Muhteviyat - Genç Adam

Fethullah Gülen'den Hasret, Hicran ve Gurbet Solukları

Yaşadığım o süreçte, diyaloğa açık ve sevgiyle çarpan sinelerin heyecanı ruhuma öyle işlemiş, her gün şahit olduğum o güzel tablolar hafızama öyle hakkedilmiş ve gönlümde öyle derin izler bırakmıştı ki, aradan yıllar geçmesine rağmen hâlâ onları bütün canlılığıyla iç dünyamda duyabiliyor; o günlerde duyup işittiğim sesleri, sözleri bütün tazeliğiyle ruhumda hissediyor ve yer yer nükseden hasret ve hicran duygularımı onlarla bastırmaya çalışıyorum.


Ben şimdilerde hâlâ hafızamda dipdiri tutmaya çalıştığım, o günlerdeki faaliyetlerin ve o mütemâdî koşturmaların, bugün de şartlar ve konjonktürün gereği aynı çizgide olmasa bile mücâvir bir kulvarda devam ettiği ümit ve hülyalarıyla oturup kalkıyorum. Hâlâ, o zevk u şevk akşamlarının yaşandığını düşünüyor, sevgi soluklayıp duranların nefeslerini duyar gibi oluyor ve ruhumun kubbesinde yankılanan o aks-i sadâlarla müteselli oluyorum. Ömrüm oldukça da hep bu hülyalarla yaşayacağım.[1]
Ümit ve beklentilerimizin rengi, şivesi ne olursa olsun, yıkık bir rüyaya dönmüş o altın çağların ruhumda birer hicrana dönüşen elemini dindirmede zorlanıyor ve yer yer göz yaşlarımla serinlemeye çalışıyorum. Sağda-solda şafak emareleri arıyor, iç içe hatıralara inkılâp etmiş hülyalar içinde dolaşıyor ve tam bir çerçeveye oturtamadığım, belki de sığdıramadığım o tasavvurları aşkın pırıl pırıl çağları ciddî bir dâüssıla ile bir kere daha yâd ediyor ve inliyorum. Hâdiselerin daha bir karmaşıklaştığı ve her şeyin boz bulanık bir hâl aldığı şu günlerde bazen bütün bütün mazileşiyor, aydınlık günlerimize yöneliyor, onların üzerine abanıyor ve yaralı gönlümü yaşaran gözlerimle nefeslendirerek “Meğer ne âlî bir milletmişiz!” diyor, yüzümü, gözümü o muhteşem köke sürer gibi bir hülyaya dalıyorum.[2]

Ben şahsen, iz bırakan o büyük sükûtîleri "idrak" diyebileceğim çerçevede tanıyamadım; dolayısıyla da gerektiği ölçüde yararlandım diyemem; ama yine de itiraf etmeliyim ki, bir alıcı olarak bütün kabiliyetsizliğime rağmen, onların ikliminde bulunduğumda yer yer çiy damlaları gibi ruhuma akan bazen müphem, bazen muğlâk fakat her zaman büyüleyen bir eda içinde öyle sırlı şeyler görüp hissetmişimdir ki, aradan yıllar geçtiği halde onları her yâd edişimde hâlâ ürperirim. Onların, o harfsiz-kelimesiz, sessiz ve sözsüz beyanları her şeye rağmen beni öylesine mest etmiş idi ki, bugün dahi o dırahşan simaları hatırladıkça gözlerim dolar ve ruhumda o sükûtîlikten nağmeler duyulmaya başlar. Kendi tabiat havzımın sınırlarını zorlamaya durur ve olduğumun yanında olabileceğimin hülyâlarına dalarım.[3]

Oturmuş ruhumu dinliyorum; realiteleri aşkın oluşumlar bekleyen bir hâli var. Zannediyorum içimin sesini dinleyebilenler de bu intizarı duyabilirler. Gerçi sinem her zaman gamla çarpıyor; şimdilerde bir damla yetecek gibi taşmasına. Ama ben, yıllar var ki her sabah gerçekleşeceğini umduğum emellerimin üzerime düşen gölgeleriyle uyanıyorum. Hiç düşünmedim/düşünmek istemedim hülyalarımda tüllenen aydınlık günlerin gelmeyeceğini ve abes saymadım intizarda geçen günlerimi. Her gün ufuklar aydınlanırken, yorgun gözlerimle uzaklarda beliren nice karaltılarda bıkıp usanmadan emellerimi, ideallerimi heceleyip durdum ve ne tedâilerle ürperdim; hem de her gün biraz daha hisli, biraz daha gergin, biraz daha dâüssıla edalı...

Elbette dünyada gam yükünü çeken sadece ben değildim; ne var ki ruhumdaki ızdırapları da en iyi bilen yine bendim. Bir ömür boyu yutkuna yutkuna ne hicranlar, ne hafakanlar yaşadığımı başkaları daha iyi bilemezdi ki; başkalarının yaşadıklarını ben bilemediğim gibi. Aslında ne hafakan yaşamak mutlak kerametti, ne de teessür duymamak bir fazilet. Heyecan ve hassasiyetin kendine göre bir yeri vardı, dertten âh edip inlemenin de kendine has bir değeri. Neyin bir şey ifade edip etmediğini ancak Allah bilirdi. Bunu da insanın niyet ve mütemâdi duruşu gösterirdi.[4]

Ben şimdilerde, milletçe yaşadığımız o mübarek günlerin hasretiyle hep içimi çekip dursam da, bir zamanlar bayramlarla aydınlanmış, renklenmiş o müstesna zaman dilimlerini saat, dakika ve saniyeleriyle duyup tadabiliyor ve dostlarla el ele, gönül gönüle bulunduğum o “eyyâmullah”ı bütün letâfetiyle hissedebiliyorum., evet, o mübarek günleri, kendi insanımızla, cami hariminde, şadırvan başında, mâbed yolunda bütün hususiyetleriyle önce nasıl duymuşsam, bunca uzaklık ve bunca toz dumana rağmen o günkü revnakdarlığıyla ruhumda bir kere daha yaşayabiliyorum.[5]

Şimdilerde ben, bugüne kadar yapılan onca güzel iş ve gayretin baltalanmasını ve onca olumlu gelişmenin tahrip edilmesini ruhumda olsun duymamak için, olup bitenler ne zaman aklıma gelse, hayalimin yüzünü başka tarafa çeviriyor ve realitelerden kaçarak hafakanlarımı bastırmaya çalışıyorum. Doğrusu şu anda, kalbimde sıkışmalar hâsıl eden, tansiyonumu yükselten, vücudumda tavattun etmeye karar vermiş hastalıklara taarruz gedikleri açan böyle öldürücü hayallere karşı yapacak başka bir şey de düşünemiyorum. Ne var ki, ben onlardan ne kadar uzak durmaya çalışsam da, yine de olup bitenler, herhangi bir boşluktan sızıp düşünce dünyamın içine giriyor, bazen bir zehirli ok gibi kalbime saplanıyor; istemediğim hâlde zihnime akan bu meş’ûm bilgilerle inliyor, kıvranıyor ve kimbilir günde kaç defa Rabbime el kaldırıyor, “Rabbenâ feracen ve mahracen.” deyip sızlanıyorum...

Bazen, toplumun değişik kesimleri arasındaki sevgi ağlarının yırtıldığını görür gibi oluyor; bazen gelip duygularıma çarpan hoşgörü ve diyalog etrafındaki homurtularla ürperiyor; kin ve nefret aktörlerinin öldürücü darbeleri altında inleyen dostluk ve kardeşlik hislerinin acı talihlerini düşünüyor ve irkiliyorum. Bazen de hiçbir şey düşünmeden olduğum yerde kalakalıyorum.

Kardeşlik ve dostluğa açık o sımsıcak günlerin, şimdilerde uçmuş renklerini, gönüllerde soldurulmuş nakışlarını, karartılmış ufuklarını her tasavvur ve tahayyül edişimde, ölüme yürüyen bir insanın çehresini ya da inkırâza yüz tutmuş mâil-i inhidam bir binanın hâlini temâşâ ediyor gibi oluyor ve hiçbir şey yapamamanın çaresizliği içinde sadece inleyerek tepkimi ortaya koyuyor ve gönlümü bununla serinletmeye çalışıyorum. Bir duygu, bir düşünce, bir anlayış, bir felsefe bu kadar hoyratça bir muameleye maruz kalınca ne kadar iflâh olur ve ne kadar var olma gayesini edâ edebilirdi, onu her şeyi yakından takip eden insaf dünyasının insafına bırakıyorum.

Ben bunca yıkılış, kırılış ve dökülüş karşısında imanımın gereği olarak bir gadr u efgânı, bir azim ve diriliş duygusunu dile getirmeye çalıştım. Beklentilerimin, Hz. Kâdiyü’l-hâcât dergâhında birer dua yerine geçeceği ümidini besliyorum.[6]

Ey talihsizlerin sığınağı, ey âcizlerin güç kaynağı, ey dertlilerin tabibi ve ey yolda kalmışların hâdîsi ve yol göstereni! Bir kere daha Sana dehalet ediyor ve içimizi son bir kez daha Sana döküyoruz. Boş şeylerin arkasından koşup durduk; olmayacak hülyalara gönül bağladık. Ümit ettiklerimiz yüzümüze bakmadı ve bel bağladıklarımız asla bizi umursamadı. Bugüne kadar Senden başka sesimizi duyan, başımızı okşayan olmadı. Duygularımızla alay edildi; düşüncelerimiz cürüm sayıldı. Her yanda kundaklamalar yaşandı.. her tarafta fitne ateşleri körüklendi.. yananlar ocaklar gibi yandı ve yapılanlar ismet-i dine dayandı.

Şu anda duygularımız derbeder, davranışlarımız ahenksiz, ruhlarımız kirli, ayaklarımız titrek, ellerimiz mefluç, çoğumuz itibarıyla ümitlerimiz sarsık, havalar boz-bulanık, mağripler hicranla tül tül, maşrıklar lütfuna kalmış... İşte böyle bir dağınıklık içinde Sana geldik. Böyle gelenlerin ilki değiliz, sonuncusu da olmayacağız. Rahmetin, bu garip pişmanların ümit kapısı, bizler de bu kapının önündeki liyakatsiz dilenciler. Şimdiye kadar gelip Senin kapında ihtiyaç izhar edenlerden boş dönen hiç olmamış; hiçbir kaçkın ve pişman da o kapıdan kovulmamıştır. O kapı Senin kapın, onun başkalarından farkı da her gelene affındır. Bizi hilm ü silminle güçlendir. Zalimlere de varlığını duyur.

Şimdi biz de, bize verdiğin isteme duygusu ve istenenleri vereceğin inancıyla rahmetinin vüs’ati genişliğindeki kapına dayanıyor, son bir kere daha hâlimizi arz etmek istiyoruz. Hâlimiz Sana ayan, söyleyeceklerimiz bildiklerinin bir kısmını beyan. Beklediğimiz asırlardan beri bizi kıvrım kıvrım kıvrandıran dertlerimize derman.. icabet buyur ey Rahîm ü Rahmân![7]

Şimdilerde, doğrudan doğruya böyle bir Ramazanın aydınlık ikliminden mahrum bulunsam da, pırıl pırıl ışıklarıyla âdeta gökyüzünü andıran cami çevrelerini, Ramazana hoş-âmedî etme mânâsında, minarelerde mahyalaşan mü’min duygularını, mâbetleri tıklım tıklım dolduran mü’minlerin nûrefşân simalarını, samimane gürleyen sînelerini, heyecanla atan nabızlarını tahayyül edebiliyorum. Ramazanlaşan insanların güvenle tüllenen çehrelerini, kimseden esirgemedikleri o sımsıcak bakışlarını, çevrelerine yağdırıp geçtikleri tebessümlerini, herkese açık ve sıcak tuttukları gönüllerini, iyilik hislerini, mü’mince tavırlarını hayalimde canlandırıp onların duygularını paylaşabiliyorum.. bin seneden beri devam edegelen inanç, anlayış, duygu, düşünce ve telâkkilerimizden süzülüp; örf, âdet ve törelerimizin potasında yoğrula yoğrula bugünkü kıvamına ulaşmış kültür zenginliklerimizin temsil edildiğini görür gibi oluyor ve kendimi rahatlıkla bir sahur misafiri, bir iftar davetlisi gibi düşünebiliyorum.. derin bir ibadet neşvesi içinde camiye giden dırahşan çehreleri, şadırvanların başında uhrevîliğe hazırlanan o heyecanlı ruhların “hay-hûy”larını ve kullukla iki büklüm olmuş bu tertemiz insanların niyetlerini sezebiliyorum.. evet, Türkiye’de Ramazanlaşan herkesi ve her şeyi, kendine has şivesi, kendine has üslubuyla tasavvur edebiliyor ve tamamen uhrevîleşen o atmosferi bütün zenginlikleriyle duyabiliyorum..[8]

Kendi vatanında vatansızların hasret ve hicran yaşadığı dönemlerde, ben hep gönlümün pencerelerinden içime akan bu dünyanın bu tür büyülü güzellikleriyle meşgul oldum ve onun çehresinde hep farklı şeyler okudum. Ümitlerin kapkara düşüncelere yenik düştüğü şu günlerde dahi, içimden kopup gelen, bana his ve inanç dünyamın esrarını söyleyen enfes bir mûsıkî dinliyor gibiyim. Her zaman ümit ve imanıma bağlı tutmaya çalıştığım gönül dünyamda tatlı birer hatıraya inkılâp etmiş bütün o muhteşem mâzimi ve bir gün mutlaka geri geleceğinden hiç şüphe etmediğim şanlı geleceğimi gönül gözlerimle temâşâ ediyor ve zamanın bu iki kanadıyla alâkalı en enfes görüntüleri, en bayıltıcı renkleri, en göz kamaştıran ışıkları birden duymaya çalışıyor ve hâlihazırdaki durumun onca darlığına rağmen, kalbî ve ruhî hayatım itibarıyla en geniş meydanlardan daha geniş alanlarda tenezzühe çıkmış gibi bir rahatlık hissediyorum. Günümüzdeki bütün sevimsizlikleri zamanın yorumlarına ve gelecek adına vesile-i ümit sayılan aydınlık nesillerin takdirlerine havale ederek, inanç, ümit ve hüsnüzannımın ışık, gölge ve meltemleri arasında gelip gidiyor, Allah’a itimat ve yakînimin araladığı menfezlerden –kapı aralığından diyebiliriz– tam net ve vâzıh görünmese de, müstakbel bir saadetin duygularımı okşadığını hissediyor ve bir zamanlar insafsızlığımıza kurban giden ruhumuzun ölüm döşeğinde, şimdilerde tarihin yüzünü karartan bir kaba ve karanlık düşüncenin can çekiştiğini müşahede ediyor ve ona yakılan ağıtları ruhumun derinliklerinde tarihin diriliş neşideleri gibi dinliyorum.[9]

Sen artık, bize bir kere daha gurbet yaşatma; bizi Sensiz ve ışıksız bırakma! Senin yolunda gibiyiz; ama ciddî bir azığımız yok; ömür sermayemiz yabancı hülyalar, yalancı rüyalar arkasında hebâ olup gitti. Huzurundayız; fakat elimiz boş, gönlümüz boş, hasenât defterimiz bomboş; ama bütün bu boşluklara yetecek sihirli bir iksirimiz var; hakkındaki hüsnüzannımız.. evet, cürmümüz dağlar cesâmetinde; ümitlerimiz ise, ufkun onların üzerine oturduğu her şeyin üstünde.

Yürüyeceğimiz yollarda yüzlerce firavun, yüzlerce nemrut, yüzlerce Ebû Cehil pusu kurmuş bize diş biliyor; varsın bilesin, hepsinin hakkından gelecek Sen varsın ya.! Aczimiz mutlak, fakrımız açık, ihtiyaçlarımız sınırsız; ama hiçbir endişemiz yok. Zira, istemeden verdiklerine, ettiklerine bakıyor, isteklerimizin verileceğine, ihtiyaçlarımızın da giderileceğine gönülden inanıyoruz.[10]

Yıllar var ki, sükûtun çığlıkları hep sesimin önünde uğulduyor; zulmü lânetlemek, zalimin yüzüne tükürmek, müfterîye ağzının payını vermek, mütecâvizin sesini kesmek, komplocuya “yeter artık” demek tâ dilimin ucuna kadar geliyor ve tabiatımın cidarlarını zorluyor; ama, kimseye bir şey diyemiyor/demiyor; Allah’ın görüp bildiğini düşünüyor, olup bitenleri kaderin mutlak adaletine bağlıyor, bir iki yutkunuyor; sonra da yeniden bütün hiddet ve şiddetimi her zaman muhabbetle çarpan kalbime emanet ediyor; karakter, düşünce ve üslûbumun hatırına herkesin yalan-doğru sesini yükselttiği durumlarda ben bir “Lâ Havle” çekip “Buna da eyvallah” demekle yetiniyorum. Ben şimdilerde, olup biten bunca fezâyi ve fecâyii, o kendime has dar tarassut ufkumdan seyrediyor ve içimden “Ey Rab, ne kadar Halîm’sin! Bunca tagallüp, bunca tahakküm, bunca baskı ve bunca hakla, hürriyetle, demokrasiyle alaya rağmen Sen bütün bunları yapanlara mehil üstüne mehil veriyorsun.” diye mırıldanıyor; bir kere daha, “Lâ Havle” çekiyor ve artık tabiatım hâline geldiğini zannettiğim o hayret ve dehşet televvünlü sessizliğime gömülüyorum. Vakıa, haksızlık, zulüm ve tecavüz karşısında mutlak sükût şeytana mum yakma mânâsına gelir ve Nebî beyanıyla mezmumdur. Ne var ki, bir mü’min hiçbir zaman mutlak mânâda susmaz; eli-kolu bağlansa ağzını kullanır; ağzına fermuar vurulsa heyecanlarıyla duygularını seslendirir; bütün bütün tecrit edilip çevreyle alâkası kesilse içten içe hafakanlarla gürler ve sürekli mağmalar gibi köpürür durur. Öyle ki, eğer onu iç infialleriyle deşifre ediversek, sinesinde her zaman şimşeklerin çakıp durduğuna şahit olur ve yıldırımların gürültüleriyle ürpeririz. Ben şahsen, bu hafakan ve heyecanları her hatırlayışımda öldüren bir mahkûmiyetin, çıldırtan bir mazlûmiyetin ve amansız bir mağdûriyetin kurbanı olan bir kısım masum ağızların söylemek isteyip de söyleyemedikleri şeylerin gırtlaklarında düğümlenip onları boğuyor gibi olduğunu tahayyül etmiş ve ürpermişimdir. Kim bilir belki onların da söyleyecekleri ne güzel şeyler vardı. Ama bilmeyen, bilmediğini de bilmeyen, dahası kendini biliyor zanneden bir tür mük’ab cahiller her türlü imkânı kullanarak hiçbir zaman onlara kendilerini ifade etme fırsatını vermediler; vermezler de, zira o zaman, Âkif’in:

“Şark’a bakmaz, Garb’ı bilmez, görgüden yok vâyesi;
Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermayesi!...”

sözleriyle ortaya koyduğu bu fikir ve ilimzedelerin ne kadar boş olduklarını herkes anlayacak, düşünebilenler her şeye vakıf olacak ve böylece hakkı kuvvete bağlayıp her işlerinde zorbalığa başvuranlar, sermayesi bağırıp çağırma olan bir kısım çığırtkanlar ve bulanık suda balık avlayanlar gerçek kimlikleriyle bilinecek ve işte o zaman salim düşünceye karşı diyalektikle, demagojiyle mücadele veren bu densizler bir bir devrilecek; sözün özü yalancının mumu sönecek ve bugüne kadar değişik yol ve yöntemlerle aldatılanlar da bir daha aldanmayacak. Bu ise, gürültüyle, kaba kuvvetle dünyayı idare etmek isteyenlerin iflası demektir ki, ben onların böyle bir şeye göz yumacaklarını hiç zannetmiyorum; neticede söz dönüp dolaşıp ne olursa olsun bugün için bazı kimselerin susturulmasına gelip dayanıyor ve tabiî bu arada bir hayli kimse de bütün bütün susuyor...

Öyleyse, varsın bir müddet daha zulüm âbâd olsun, hak ve adalet ayaklar altında çiğnensin, mazlum âh u efgânla inlesin, mağdur sesini duyurma peşinde koşsun ve sineler Kudreti Sonsuz’un konuşacağı “eşref saat” ümidiyle ızdırap ve heyecan soluklasın.. mesele bizim için bir çile doldurma ve inleme ise,

“Henüz bitmemiş terennümler var
Ki, sükûtunda intizar inler.” (Fâik Ali)

fehvasınca, daha bir hayli nevha-i sükûta ihtiyaç var ve ihtimal işte bu sükûtun arkasında o beklenen bahar...[11]

Sükûtumuz, üslûbumuza emanet.. misliyle mukabele, bizim kitabımızda zalimce bir kaide.. dövene elsiz, sövene dilsiz davranma, vicdanlarımızla aramızdaki mukavelenin gereği.. ne yapalım, Allah, ısırmak için bir diş, parçalamak için de vahşî bir pençe vermemiş, elimizden bir şey gelmez ki...! Ayrıca, herkes kendi karakterinin gereğini sergiler, karakterimize rağmen farklı bir tavır takınmayı kendimize karşı saygısızlık saydık ve böyle bir saygısızlığı irtikâp etmemek için, gürül gürül konuşacağımız bir yerde sadece yutkunmakla iktifa ettik. Evet, son bir kere daha bazıları, kendi ruh atlaslarını ortaya koymuş, biz de, kendi ledünniyâtımızı ifade edebilme fırsatını bulmuştuk. Bundan sonra da hep böyle davranacak ve karakterimize saygılı olmaya çalışacağız. Üç beş günlük bir dünya için baş yarmayacak, göz çıkarmayacak, kem söz söylemeyecek, gönül kırmayacak ve Yunus edasıyla herkese sevgi çağrısında bulunacağız; bulunacak ve milletimize karşı münasebetlerimizde hep şu sözlere bağlı kalacağız: “Senelerden beri çektiğim bütün ezâ ve cefâlar, maruz kaldığım işkenceler, katlandığım musîbetler, hepsi de helâl olsun!. Seksen küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, memleket hapishanelerinde geçti. Aylarca ihtilâttan men edildim. Divan-ı Harplerde bir cânî gibi muamele gördüm. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlere ve zindanlarda bana yer hazırlayanlara hakkımı helâl ettim.” Evet, ben de bir mü’min olarak, bu duyguları paylaşacağıma söz veriyorum. Kimseye küsüp darılmayacağıma söz veriyorum.. ölümü gülerek karşılayacağıma söz veriyorum.. celâlden gelen cefayı, cemalden gelen vefa ile bir bileceğime söz veriyorum. Allah’a ait hukuka karışamam ama, bana ait hiçbir haktan dolayı kimseden davacı olmayacağıma söz veriyorum.[12]

İman erleri gam ve keder sâikleriyle kuşatıldıkları zamanlarda bile hep huzur içindedirler. Onlar, ne devamlı gam çeker ne de kederin süreklisini bilirler. Allah’a intisap ve O’na dostlukları sayesinde, rahatlıkla gamın boynunu kırar; kederi, kendi küdûreti içinde boğar; varsa tasalarını “hüzn-ü mukaddes” renkleriyle bezer ve sıkıntıların arka yüzündeki uhrevî güzelliklerin tül pembe renklerini temâşâ ile, elemleri lezzetlere, ızdırapları da doğum sancılarının vadettiği inşirahlara bağlayarak, dudaklarından dökülen “of”ları ânında “oh”lara çevirir ve en muzdarip hâllerinde bile çevrelerine kalblerinin diliyle sevinç neşideleri dinletirler. Bir kere de bu çizgiyi yakalayıp ilk nefeslerini böyle uhrevîleştirince, ikinci kez soluklanmada, kalblerini dimağlarına bağlar, akıllarını gönül diliyle konuşturur ve seslerini tâ yıldızlar ve yıldızlar ötesi âlemlere duyurarak, vicdanlarının zirvelerinden bütün rûhânîlere, bugüne kadar duymadıkları ne ezanlar ne ezanlar dinletirler. Bu ezanları mü’minin kendisi de duyup zevk edebilir; elverir ki, ufkunu dalâlet kirlerinden temiz tutabilsin...[13]

İç içe aydınlık günlere doğru, ümitlerle dopdolu yol alırken, birdenbire sağda solda yeniden karanlık çağrıları duyulmaya başladı.. ve “Acaba yine o eski kavgalı günlere mi dönüyoruz?” diye ürperdik hepimiz. “İnsana saygı, herkese ve her şeye sevgi, bütün dünyaya karşı hoşgörü..” ne sihirli sözlerdi bunlar.! Onları ne kadar da sevmiş ve beğenmiştik; sevmiş, beğenmiş ve karşımıza çıkacak olumsuzlukları düşünmeden uslu uslu ve güvenle yürüyorduk geleceğe.. evet, işte böyle yürüyorduk ki, ansızın önümüze kinden, nefretten, öfkeden ifritler dikildi ve her yana saldıkları kapkaranlık düşünceleri ile bütün ufukları kararttı, köprüleri yıktı ve yolları da yürünmez hâle getirdiler; getirdiler ve yer yer ışık temsilcileri gibi görünüp karanlık oyunlar oynadılar; zaman zaman da, katrandan renklerini ortaya koyarak aydınlık düşüncelere karşı açıktan açığa savaş ilan ettiler; savaş ilan etti ve en müspet düşünce ve teşebbüsleri dahi karalamaktan geri kalmadılar. Aslında bunlar, karanlığın birer figüranı iken de karanlıktılar, ışık gibi göründüklerinde de; hemen her iki durumda da şeytanın define parsalar saçıyor ve fitne ateşlerine körükler çekiyorlardı.[14]

Haz ve Sızı
Duyduk sînelerimizde derince bir sızı,
Sanki rûhlarımızda hep alev alev ateş;
Ürpertti bir kere daha belâların hızı,
Mahvolmuş milletlerin ürpertilerine eş...

Bir sarsıldık ki, korkunç ve her yanda âh u zâr,
Çağladı gözyaşları yeniden oluk oluk;
Viran olan her şey gibi rûhlar da târumâr,
Yankılanıyor her bucakta müthiş bir boşluk.

Duyguları kuşatmış koskoyu bir karanlık,
Sapsarı şimdi ümitler ve solgun rüyâlar..
Sanki zulmetler kalıcı, ışıksa bir anlık;
Üst üste devrilmiş âdeta bütün hülyâlar.

Manzara müthiş.. ama gel, bir de gönlünle bak.!
Enkaz üzerinde imar nûrları parlıyor;
Teslim ol kadere ve kendini Hakk’a bırak.!
Dikkat etsen, gökler yeni ışıklar salıyor.

Kudret yeniliyor sararmış, solmuş eskiyi,
Bir baharla ki, gelin edâsıyla ufukta;
Rahmete çeviriyor karı buzu tipiyi,
Kim bilir, ne sürprizler var bu gelen şafakta..?

Yok olan mevsim ebedî hendese ağında,
Bir dantela gibi örülüyor sessiz sessiz..
Âb-ı hayat yudumluyor Hızır kucağında,
Annelerimizin sütü gibi ak ve temiz.

Hassas rûhlar şimdiden Firdevs’e ermiş gibi,
Mârifet ufku ölçüsünde derin ve zengin;
Haz çağlayanlarındaki, baş döndüren debi,
Allah dostlarının duydukları kadar engin...[15]

Azap
Bağ bozuk, bağban yaslı, güllere hazan azap;
Yaz günü yaprakları solduran hicran azap.

Düşmanlar düşman tamam, ona bir şey diyemem;
Can azap, cânan azap, her günkü yâran azap.

Yıllar var yollardayız, mesafeler amansız,
Yol âsi, hedef uzak, bel veren zaman azap.

Yakmak için tek bir mum, çekilenler besbelli,
Söndürüyor rüzgârlar, savrulan harman azap.

Muzdarip bütün toplum, ilacı bunun iman,
İmana aç rûhlara başka bir derman azap.

Sarsılmış başta akıl, bakış bulanık hepten,
Bir acı imtihan bu, bize imtihan azap.

Himmete muhtaç herkes, kupkuru dağ ve bayır,
Çöllere dönmüş arza boşalan bârân azap.

İnsanlara el açmak, hep gîran geldi bize,
Mihrabı Hak olana bu türden gîran azap.

Tatmadık hiç kimseden minnet kokan bir ihsan,
Vicdanı hür olana minnetli ihsan azap.[16]

Dâüssıla
Dinliyorum rûhumu gurbetten usanmışım,
Bunca "dâüssıla"ya dayanırım sanmıştım..
Her yeri vatan saymada meğer aldanmışım,
Herkesle hemdem olacağıma inanmıştım...

Bir yüce mefkûreye koşarken nefes nefes,
Ülkemde yaşayıp orda ölmek hayâlimdi;
Bir gam melodisi bu yerde duyduğum her ses,
Yutkunuyorum belirsiz duygularla şimdi.

Hiç bilmem gönlümün bu sevdâdan bıktığını,
Yer yer bükülmüş olsa da irademin kaddi;
Kim görmüş Mecnun’un Leyla’yı bıraktığını,
Hep bu oldu dünyada düşüncemin serhaddi.

Bir buz gibi gözümde her sabah doğan güneş,
Kâbuslar gibi çöküyor çökünce her gece;
Gündüzler burada kabir karanlığına eş,
İnsanlar ufuksuz, hayatsa tam bir bilmece..

Renkler bir darlığın ağında, hepsi de gri,
Anlamsız birer tümsek o koca gökdelenler;
Duygular derbeder, düşüncelerse serseri,
Bir hiçe bağlı burada doğanlar, ölenler.

Düz günler monoton, bayramlarsa bir karnaval,
Âdeta bir çöl gibi bana bu koca diyar;
Izdırap tam ızdırap, neş’enin rengi melâl,
Hazanla inim inim duyduğum yaz ve bahar.

Vermiyor bencesini zevk u safanın hayat,
Fecre kapalı sanki gönlümdeki tepeler;
Hep ümide koşsam da, sarsılıyor hissiyat,
Kaplıyor ufukları siyah siyah perdeler.

Yok yaşamanın bu diyarda ölümden farkı,
Sisli-dumanlı geçiyor inadına zaman;
Duyulmuyor hiç hayattan dinlediğim şarkı,
Tın tın nabızlarımda rûhumdaki hafakan...

İç murakabe deyip kendimi dinliyorum,
Gördüğüm çerçevede yapayalnız efkârım;
Bir mum macerası; yanıyor ve eriyorum,
Olsaydı aydınlatmak bari yanarken kârım!.[17]

Ümit ve Endişe
Sırtımda müthiş bir dağ, ufkumda taze bahar,
Gözlerimde sevinç, sînemde ürperten acı;
Her lâhza yudumladığım bir zakkum ağacı,
Hicranla inliyorum, inliyorum hep zâr zâr…

Dertten anlayan pek az, onun da gönlü harap,
Kıvrım kıvrım zavallı cismaniyet ağında;
Kalmamış ne fitil ne kıvılcım çerağında;
Hissedip yaşayana kalıyor her ızdırap.

Cız cız ediyor içim, hep o hüzünlü melâl,
Ancak her zaman nabzım da ümitle atıyor.
Ve imanım bütün ufkumu aydınlatıyor,
Şimdilerde bir tüy gibiyim, önümde visal…[18]


--------------------------------------------------------------------------------

[1] http://tr.fgulen.com/a.page/eserleri/a14550.html
[2] http://tr.fgulen.com/a.page/eserleri/a12958.html
[3] http://tr.fgulen.com/a.page/eserleri/a12547.html
[4] http://tr.fgulen.com/a.page/eserleri/a12530.html
[5] http://tr.fgulen.com/a.page/eserleri/cag.ve.nesil.serisi/ornekleri.kendinden.bir.hareket/a1760.html
[6] http://tr.fgulen.com/a.page/eserleri/cag.ve.nesil.serisi/ornekleri.kendinden.bir.hareket/a1742.html
[7] http://tr.fgulen.com/a.page/eserleri/cag.ve.nesil.serisi/ornekleri.kendinden.bir.hareket/a4584.html
[8] http://tr.fgulen.com/a.page/eserleri/cag.ve.nesil.serisi/ornekleri.kendinden.bir.hareket/a1690.html
[9] http://tr.fgulen.com/a.page/eserleri/cag.ve.nesil.serisi/ornekleri.kendinden.bir.hareket/a1687.html
[10] http://tr.fgulen.com/a.page/eserleri/cag.ve.nesil.serisi/ornekleri.kendinden.bir.hareket/a4677.html
[11] http://tr.fgulen.com/a.page/eserleri/cag.ve.nesil.serisi/ornekleri.kendinden.bir.hareket/a6015.html
[12] http://tr.fgulen.com/a.page/eserleri/cag.ve.nesil.serisi/isigin.gorundugu.ufuk/a518.html
[13] http://tr.fgulen.com/a.page/eserleri/cag.ve.nesil.serisi/isigin.gorundugu.ufuk/a488.html
[14] http://tr.fgulen.com/a.page/eserleri/cag.ve.nesil.serisi/isigin.gorundugu.ufuk/a519.html
[15] http://tr.fgulen.com/a.page/eserleri/kirik.mizrap/huzun.iklimi/a2543.html
[16] http://tr.fgulen.com/a.page/eserleri/kirik.mizrap/huzun.iklimi/a2541.html
[17] http://tr.fgulen.com/a.page/eserleri/kirik.mizrap/huzun.iklimi/a2540.html
[18] http://tr.fgulen.com/a.page/eserleri/kirik.mizrap/huzun.iklimi/a2534.html


fgulen.com, 21.03.2006

 

Add comment


Security code


Refresh

back to top
  • EN SON EKLENENLER
  • EN ÇOK OKUNANLAR
  • SON YORUMLAR

ARAMA

Herkül Nağme

Herkül Nağme..Ezcümle, M. Fethullah Gülen Hocaefendi'nin bütün eserlerinin, sohbetlerinin, şiirlerinin hep bu nağmeyi terennüm ettiğini söylemek pekâla mümkündür...

SAİD NURSİ'YE İFTİRALAR..

Aksiyon Burç FM

Zaman Mehtap TV

Samanyolu TV Küre TV

Radyo Cihan Ebru Tv

Herkül

BİZİ TAKİP EDİN...

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu