerliliği ne kadardır?

Sözünü ettiğiniz devirle ilgili bilgiler büyük ölçüde nadir olan bulgular üzerindeki cesur spekülasyonlara dayanır. Yani bilim adamları bulgular ile olgular (vakıalar) arasındaki  boşluğu doldurmak için hayal güçlerini devreye sokmak zorundadırlar. Böyle olunca da kendi kültürel birikimleri neyse onunla dolduracaklardır boşlukları. Tarihöncesini inceleyen bilimler modern anlamda ilk olarak Avrupa’da ortaya çıktığı için bilim adamlarının birikimleri de Avrupa kültürünün çeperleriyle sınırlı olacaktı ister istemez.
(Sanki sosyoloji, psikiyatri ve diğer sosyal bilimler de aynı hastalıktan muzdarip değil mi?)

İlkçağ, Ortaçağ, Yeniçağ, Yakınçağ gibi iri kıyım çağ tasnifleri de tamamen itibarî, yani göreceli (relative) temellere yaslanır. İki açıdan: Hem 18. ve 19. yüzyıllar merkeze alınarak kurgulanmışlardır; böylece mihver aldıkları sınırlı bir zaman diliminin içinden konuştukları halde bütün çağlar için geçerli, evrensel olduğunu iddia ettikleri bir insanlığın gelişim taslağını ortaya koydukları için, hem de Avrupa’yı beşerî coğrafyanın merkezî kıtası kabul ettikleri için. Böylece geçmişten bugüne uzanan ‘zaman oku’nun konakları içerisinden Aydınlanma çağı Avrupası seçilip model olarak alınıyor ve medeniyetin özünün bu olduğu varsayımından yola çıkılarak diğerleri onun terazisine vuruluyor, hem de coğrafya olarak dünyanın çok ufak bir kısmını (% 2’sini) işgal ettiği halde dünyanın ve medeniyetin merkezi olarak kurgulanıyor.

Sadece o yıllara ait değil, hemen bütün modern tarih şablonları da şimdi sorgu odasına alınmıştır. Kimler tarafından? İtiraf edelim ki, yine Batılı aydınlar ve akademisyenler tarafından…
Hatta şimdilerde Çinli, Amerikalı ve Avrupalı akademisyenler arasında ilginç bir ‘savaş’ (mübareze diyeceğim ama yeni nesiller anlamaz korkusuyla diyemiyorum) başladığını söyleyebilirim.

Çinliler Amerika’yı 1421’de Çinli (üstelik Müslüman!) bir komutanın keşfettiği tezini resmen destekliyorlar. Neden? Çünkü artık onlar yükselişteler ve kendilerine ait bir yükseliş historiografisi üretmek zorundalar. Öbür taraftan bu ay History Now dergisinde gördüğüm bir makale beni daha da şaşırttı. Amerikalı akademisyenlere göre aslında tam da Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfettiği yıllarda Amerikalı Kızılderililer de misilleme yaparak Avrupa’yı keşfetmişlerdi!

Avrupa’da ise Kolomb’un aslında İsrail’i kurmak ve Doğuda yaşadığı dilden dile dolaşan güçlü bir Hıristiyan Kralı (Prester John diyorlardı onun adına) keşfetmek üzere yolculuğa çıktığını yazıyorlar. Asıl amacı ise bu Hıristiyan Kralı bulduktan sonra aralarına girip temaslarını önleyen Saracenleri, yani Sarıklı Müslümanları bin sandviç harekâtıyla ezip yok etmekti!

Tarihi masum bir malumat küpü zannedenlere duyurulur!

Ütopyanızdaki milletimizin (veya insanımızın) tarih konusundaki hassasiyeti ve asgari bilgi düzeyi nedir?
Tarihe karşı belli bir hassasiyet ve saygı var da bilgiden yana aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Tarihi çok seviyoruz, bol bol konuşuyoruz, tartışıyoruz ama Maalesef bilgilerimiz genellikle ya kulaktan dolma şeyler yahut iyice delillendirilmiş olmayan zayıf iddialar.

Mizancı Murad veya Ahmed Refik’ten beri aynı şeyleri tekrarlamaktan bıkmadı mı bu Türkiye’nin aydınlık çocukları? Bunca okul, bunca mezun, bunca Aydınlanma nutukları ve onca dil öğrenen genç ama sonuç yine aynı: Klişelerin savaş baltaları halinde başımızın üstünden uçuştuğu hal devam ediyor. Tabii bir de bilgiler üzerinde yeterince düşünmüyoruz. Birisi yorumluyor ve biz onu tekrar ediyoruz. Adam hala kalkmış ‘Osmanlılar basılı kitaba düşmandı, Venedik’te basılıp limanlarına kadar gelen kitapları denize döktü’ diye yazabiliyor. Evet, var böyle bir olay ama insan hiç sorgulamaz mı neydi bu kitaplar diye?

Biliyoruz ki, bunlar Kur’an idi ve hatalı basılmıştı. Uyanık Venedikli matbaacılar İstanbul’a kadar getirmeyi başarmışlardı kitapları ama inceleyen ulema feci hataları görünce dağıtımını yasakladı kitapların. Ve imhasına karar verdi. En iyisi denize dökmekti. Şimdi bu olayın matbaa düşmanlığıyla ne alakası var? Ne yapsalardı yani? Hatalı da olsa Kur’an’ların dağıtımına ‘sevaptır’ diye izin mi verselerdi? Peki bugün böyle hatalı Kuran’lar elimize geçse ne yapardık? Ben Mushaf Kurulu’nun izinsiz ve hatalı Kur’an’ları yakarak imha ettiğini biliyorum.

Demek istediğim, söylentiler ve hazır yorumları yutarak konuşmaya bayılıyoruz. Ah biraz da düşünmeyi öğretsek tarihe, iyi olacak. Zaten onun için yapmakta olduğum işi ‘tarihle birlikte düşünmek’ olarak tarif ediyorum ya…

 

Add comment


Security code


Refresh

back to top

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu