Fethullah Gülen ve Ehl-i Kitap

Kur'an-ı Kerim'de 24 defa geçen "Ehl-i Kitap" ifadesiyle özellikle Hıristiyan ve Yahudiler kast edilir. Kur'an-ı Kerim'deki bu ifadelerin siyak sibakı değişiklik arz etmektedir. Bazı ayetler Ehl-i Kitabı salih amelleri ve ahirete iman etmeleri sebebiyle överken (3/113), bazıları ise Ehl-i Kitabı Allah'ın yolundan ayrıl­maları sebebiyle it'ab etmektedir (3/99).

Bu tür ayetlerin bazıları Ehl-i Kitabı Müslümanlar ile aralarında müşterek bir sözde karar kılmaya davet eder (3/64). Diğer bazı ayetler ise Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasındaki yakınlığa dikkat çeker (5/82). Müslümanlar ile Ehl-i Kitap yani Hıristiyan ve Yahudiler arasındaki ilişkiler Müslümanlar arasında asırlarca tartışma konusu olmuştur. İslam'ın Ehl-i Kitapla birlikteliğe yönelik yaklaşımı doğrudan Kur'an-ı Kerim'deki şu meşhur ayete dayandırılmaktadır:

"De ki: "Ey Ehl-i kitap! Bizimle sizin aramızda birleşeceğimiz, müşterek ve âdil şu sözde karar kılalım: "Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim. O'na hiçbir şeyi şerik koşmayalım, kimimiz kimimizi Allah'ın yanında rab edinmesin." Eğer bu dâveti reddederlerse: "Bizim, Allah'ın emirlerine itaat eden müminler olduğumuza şahid olun." deyin. (3/64)

Hicretin dokuzuncu yılında (629) vahy edilen bu ayet, Hz. Peygamber zamanındaki en büyük birlik çağrılarından biridir. İslam hukuku kitaplarının belirli bölümleri İslam'da Ehl-i Kitabın kanuni statüsünü açıklamaya ayrılmıştır. Osmanlı Devleti gayrimüslim tebaaya, özellikle Ehl-i Kitaba karşı anlayış ve hoşgörünün enfes bir örneğini sergilemiştir. Günümüz dünyasında bu mesele daha fazla önem kazanmıştır, zira dinler arası diyalog ve hoşgörüye muazzam bir ihtiyaç vardır. Biz bu makalede Çağdaş Türk din ve fikir adamlarından biri olan Fethullah Gülen'in fikirleri üzerinde durmayı amaçladık. Modern dünyada Müslüman-Hıristiyan diyalogu söz konusu olduğunda, kendisinin fikirleri çok büyük önem arz etmektedir.

1980'li yılların başlarından beri dinler arası anlayışın öncülerinden olarak bilinen Gülen, İslamın dinler arası diyaloga yaklaşımının temelini ortaya koymuştur.[1]

Bu başarının tam önemini takdir edebilmek için, Gülen'in konuya bakış açısını iyi anlamak gerekmektedir. Dolayısıyla bu makalede önce bu mühim İslam düşünürü batılı okuyuculara tanıtılacak, daha sonra da kendisinin modern çağda günümüzün başlıca dinlerinin yüzleşmesi konusundaki fikirleri ortaya konulacak, özellikle de Müslüman-Hıristiyan diyaloğu üzerinde durulacaktır.

Düşünen Bir Vaiz
1960'lar ve 1970'lerde Edirne, İzmir ve İstanbul'daki Cuma vaazlarını dinleyemeye gelenlerin sayısı giderek artıyordu. Genç bir gezici vaiz İslam'ın geleneksel değerlerini, dinleyicilerin bir­çoğunun devam etmekte olduğu üniversitelerde verilen bilim ve kültür eğitiminin öneminin bilincinde olan bir söylemle anlatıyordu. Gülen'in kendisi geleneksel medrese eğitiminden geçmişti. 11 Kasım 1938 Erzurum doğumluydu. Latif Erdoğan'ın onun biyografisini yazdığı "Küçük Dünyam" kitabında belirttiği gibi, daha gençliğinde yeni Türk kimliğini benimsemiş olmakla beraber, Hazret-i Peygamberin ashabının hayat tarzını modern hayata tatbik etmenin yollarını arıyordu.[2]

Onun bu çizgisinde Erzurum'da tasavvufi çevrelerle yakın irtibatta olan babasının yanı sıra, yirminci yüzyılda giderek artan bir ilgiye mazhar olan Bediüzzaman Said Nursi'nin talebelerinin dindarlık anlayışı ve dualarının da rolü büyüktür. Aslında yirmili yaşlarının başlarında Gülen, Said Nursi'nin eserlerini okumaya başlamıştı ve bu tecrübe onun kendi düşüncelerini geliştirmesinde küçümsenemeyecek bir yere sahiptir.

İlk Kur'an hocası annesi Rafia Hanım olup, mahalli ilkokula devam etmenin yanı sıra, Kadiri tarikatına mensup Muhammed Lütfi Efendi'den ders almıştır. Bu zatın biyografisi hakkında fazla bilgi sahibi olmamamıza rağmen Gülen için ilham kaynağı olduğu aşikârdır. Onda tüm hayatını İslami değerleri yaşamaya adama fikrini uyandıran Muhammed Lütfi Efendi olup, hâlâ kuvvetli bir hafız olan Gülen, Kur'an-ı Kerim'i onun hocalığında hıfz etmiştir. Nakşibendi tarikatıyla birçok kanaldan irtibatı bulunan babası Ramiz Efendi'nin de Gülen'in üzerinde büyük etkisi vardır. Onun ilk Arapça hocası olan babası, oğlunun klasik İslam düşünürlerinin dünyasının daha derinine inmesine vesile olmuştur. Hasan Basri, Haris el-Muhasibi, İmam-ı Gazali ve Mevlana Celaleddin-i Rumi gibi eski İslam büyüklerinin fikirlerine ek olarak Ahmed Faruki Sırhindi ile Şah Veliyullah Dıhlevi gibi çağımıza daha yakın Hintli yazarlar ile Victor Hugo, William Shakespeare ve Honore de Balzac gibi yazarları da okumuştur.

Gülen için Ahmed Sihrindi'nin yazdıkları önemliydi, zira bu yazar İslâmı Hz. Peygamberin hakiki ruhuyla yaşama hususunu vurguluyordu. Sirhindi, Nakşibendi geleneğinden geliyordu. Mektuplarının ve diğer yazdıklarının çoğu eski Nakşibendi hocaların daha ezoterik metotlarından ziyade, bu geleneğin manevi öğretisinin Peygamber yoluna sebatla bağlılığa önem vermekle yenilenmesine yönelik idi.[3] Hatta Gülen uzun süre boyunca bu kıymetli alimlerin kitaplarını, mesela Sirhindi'nin başyapıtı Mektubat'ı kendi öğrencilerine okuttu. Sirhindi tasavvuf gelene­ğini terk etmek yerine, onu yaşadığı zamana göre yenileme yoluna gitmişti. Bu fikir Gülen'in ilgisini çekmişti. Sihrindi'nin öğretilerini birebir takip etmiyorlardı, zira asıl ilham aldıkları yönü onun Hz. Peygamberin sünnetini ihya etme hususunu her nevi terakkide esas kabul etmesiydi.

Bu bağlamda, Sirhindi'nin eserlerinde incelediği başka bir konu da kardeşlik (hıllet) düsturuydu. Yohanan Fri­edmann bu kavramın Sihrindi için esas teşkil ettiğini açıklıyordu. Friedmann'a göre Sihrindi her bir müminin diğerine Hz. İbrahim'in Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem arasındaki gibi bir manevi bağla ve tasavvuftaki "hıllet" düsturuyla bağlı olması gerektiğini düşünüyordu. Daha sonra Friedmann şöyle devam ediyordu: "Aşkın en yüksek tezahürü olan bu dostluk dünyasının yaratılmasına ve varlığının devam etmesine vesile olan temel etkendir. Esasen bu Halilullah ünvanı Hz. İbrahim'e aitti. Hz. İbrahim bu yüce makama ulaşınca herkese imam olmuştu. Hz. Muhammed'e de (sallallahu aleyhi ve sellem) onun yoluna tâbi olması emredilmişti."[4] Aşağıda bahsedileceği üzere bu düşünce zamanla, Hz. İbrahim'in dinine tâbi olan herkesle, İslam ümmeti haricinde olan Ehl-i Kitapla bile bir bağ kuran, içlerinde Bediüzzaman Said Nursi ve Fethullah Gülen gibi manevi liderlerin de bulunduğu birçok mühim şahsiyete ilham kaynağı olacaktı.

Gülen'in, Şah Veliyullah Dıhlevi'den geleneksel İslam mistisizminin (tasavvufun) modern dünyadaki rolününe dair bilgi edindiği de söylenebilir.[5] Bilhassa Şah Veliyullah, Müslüman düşünürlerin geçmişin tasavvuf üstadlarından öğrendiklerini geleneksel İslami öğretilerle yoğurmaları gerektiğini ısrarla vurgulamıştı. Diyordu ki: "Kur'an ve sünneti bilmeyen mutasavvıflar ve mistisizme ilgi duymayan alimler; dinin haydutları, hırsızlarıdırlar."[6]

Daha yakın zaman itibarıyla, Gülen'in yetiştiği tasavvufi çevrelerde, Bediüzzaman Said Nursi'nin kitapları yaygın şekilde okunuyordu.[7] Bediüzzaman'ın eserleri, özellikle de Risale-i Nur yirminci yüzyılın ortalarında Buhari ve Müslim'in hadis klasiklerinden sonra en çok okunan eserler haline gelmişti. Gülen, ilk defa 1950'lerin ortasında memleketi Erzurum'da Bediüzzaman'ın talebeleriyle tanıştıktan sonra risaleleri okumaya başlamıştı. Bu talebeler yeni gelişen Risale-i Nur hareketinin belkemiğiydi. Gülen bu harekete resmiyette katılmayıp, dolayısıyla da tam anlamıyla Bediüzzaman'ın takipçisi olmamakla beraber, yine de onun fikirlerini özellikle de 1960'ların başlarında Edirne'de vaizliğe başladığında kendi vaazlarına yansıtmaya başlamıştı.

İslam ve Dünya Dinleriyle Diyalog
Modern Türkiye'de bazı ileri gelen din adamları değişik dinlerin mensuplarıyla hoşgörü ve diyalog ilişkisi içine girme fikrine ön ayak oldu. Osmanlının millet sistemi tecrübesi, dinler arası ilişkiler adına geride bugünkünden daha iyi uyumlu ve kayda değer hatıralar bırakmıştı. Osmanlı halkı içinde sadece Müslüman tebaa değil çok sayıda Hıristiyan ve Yahudi azınlık gruplar, hatta bir miktar Zerdüşt bile vardı. Modern milliyetçi fikirler ortaya çıkana kadar Osmanlı zamanındaki Müslüman, Hıristiyan ve Yahudiler yirminci yüzyıla nazaran daha uyumlu ve verimli bir tarzda yaşamayı başarmışlardı. Bu karşılıklı kabullenme anlayışının kısmen de olsa Ahmed Yesevi, Yunus Emre, Hacı Bayram Veli ve Sultan Fatih'in hocası Akşemseddin gibi Türk tasavvuf büyüklerinin öğretilerinden gelen bir miras olduğu söylenebilir.[8] Bütün bu gönül insanları dinler arası hoşgörü hatta bir dereceye kadar dinler arası diyalog fikrini benimsemişlerdi. Gülen bu Sufi geleneğinin modern temsilcilerinden biriydi. Düşünceleri incelendiğinde görülecektir ki o günümüzde hem önemli farklılıkları bulunan Müslüman cemaatlerin birbiri arasında hem de Müslümanlarla diğer dinlerin mensupları arasında diyalog ve hoşgörünün tesisi için çabalayan az sayıda din adamından biridir. Gülen'in dinler arası diyalog öğretisinde göze çarpan husus, onun bu fikirlerini İslami temellere dayandırmasıdır. Bir Kur'an talebesi olarak hemen her sûrenin başında yer alan besmeleyi hareket noktası olarak almıştır. Bu lafızda Allah'ın (c.c.) vasıfları "Rahman ve Rahim" şeklinde geçer. Gülen bu lafzın Kur'an-ı Kerim'de yüz on dört kere tekrar ediliyor olmasının çok ciddi üzerinde durulması gereken bir husus olduğunu düşünmektedir. Ona göre, Rabbimiz diğer hikmetlerin yanı sıra Müslümanlara diğer insanlarla ve tabiatla olan ilişkilerinde merhametli olma mesajını vermektedir. Bir makalesinde Gülen şunları söylemektedir:

Merhamet varlığın ilk mayasıdır. Onsuz, her şey bir bulamaç ve kaostur. Her şey merhametle var olmuş, merhametle varlığını sürdürmekte ve merhametle nizam içindedir…

Bu âlemde her şey, ama her şey, merhamet düşünür, merhamet konuşur ve merhamet va'd eder. Bu itibarladır ki, kâinata, bir merhamet senfonizması nazarıyla bakılabilir. Ayrı ayrı ses ve soluklar; tek ve çift bütün nağmeler, öyle bir ritim içinde akıp akıp gider ki, bunu görmemek ve anlamamak kabil değil. Ve sonra bütün şu parça parça acıma ve şefkat etmelerin arkasında, bu esrarlı koroya hükmeden, her şeyi çepeçevre sarmış geniş rahmetin sezilip hissedilmemesi…

Veyl olsun bunlardan bir şey anlamayan talihsiz ruhlara!…

Bütün bu olup bitenler karşısında insan, şuur ve iradesiyle; idrak ve düşüncesiyle "konsantre" olarak bu engin rahmeti kavrama ve soluklarıyla ona kendi nağmesini katma sorumluluğu altındadır.

İçinde yaşadığı topluma, insanlığa hatta bütün canlılara, bir insanlık borcu olarak merhamet etme mükellefiyetindedir. O, bu yolda merhamet ettiği nisbette yücelir; gadre, zulme, insafsızlığa düştüğü ölçüde de horlaşır, hakirleşir ve insanlığın yüzkarası olur.[9]

Gülen'in bahsettiği merhamet anlayışı en iyi şekilde gazeteci Eyüp Can'a verdiği röportajda kullandığı ifadelerden anlaşılmaktadır. Onun merhameti Irak'taki kimyasal silah kurbanlarının haline üzülüp hastalanmaktan, bir böcek gibi küçücük bir canlının bile hayat hakkına saygı göstermeye kadar uzanan derin bir hassasiyet içermektedir. Yetiştiği geleneğin ona aşıladığı anlayış ne kadar küçük olursa olsun, her canlının kendi diliyle Rabbini tesbih ettiği ve dolayısıyla saygı ve merhamet görmeye layık olduğu yolundadır.

Aslında tabiat hakkındaki klasik tasavvuf öğretisiyle, Gülen'in bu günkü bakış açısının benzerlik gösterdiği söylenebilir. Mesela denilir ki, Yunus Emre ve diğer müridlerden mürşidlerine bir demet çiçek getirmeleri istenir. Mürşid, yerine geçecek birini tayin etmek istemektedir ve onları bir nevi teste tabi tutmuştur. Akşam üzeri herkes bir demet çiçekle gelirken, Yunus eli boş gelir. Mürşidi neden böyle yaptığını sorunca, Yunus, ne zaman bir çiçeği koparmak için elini uzatsa, ondan Allah zikrini işittiğini ve yapamadığını söylemiştir. Bu meşhur hikaye, Gülen'in de benimsemiş olduğu şekliyle tabiata tasavvufi yaklaşımı gayet iyi özetlemektedir.

Gülen'in merhamet anlayışının geleneksel tasavvuf öğretisiyle paralelliğini ifade ettikten sonra, şimdi de onun eserlerinde rastladığımız "sevgi" kavramına odaklanabiliriz. Tasavvuf geleneğinde aşk söz konusu olduğunda Gülen Esma-i Hüsna'dan biri olan "Vedûd" ismi üzerinde durmaktadır.[10] Ayrıca, sevgi insanı olma suretiyle Müslümanların bu ilahi ismi yaşayışlarıyla dışarı yansıtmalarının icab ettiğini îma etmektedir. Aslında Gülen'in selefi diyebileceğimiz Said Nursi sevgiyi kendi felsefesine esas olarak almıştı. Gülen "Kâinatta sevgiden daha güçlü bir silah yoktur." demektedir.[11]

Gülen'in sevgi anlayışı aşağıdaki alıntıda açıkça görülmektedir:

Sevgi, dünyaya gelen her varlıkta en esaslı bir unsur, en parlak bir nur, en büyük bir kuvvettir ve bu kuvvetin yeryüzünde yenemeyeceği hiçbir hasım yoktur. Sevgi, evvela bütünleşebildiği her rûhu yükseltir ve ötelere hazırlar. Sonra da bu ruhlar sonsuzluk adına doyup duydukları şeyleri bütün gönüllere hâkim kılmanın kavgasını vermeye başlarlar. Bu yolda ölür ölür dirilir; ölürken "sevgi" der ölür, dirilirken de sevgi soluklarıyla dirilirler.[12]

Açıkça görüldüğü üzere, sevgi ve merhamet Gülen'in öğretisinin temel prensipleridir. Güçlü bir sesle ifadesini bulan hoşgörü, affedicilik ve tevazu merkez aldığı İslami değerlerdir. Bunlar birbirine bağlıdır ve biri diğerini gerektirir. Daha sonraki bir makalesinde de şunları söylemiştir:

İnsanlara karşı müsamaha yolunu tıkayanlar insanlığını yitirmiş canavarlardır… Affın ve hoşgörünün, yaralarımızın büyük bir kısmını saracağına inanıyoruz. Elverir ki bu semavi silah, dilinden anlayanların elinde olsun. Yoksa şu ana kadar, tedavi deyip de sürdürdüğümüz yanlış muâleceler, karşımıza pek çok komplikasyonlar çıkaracak ve bizi şaşkına çevirecektir.[13]

Gülen bu mülahazalarının köklerini yine İslam Peygamberinin öğretisinde bulur. "Kim mütevazı ise, Allah (c.c.) onu yüceltir; kim kibirli ise, Allah (c.c.) onu alçaltır."[14] İslam etiğinin kalbinde bulunan bu düşüncede, Gülen dinler arası diyalogun dayanağını bulmaktadır. O, diyaloğun İslam etiğinin yaşanmasının tabii sonucu olacağına inanmaktadır. Kendi üstünlüğüne inanan birisi asla diyalog yolunu seçmez. İçten tevazu gösterenler için ise tam tersi geçerlidir. Böyle bir insan meseleleri diyalog yoluyla halletmeye daha açıktır.

Şubat 1997'de Papa ikinci John Paul ile görüştükten sonra, bir grup radikal genç tarafından bu görüşmenin kendisini küçük düşürdüğü söylenerek şiddetle tenkit edilmişti. Gülen cevaben, tevazunun Müslüman sıfatı olduğunu söyleyerek Hz. Mevlana ile bir Hristiyan rahip arasında cereyan eden hadiseyi hatırlattı. Menkıbeye göre bir rahip Mevlana'yı ziyaret eder ve saygısından ötürü elini öpmek ister. Lakin Mevlana daha atik davranır ve rahibin elini öper. Bu hareketi neden yaptığını açıklarken de mahviyette bile daha önde olmak için böyle yaptığını söyler. Dolayısıyla Gülen'e göre diğer dinlerin temsilcileriyle diyalog İslam'ın uzun süredir ihmal edilen değerlerinden birisidir.

Yine bununla alakalı olarak Hz. İsa'dan alıntı yapar. Zina eden bir kadını yakalayıp getirirler ve ona ne yapmaları gerektiğini sorarlar. Hz. İsa onlara "İlk taşı hiç günahı olmayan atsın." der. Böyle diyerek o, insanlara kendilerini başkalarından üstün görmemeleri gerektiği mesajını vermiştir. Kibir yerine tevazu esas alınmalıdır.

Fethullah Gülen ve Dinler Arası Diyalog
Vatikan açısından Türkiye büyük önem arz etmektedir. Bu sebeple, 1979'da Papalık makamına gelince, Papa ikinci Jean Paul'un ziyaret ettiği ilk yabancı ülke Türkiye olmuştu. Fethullah Gülen'in 1997'de Papa'yı ziyareti, bilhassa Türkiye'de, Müslüman/Hıristiyan diyaloğu açısından çok önemli bir adımdı. Fakat aynı zamanda bu, Gülen'in bakış açısına karşı çıkanların hemen hepsinin fikirlerinin gündeme taşınmasına yol açtı. Söz konusu ziyaret dinler arası diyaloğun çatışmaları önlemesi gereken bir zamanda yapılmıştı. Samuel Huntington'un "medeniyetler çatışması"[15] senaryosu güçleniyordu, ama Gülen buna rağmen arada diyalog kurulması için çaba gösterilmesi gerektiğinin idrakindeydi. Bu görüşme vesilesiyle Gülen ve arkadaşları Türkiye'de halktan geniş çapta destek gördü. Öte yandan birbirine zıt iki grup tarafından sert eleştirilere maruz kaldı: din karşıtı çevreler ve küçük bir radikal İslamcı grup. İki tarafın da Gülen'e yüklenme sebepleri farklıydı.

Radikaller tarafından eleştirilen başka bir husus onun bir sinekten bile bahsedip, İslam devleti kurmaktan hemen hemen hiç bahsetmemesiydi. Gülen'i sevenlerden biri olan Ali Ünal bununla ilgili olarak şunları söylemektedir:

Evet, Kur'an-ı Kerim de Rabbimizin varlığına delil olarak sinekten, örümcekten ve karıncadan bahseder ve bu isimde sûreler vardır. Ama Kur'an-ı Kerim'de İslâm devleti bahsi yoktur.[16]

Katı laik çevreler ise mutlak yetkisi olmadan böyle bir işe kalkıştığı için ona kızıyorlardı.[17] Onlara göre, devlet tarafından görevlendirilmediği için, kendi kendine Papa II. Jean Paul ile görüşmeye hakkı yoktu. Bu durum hükümetin her nevi şahsi teşebbüsü tamamen kontrol üzerinde bulundurmak istemesinden kaynaklanıyordu. Dolayısıyla bu laik gruba göre Gülen, dinler arası diyalog adına yabancı liderlerle görüşmek için bile resmi izin almalıydı.

Radikal İslamcıların ise tepkisi biraz farklıydı. Gülen'in ziyaretini bir nevi "küçük düşme" olarak görüyorlardı. Bir Müs­lüman bir gayrimüslimin ayağına gitmemeliydi. Ayrıca böyle çaplı bir dini liderin Katolik ruhani liderini ziyarete gitmesi, bir yere kadar, bazı Müslümanların Hıristiyan olmasına sebep olabilirdi. Gülen'in bakış açısından gerçek İslam imajı bu değildi. Zira İslam dini en baştan beri diğer dinlerin mensuplarıyla diyaloğu desteklemiş ve bunu hayata geçirmiştir. İnsanların kafasından bu yanlış imajı silmek önemliydi, zira diğer dinlerin mensuplarıyla irtibatın Müslümanların din değiştirmesine yol açacağı endişesi tamamen asılsızdı. Gülen'e göre bu tutum İslam dinine olan güvensizlikten kaynaklanmaktadır.[18]

Kendisinin ifade ettiği üzere, insaniyet bilgi ve bilim çağına girmiştir. Gelecekte bilim dünyada daha da fazla söz sahibi olacaktır. Dolayısıyla bilimsel hakikatlerin hükümlerini desteklediği İslam gibi bir dinin mensupları bu tür diyaloglardan çekinmemelidir. Gülen'e göre, diyalog fuzuli bir çaba değil, bir mecburiyettir. O, diyaloğun dünyamızı barışın hüküm sürdüğü daha güvenli bir yer haline getirmenin yeryüzündeki Müslümanların vazifelerinden biri olduğunu düşünmektedir.[19]

Aslında Gülen'e karşı çıkan bu iki grup Türkiye toplumunun küçük bir kesimini teşkil eden marjinal gruplardır. Çoğunluk bu ziyareti destekliyor ve olumlu sonuçları olacağına inanıyordu. Bu çabaların bir meyvesi Gazeteciler ve Yazarlar Vakfının düzenlediği bir dinler arası diyalog konferansı şeklinde tezahür etti. İbrahimi dinler sempozyumu adı verilen bu konferans Hz. İbrahim'in doğduğu yer olduğuna inanılan Urfa'da yapılmıştı. Bir diğer potansiyel netice de yine aynı şehirde, Fethullah Gülen ve Papa ikinci Jean Paul'un desteklediği dinler arası diyalog cemiyetinin halen tasarlamakta olduğu bir dinler arası diyalog üniversitesinin kurulması fikriydi. Gülen'in Papa'yı ziyareti çeşitli çevrelerde meyvelerini vermeye devam etti.

Kısa bir zaman önce Gülen'in fikirlerinden ilham alan Chicago merkezli bir organizasyon, Chicago'daki çeşitli dini cemaatlerden otuz kadar temsilciyi yine bir dinler arası diyalog konferansı için Türkiye'ye davet etti. Yine bu ziyaretin meyvelerinden biri, Türkiye'deki Vatikan temsilcisinin Müslüman-Hıristiyan ilişkilerini geliştirme adına aktif faaliyet göstermesiydi.

Gülen'e göre Müslüman-Hıristiyan diyaloğuna olan ihtiyaç aşikârdı, çünkü din ve bilim arasında yeniden iyi ilişkiler kurmak gerekiyordu. Batıda yüzyıllarca bilim dinin düşmanı olmuştu ve Hıristiyanlık bundan çok çekmişti. Müslüman-Hıristiyan diyaloğuyla her iki dinde bilim ile olan ilişkilerini tekrar düzeltebilecekti. Gülen diyor ki: "Eğer Müslüman-Hıristiyan diyaloğu kurmak için başka neden olmasaydı, en önemli sebep olduğu için, sadece bu bile diyaloğu başlatmaya yeterdi."[20]

Gülen Müslümanları öz eleştiriye davet etmekte ve İslam dinini bir ideoloji haline getirmemeleri gerektiğini belirtmektedir. İslamı ideoloji haline getirmek, onun siyaset sahnesine çıkmasına sebep olmakta ve Müslümanların diğer dinlerin mensuplarıyla diyaloğa girmelerine engel olmaktadır. "İdeolojiler birleştirici olmaktan ziyade bölücüdür. Bu sosyal ve tarihi bir gerçektir."[21]

O, İslam'ı zihniyette, kalpte ve günlük hayatta yaşanan bir din olarak görmekte; bencil particilik, şahsi veya milli nef­ret ve düşmanlık duygularına araç olmaması gerektiğini düşünmektedir.

Halife Ömer bin Abdülaziz devrinde yaşanan bir hadiseyi örnek vererek, Müslümanların dayanak noktasının İslam esasları olması gerektiğini ifade etmektedir. Emevi idarecileri Müslüman olan gayrimüslimlerden de cizye alıyorlardı ve onların vergiden kurtulma amacıyla din değiştirdiklerini iddia ediyorlardı. Ömer bin Abdülaziz halife olunca bu uygulamayı kaldırdı. Eyüp bin Şurahbili Eşbahi, bu konuda istisna kabul edilmeyi isteyince Halife ona şöyle bir mektupla cevap verdi: "İslamı kabul eden eski gayrimüslimlerden vergi almayacaksın. Allah-u Teala Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemi vergi toplayıcı olarak değil, insanlığa rehber olarak göndermiştir." Gülen, "Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz" hadisinden misal vererek, bu hadisi şerifteki hüküm ancak diğer dinlerin temsilcileriyle aramızda sevgi ve diyalog olmasıyla gerçekleştirilebilir demektedir."[22] O, diyalog fikrini şu ayet ekseninde tanımlamaktadır: Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere, sülâlelere ayırdık… (Hucurat, 13).

Gülen'in eserlerinde diyaloğun dini temelleri ele alınarak, İslamın Hıristiyanlarla diyaloğa açık yönü nazara verilmektedir. Ona göre, diğer semavi dinlere ve peygamberlerine inanmanın yanı sıra İslam dini Müslümanların onlara saygı göstermesini de gerekli kılmaktadır. Bir Müslüman Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme olduğu gibi Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Davud, Hz. İsa ve diğer peygamberlere de iman eder. Gülen'in gözünde Kur'an-ı Kerim'de zikredilen peygamberlere inanmamak, bir insanı İslam dairesinin dışında bırakmak için yeterlidir.

Gülen'in Türkiye'deki azınlık liderleriyle iyi ilişkiler içinde bulunması tarafsızlık ve açıklık hususundaki olumlu şöhretine katkıda bulunmaktadır. Milletler arasında barışı sağlama adına çabaları hakkında bir fikir vermek için iki örnek kâfidir. Birincisi, gerek Türk gerekse Yunan politikacılarının tutumları Türkiye'deki Rumların durumunu neredeyse günlük olarak etkilemektedir. 1980'lerin sonunda Gülen diyalog faaliyetlerini başlattığında Türkiye'deki Rumlar için bir ümit, bir garantör haline gelmişti. Yahudi ve Hıristiyan azınlıklar Gülen'e büyük destek veriyordu. Rum-Ortodoks lideri Bartolomeos ile de iyi ilişkiler kurmuştu. İkincisi de şiddetli muhalefete rağmen Ermenistan'da bir eğitim programı başlatmak için çalışmasıydı.

Bazı Türk işadamlarını Ermenistan'ın başkenti Erivan'da ülke gençlerini okutmak için bir okul açmaya teşvik etmişti. Diğer bir grup işadamı ise, Gülen'in tavsiyesiyle Moskova'da okul açmıştı. Bugün benzeri bir teşebbüs Yunanistan'da yapılmaktadır. Gülen'in çabaları onun düşmanlıkları ortadan kaldırmak için milletler ve kültürler arasında bir köprü kurmak istediğini göstermektedir. Kendisi Türkiye'de bile ancak iyi eğitimli Türklerin insanlığın gelişimine katkıda bulunabileceğine inanmaktadır. Ona göre, faaliyetleri milliyetçi değildir. Yapılan faaliyetlerin bütün insanlığın iyiliği için olduğunu ve sadece Türkiye ile sınırlı kabul edilmemesi gerektiğini ifade etmektedir. Kendisi bir nevi "medeniyetler diyaloğu" arayışındadır. Etnik veya dini kökenleri ne olursa olsun, bütün insanları Allah'ın kulu olarak görmektedir. Ona göre İslam dini bütün insanlara aynı ölçüde değer vermekte ve onları "Rahman'ın kulları" olarak adlandırmaktadır. Peygamberlerin ırk, milliyet, memleket veya meslek itibarıyla üstünlüğü reddetmeleri İslam dininin evrensel yönünü gösterir. İslam peygamberi Arap'ın Arap olmayana üstünlüğü olmadığını söylemiştir.[23]

Gülen gruplaşma meylinin insanın tabiatında olduğu görüşündedir. Amacımız bu fıtri meyli zararsız, hatta faydalı hale getirmek olmalıdır. Bu meylin tezahür edebileceği müspet bir kanal olmazsa menfi yönde gelişecektir. Bu durum bilhassa cehalet, medeniyetsiz davranış ve aşırılık gibi hastalıklarca körüklendiğinde toplumlar birbiriyle şiddetle ve durmaksızın çarpışacaktır. Öte yandan, ilim, irfan ve hoşgörü yayıldıkça toplum barış çizgisine, anlayış ve mutabakata daha fazla yaklaşacaktır.[24]

Sonuç olarak, bazı radikal İslamcılar tarafından diyalog çabaları yüzünden eleştirilse bile, Kuran-ı Kerim'in öğretisi Ehli Kitap ve diğer geleneklerin temsilcileriyle yakınlaşma hususuna fazlasıyla dayanak sağlamaktadır. Şahsi hayatında gayet dindar bir Müslüman olan Gülen, bu meseleyi İslam öğretisinin temel bir unsuru saymaktadır. Özellikle nefretin yaygın olduğu ve medeniyetler çatışmasının öngörüldüğü bir zamanda Gülen'in çabalarının çağdaş insanlık için hayati bir önem taşıyacağı görülmektedir.

Zeki Sarıtoprak, John Carroll University, Cleveland, Ohio.
Sidney Griffith, The Catholic University of America, Washington, D. C.


--------------------------------------------------------------------------------

[1] Selçuk Camcı & Kudret Ünal (eds.), The Climate of Tolerance and Dialogue in the Speeches and Writings of Fethullah Gülen (İzmir: Merkür Yayınları, 1998)
[2] L. Erdogan, Küçük Dünyam (İstanbul: Milliyet Yayınları, 1995), s. 46
[3] See Y. Friedmann, Shaykh Ahmad Sirhindi; an Outline of his Thought and a Study of His Image in the Eyes of Posterity (Montreal & London, 1971); J. G. J. ter Haar, Follower and Heir of the Prophet; Shaykh Ahmad Sirhindi (1564-1624) as Mystic (Leiden: Het Oosters Instituut, 1992)
[4] Friedmann, Shaykh Ahmad Sirhindi, s. 18-19
[5] Bkz. J. M. S. Baljon, Religion and Thought of Shah Wali Allah Dihlawi 1703-1762 (Studies in the History of Religions, XLVII; Leiden: E. J. Brill, 1986)
[6] Baljon, Religion and Thought of Shah Wali, s. 78
[7] Şerif Mardin, Religion and Social Change in Modern Turkey; the Case of Bediuzzaman Said Nursi (Albany, N.Y.: State University of New York Press, 1989); Şükran Vahide, Bediuzzaman Said Nursi; the Author of the Risale-i Nur (İstanbul: Sözler Yay., 1992). The Muslim World 79, nos. 3-4, (July-October, 1999)
[8] Bkz. Annemarie Schimmel, The Triumphal Sun; a Study of the Works of Jalaladdin Rumi (Albany: State University of New York Press, 1993), s. 10
[9] M. Fethullah Gülen, Yitirilmiş Cennete Doğru, Nil Yayınları, 2002, s. 53-55
[10] M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, (İzmir: Nil Yayınları, 1994), s. 215
[11] Bediüzzaman Said Nursi, Divan-i Harbi Örfi, Risale-i Nur Külliyatı, II, s.1930
[12] İbid., p. 59
[13] M. Fethullah Gülen, "Müsamaha", Sızıntı Dergisi, Mart 1980, sayı 14
[14] M. Fethullah Gülen, Key Concepts in the Practice of Sufism (Fairfax, Va.: The Fountain, 1999), s. 76
[15] Samuel P. Huntington, Clash of Civilizations and the Remaking of World Order (New York: Touchstone, 1997)
[16] Bkz. Mehmet Şevket Eygi, "Papalıkla Gizli Anlaşma", Milli Gazete, 02. 26. 2000
[17] Bkz. Necip Hablemitoglu, Yeni Hayat, sayı 52
[18] M. Fethullah Gulen, Hoşgörü ve Diyalog İklimi, İzmir (Merkür Yayınları: 1998) s. 37
[19] İbid., s.38
[20] İbid., s.31
[21] İbid., p.23-26
[22] İbid., p.38
[23] İbn Hanbal, al-Musnad, c. V, 441
[24] İbid., s.72-73


Zeki Sarıtoprak ve Sidney Griffith, The Muslim World, Temmuz 2005 Özel Sayısı

fgulen.com

 

Add comment


Security code


Refresh

back to top

ARAMA

ARŞİV İÇERİK TAKVİMİ

« November 2024 »
Mon Tue Wed Thu Fri Sat Sun
        1 2 3
4 5 6 7 8 9 10
11 12 13 14 15 16 17
18 19 20 21 22 23 24
25 26 27 28 29 30  

Herkül Nağme

Herkül Nağme..Ezcümle, M. Fethullah Gülen Hocaefendi'nin bütün eserlerinin, sohbetlerinin, şiirlerinin hep bu nağmeyi terennüm ettiğini söylemek pekâla mümkündür...

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu