Muhteviyat - Genç Adam

Diyalog üzerine...

Prof.Dr.Hayrettin Karaman Hocanın , Diyalog üzerine yazdığı makale ve Köşe Yazılarını bu başlıkta bulabilirsiniz :

Dinlerarası diyalog

Bu başlık üzerine konuşan ve yazanlar -ki, AB ile ilişkiler yüzünden son günlerde konu daha sık ele alınır olmuştur- içinde bilenler ve bilmeyenler, iyi niyetli olanlar ve olmayanlar var. Bilmeden konuşulur mu demeyin, Türkiye'de konuşuluyor ve pek de ayıplanmıyor.

Bu işin iyi niyetle ne alakası var diye sorabilirsiniz; şöyle bir alakası var: Bir gurup bir başka gurup hakkında iyi düşünmüyor, arada rekabet, hatta adavet var; bu yüzden karşılıklı veya tek taraflı olarak öküzün altında buzağı aranıyor, yakıştırma ve abartmalar yapılıyor, tahminler ve vehimler birer gerçekmiş gibi ortaya atılıyor, karşı tarafa mal ediliyor ve bütün bunlardan bir sonuç alınmak isteniyor: Karşı tarafı yıpratmak, üzerine kuşku bulutlarını çekmek, mümkün olursa haritadan silmek.

Dünyanın şurasında burasında bu isim altında toplantı yapanları da aynı kaba koymak mümkün değildir; iyi niyetli ve samimi olanlar yanında istismarcılar, komplocular, kötü maksatla kullanıcılar da vardır.

Pek azına olsa da, ben de bu çeşit toplantılara katıldım. Bunlardan biri, bir yıl kadar önce Avustralya'da yapılmıştı; dört müslüman ile çeşitli oturumlarda sayıları değişen hristiyan din ve ilim adamları vardı. Tebliğler sunuldu, müzakereler yapıldı, bazı sonuçlar ede edildi. Bunların arasında İslam'a aykırı olan bir sonuç yoktu; biz dinimizi anlattık, onlar da dinlerini anlattılar; biz tevhidden asla taviz vermedik, ama onlar teslisten (Allah hakkında şirke varan "baba-oğul-ruhulkudüs üçlemesinden") hayli taviz verdiler; "Allah'ı bir bildiklerini, diğerlerinin O'nun sıfatları gibi olduğunu açıkça söyleyenleri" oldu. Bu arada aslı vahye dayanan dinlerin mensupları olarak dünyanın, ortak olarak benimsediğimiz problemleri ile savaşmak, bunları çözmek ve durumu iyileştirmek için ortak gayret sarfetmek gerektiğinin altı çizildi. Toplantının adı üzerinde de duruldu, "diyalog dinler arasında değil, dine inananlar arasında olur" denildiği için, "dinler arası" veya "İslam-Hristiyanlık diyalogu" yerine, "Müslüman-Hristiyan diyalogu" ismi tercih edildi.

Son yıllarda dinler arası diyalog toplantılarını daha çok belli bir cemaatin mensupları yürüttüğü için işin geçmişini bilmeyenlere, bu faaliyette kötü bir niyet bulunduğu zannı verilmeye çalışıldı. Aynı cemaat Abant toplantılarını da tertip ediyordu ve buraya yalnızca bir dine inananları veya ilahiyatçıları değil, ülkenin kanaat önderlerini, kamu oyunu etkileyen ve önde gelen düşünür ve yazarları, bunların dine inananlarını ve inanmayanlarını -her yıl listeyi değiştirip daha çok ve çeşitli katılımcı çağırarak- toplantıları sürdürüyordu. Son yılda yurtdışına da taşarak ABD ve Brüksel'de Abant platformlarının benzerlerini tertiplediler. Bu faaliyetin de altında çapanoğlu arayanlar oldu, oluyor. Benim bizzat şahit olduğum gerçek odur ki, tertip heyeti her defasında şunu tekrarladı: "Biz başlattık; istedik ki, kavga yerine barış, kaos yerine düzen ve huzur, güvensizlik yerine güven, birbirini anlamamak ve dinlememek yerine anlamak ve dinlemek; paylaştığımız tek ülke ve tek dünyada bütün insanların zarar gördüğü olumsuzluklar yerine bazı olumlu gelişmeler.. olsun! Sizler isterseniz biz size hizmet etmeye devam ederiz; ama başka bir gurup, heyet, sivil toplum örgütü bu işi üstlenirse memnun ve yardımcı oluruz." Ama bu işe sahip çıkan bulunamadı, hizmet yine aynı heyetin omzunda kaldı.

"Peki bunların hiç menfaatleri yok mudur?" diye bir soru sorulabilir. Bunu toplantılarda da soranlar, hatta "Siz de kendinizi meşrulaştırmak ve bizlerden destek almak için bu toplantıları yapıyorsunuz" diyenler oldu. Bunu diyenleri de dışlamadılar, bir sonraki yıl tekrar çağırdıkları da oldu. Ben bu konuda şunu söylemeyi uygun görüyorum: Bir insan veya bir gurup bir faaliyeti yaparken kendileri ve başkaları için bir takım amaçları ve beklentileri olur, bu tabiidir; önemli olan meşruiyet ve fayda-zarar dengesidir. Bu ikisini değerlendirmek de katılımcılara düşer; kimse kimseyi zorlamıyor.

Bundan sonraki yazımda dinlerarası diyalogun Türkiye bakımından geçmişine temas etmek ve islamî bakımdan meşruiyeti üzerinde durmak istiyorum.


Diyalog (2)

Farklı inanç, dünya görüşü ve hayat tarzına sahip fertler ve guruplar arasında yapılan buluşma ve görüşmelerin birden fazla amacı vardır; bunlardan bazıları da şunlar olabilir: 1. Birbirlerini tanımak, doğru bilgi sahibi olmak, 2. Biri diğerini ikna ederek kendi inancına ve hayat tarzına insan kazanmak, 3. Guruplar arasında veya bütün dünyada mevcut ortak problemlerin bir kısmını çözmek, bütün taraflar için faydalı olacak bazı eylemlerde işbirliği yapmak...

Yukarıda sıralanan amaçların biri veya birkaçını sağlamak üzere yapılan diyaloglar (buluşmalar, görüşmeler, tartışmalar, ortak teşebbüsler ve eylemler) oldukça eski zamanlardan beri yapılmıştır. Müslümanların katıldığı diyaloglar ise daha Hz. Peygamber zamanında başlamıştır. Sevgili Peygamberimiz (s.a.) en önemli görevi olan tebliği yapabilmek için zorunlu olan diyalogu kullanmış, ötekilerle ya bizzat veya mektupları ve ashabı vasıtasıyla temas kurmuş, onları önce İslam'a, bu olmazsa sulha ve antlaşmaya, bazı konularda işbirliğine davet etmiş, gerektiği zaman temsilcilerle tartışmıştır. Burada iki örnekle yetineceğim:

a) Yerim dar olduğu için özetleyeceğim bu olayı daha geniş olarak şu eserden okuyabilirsiniz: M. Hamidullah, İslam Peygamberi, I, 863. paragraf vd.

Babası cömertlik ve asaletle ün salmış olan hristiyan Adiy b. Hâtim, Mekke fethinden sonra kendi bölgesine yapılacak müslüman akımından korkarak, kızkardeşini de yanına alamadan Suriye'ye kaçıyor, bölgesi müslümanların eline geçiyor, kızkardeşi de esir alınarak Medîne'ye getiriliyor. Kadın, kardeşinin şerefsiz davranışından şikayet ederek Peygamberimizden merhamet diliyor; o da hem kadını serbest bırakıyor, hem de istediği yere gidebilmesi için binek ve azık veriyor. Kadın Suriye'de kardeşini buluyor; önce hırpalıyor, sonra da Medine'ye giderek Hz. Pygamberle görüşmesini tavsiye diyor ve şöyle diyor: "Muhammed gerçekten Allah'ın Resulü ise onu kim daha önce kabul ederse daha çok övgüye layık olur. Sıradan bir hükümdar ise, ona biat etmek ve teslim olmak sana bir noksanlık getirmez, ne isen o kalırsın..." Adiy bu tavsiyeye uyarak Medine'ye gelir; mescidde, ashabının arasında, onlardan biri gibi oturur bulduğu Peygamberimiz ona itibar ve iltifat eder, kendisini evine davet eder; yolda Peygamberimizle görüşmek isteyen yaşlı bir kadın onun önünü keserek uzun süre konuşur, meşgul eder; eve gelince Efendimiz tek minderi müsafirine verir ve kendisi toprak zemine oturur; Adiy'e, "dini yasakladığı halde ganimetin dörtte birini kendisi için alıp almadığını" sorarak -başkasının bilmesi mümkün olmayan- bu kusurunu itiraf ettirir. Adiy bütün bu olup bitenler karşısında sarsılır. Onun sıradan bir hükümdar olmadığı kanaatine varır. Bu sırada Peygamberimiz bir son adım daha atarak ona şunları söyler: "Bu dine girmene mani olan şey nedir? Müslümanların yoksul olduğunu zannediyorsan, şunu bil ki, kısa bir zaman sonra onların arasında sadaka kabul edecek birisi kalmayacaktır. Şayet onların zayıf olduğunu sanıyorsan, şunu bil ki, yakında Irak'taki Kadisiyye'den kalkıp haccetmek üzere Mekke'ye gelmek isteyen bir kadının Allah'tan başka kimseden korkması gerekmeyecek; şayet egemenliğin müslüman olmayan hükümdarların elinde olduğunu görüyorsan, bil ki, yakında Babil'deki beyaz sarayların kapıları da onlara açılacaktır..."

Adiy bu diyalog sonunda müslüman olur ve Peygamberimizin haber verdiklerinin tamamını gerçekleşmiş görecek kadar da yaşar.

Gelecek yazıda, Yemen sınırındaki Necran'dan Medine'ye gelen ve içlerinde yüksek dereceli din adamlarının da bulunduğu kalabalık hristiyan gurup ile yapılan diyalog toplantısı ile konuya devam edeceğim.


Ötekilerle Diyalog (3)

Burada ötekiler kelimesini, ister yerli ister yabancı olsun gayr-i müslimler için kullanıyorum. Peygamber Efendimizin, dini tebliğ etmek veya müşriklerin baskı ve zulmünden kurtulmak için başka putperest kabilelerle ve ehl-i kitap denilen yahudi ve hristiyanlarla temaslar, sohbetler, tartışmalar yaptığı, bunun için hem ticaret hem eğlence yeri olan panayırlara bile gittiği bilinmektedir.

Önceki yazıda birincisini verdiğim iki örneğin ikincisi, Medine döneminde, Yemen sınırında yaşayan Necran hristiyanları ile yaptığı diyalogdur. Daha önce de kendileriyle, bazı askeri harekat ve mektup gönderme şeklinde temaslar yapılmış olan Necran hristiyanları, 9. hicrî yılda İslam Peygamberi ile görüşmek üzere Medine'ye geldiler. Altmış kişilik heyet içinde mahkeme başkanı ve büyük din adamları da bulunuyordu. Öğleden sonra Mescid'de huzura kabul edildiler. Bir müddet sonra ibadet saatleri geldiği için izin istediler, Peygamberimiz dışarı çıkarak Mescid'i onlara bıraktı, doğu tarafına yönelerek ibadetlerini yaptılar.

Bir ara yahudilerin de katıldığı ve tartışmanın yahudilik ile hristiyanlık üzerine kaydığı da oldu, ama genel olarak İslam ve hristiyanlık üzerinde duruldu, l-i İmrann sûresinde yer alan ve hristiyanların tanrı inancını tenkit ederek düzelten birçok âyet de bu tartışmalar sırasında vahyedildi. Apaçık gerçek karşısında hristiyanlar direnince "mübâhele" adıyla anılan usulü anlatan âyetler geldi (3/61-64). Buna göre Peygamberimiz karşı tarafa, "her iki tarafın eşlerini ve çocuklarını yanlarına alarak gelmelerini ve yalan söyleyenin Allah'ın lanetine uğraması için dua etmelerini" teklif ediyordu. Heyet düşünmek üzere izin istedi. Kendi aralarında konuştular ve böyle bir riski göze alamadılar, ama siyasi bağlılığı ifade eden bir anlaşmaya razı oldular. Bu anlaşma metni de dini hoşgörü bakımından çok önemli satırlar ihtiva etmektedir:

"...Onların mallarına, canlarına, dini inanç ve uygulamalarına, hazır bulunanlarına ve bulunmayanlarına, ailelerine, mabetlerine... şamil olmak (hepsini kapsamak) üzere Allah'ın himayesi ve Resulullah Muhammed'in zimmeti (koruma yükümlülüğü) Necranlılar ve onlara bağlı etraftakiler lehine bir haktır. Hiçbir piskopos kendi vazife yerinin dışına, hiçbir papaz görevli olduğu kilisenin dışına, hiçbir rahip içinde yaşadığı manastırın dışında başka bir yere alınıp gönderilemeyecektir....".

Bu anlaşmadan önce yine Necranlı hristiyanların lidelerine gönderilen mektubun hem besmele kısmı (diyalog bakımından), hem de muhtevası çok önemlidir:

"Muhammed'den Necran papazlarna,
İbrahim, İshak ve Yakub'un Allah'ının adıyla,

Gerçekten de ben sizi yaratıklara tapmaktan Allah'ın kulluk ve ibadetine davet ediyorum ve sizi, yaratıklarla yapılmış ittifak anlaşmalarının ötesinde Allah ile ittifak anlaşması yapmaya çağırıyorum. Bu duruma göre şayet reddedecek olursanız, cizye yükümlülüğü gelir, şayet cizyeyi de reddedecek olursanız size harp açarım, Vesselam." (Geniş bilgi için bak. M.Hamidullah, İslam Peygamberi, 1019. paragraf vd.).

Mektup, karşı tarafla ortak olan inanç esaslarını (hak olduklarına iki tarafın da inandığı peygamberler ile onların ibadet ettiği bir tek Allah'ı) anarak söze giriyor, böylece sıcak bir ilişki kurmayı ve sözlerin etkisini arttırmayı amaçlıyor.

Peygamberimizin birçok davet mektubu yalnızca dine davet eder, onlarda cizye ve savaştan söz edilmez. Necran gibi İslam ülkesinin yakınında bulunan gayr-i müslimlere gelince, onların müslümanlara zarar vermesinden güvende olmak zorunluluğu vardır; bunun da yolu, cizye denilen bir vergi alarak onları İslam ülkesine bağlı hale getirmek ve bu vergiye karşılık onların da güvenliğini sağlamaktır. Medine'ye hicret edildiğinde, önce gayr-i müslimleri cizye ile bağımlı hale getirmek yerine eşit şartlarda sözleşmeye (Medine vesikası) dayalı bir siyasi ve sosyal yapı oluşturma modeli denenmiş, karşı tarafın ihaneti üzerine bu modelin uygulaması durdurulmuş, yukarıda zikredilen "ehl-i zimmet" modeline geçilmiştir.

Gelecek yazıda zamanımıza daha yakın tarihlerde yapılmış iki diyalog örneğine yer verilecektir.


Farklılık içinde diyalog tesis edilmeli
Toplumda kamplaşmalara yol açan görüş ayrılıklarının sebep olabileceği tahribatlar ne olabilir?
Toplumda kamplaşmalara yol açan görüş ayrılıklarının sebep olabileceği bazı konular olabilir, görüş ayrılığı insanlar içindir. İnsan çeşitli şekillerde tarif edilmiştir. Belki de "insan ihtilaf eden bir varlıktır" dense pek de anlamsız olmaz. Demek istediğim, ortada iki insan varsa, bunlar aynı ailenin, aynı dinin mensupları olsalar, aynı kültürün müntesipleri olsalar bile, aralarında görüş ayrılığı olabilir. Ama her görüş ayrılığı kamplaşmalara götürmez; hele toplumda kamplaşma, ictimaî kamplaşma, toplumun görüş ayrılıklarına bağlı olarak farklı gruplara ayrılıp bu grupları bir anlamda gettolaştırıp kendi aralarında ilişki, dostluk kurup bu sıcak ilişkiyi başkalarından esirgemeleri ve grupların bu anlamda birbirlerine soğuk hatta giderek yan bakan, düşmanca duygular besleyen gruplar, kamplar haline gelmesi olumsuz ve olmaması gereken bir gelişmedir. Böyle bir gelişme toplumda birçok tahribata sebep olabilir. Bunları maddî ve manevî diye ayırırsak, neden olduğu en önemli manevî tahribat kültürün ve manevî üretimin fakirleşmesidir. Kamplar arası sürtüşmenin ortaya koyacağı huzursuzluk, istikrarsızlıktır. Bu huzursuzluk ve istikrarsızlığın sebep olacağı kısırlıktır. Bu kamplaşmanın maddî sonuçları da olur. Eğer bu kamplaşma çatışmaya doğru giderse o zaman ülkenin birliği, bütünlüğü tehlikeye düşer ve topluma ait en önemli varlık ve servet olan mal ve can telef olur.

Görüş ayrılıkları her zaman olabileceğine göre, toplumsal mutabakatı tesis etmek nasıl mümkün olabilir?
Görüş ayrılıklarını, muhalifin varlığını ve insana mahsus hak ve hürriyetlerini ortadan kaldırma eylemine ilişkin olmayan görüş ayrılıklarının zararlı olmayacağını ifade etmiştik. Toplumsal mutabakatı tesis etmenin de yolu budur. Birinci şartı engeli ortadan kaldırmaktır. Eski tabirle icâbî ve selbî, biri yapmakla biri yapmamakla ilgili iki şarttan bahsedebiliriz. Birincisi selbî, yani görüş ayrılıklarına düşmüş gruplardan birinin karşı tarafın maddî varlığını düşünmesi, hak ve hürriyetini kaldırmaya yönelmemesidir. Karşısındakine de var olma, inanma, düşünme ve düşüncesini açıklama hak ve hürriyetini tanımasıdır. Toplumsal mutabakatın ikinci şartı icâbîdir, yapmakla, etmekle ilgili, müspettir. Bu da toplum içerisindeki farklı inanç ve düşünce gruplarının aralarında ilişki kurmaları diyaloğu kesintisiz olarak devam ettirmeleridir.

Geleneksel hoşgörü ve bunun paralelinde diyalog anlayışıyla Türkiye şartlarında olumlu neticeler almak için neler yapılabilir?
Gerçekten, bizim toplumumuzda an'anevî olarak bir hoşgörü mevcuttur. Burada hoşgörüyü; çirkini, ayıbı, günahı ancak bu olumsuzlukları ortadan kaldırma, giderme halkımızın dinî inançlarının da yönlendirmesiyle yıkmak ve en güzel mücadele yolunu an'anevî olarak benimsemiş olmalarını kastediyoruz. Ortada bir ayıp, bir günah, bir suç varsa, bunu görenler onun ayıp, suç olduğunu inkâr etmiyor veya önemsememe gibi davranışa girmiyorlar. Böyle değerlendiriyorlar, önemsiyorlar; fakat ortadan kaldırmak, gidermek, düzeltmek için sert, yıkıcı, kırıcı az fayda karşısında çok zarar getirici bir davranış biçimi içerisine girmiyorlar. Bizim bu geleneğimizden diyalog açısından bugün de yararlanmak mümkündür. Bu hoşgörü yanında diyaloğu da kullanarak olumlu neticeler alabilmek için her bir grubun aklı başında olan liderlerinin öncelikle diğer grubun liderleriyle diyalog kurmaları gerekir. İnsanlar liderlerinin dini üzeredirler. Bu liderleri küçükten büyüğe doğru sıralayabilirsiniz. Yani bir ailede lider çoğu kez o ailenin reisi olan insandır.

 

Anadolu'da; mahallede, çarşı-pazarda, köyde-kentte, toplulukların saygısına sevgisine mazhar olmuş, sözü dinlenir insanlar vardır. Bunları lider olarak kabul edebiliriz. Sonra siyasî ve sivil kuruluşların liderleri vardır. Bunları da lider olarak kabul edebiliriz. İşte böylece hiyerarşik olarak en küçük birimden en büyüğüne doğru, grupları temsil eden saygı ve sevgisine mazhar olmuş liderlerin öncelikle birbirleriyle diyalog kurmaya talip olmaları, böyle bir irade taşımaları gerekir. Peki neden böyle bir irade taşımaları gerekir? Çünkü akl-ı selimle düşünülür, tarihhi tecrübeden ve dünyada olup bitenlerden ders alınırsa görülecektir ki hiçbir ülkede bir tek düşünceyi hâkim tutup öbürlerini ortadan kaldırmak mümkün olmamıştır, bugün de mümkün değildir. O halde farklılık içerisinde diyaloğu tesis etmek gerekir. Bunun şuurunda olan liderler diyaloğa talip olmalıdırlar. Gruplardan birinin kendi dünya görüşünden, düşüncesinden vazgeçmesi değildir. Sadece farklılık içerisinde, bir gemi olan ülkede yaşamak mecburiyetinde olan grupların bu birlikteliği, müştereki bulma çabaları demektir. Eğer liderler kimliklerinden dolayı bir şuura gelemiyorlarsa o zaman ülkede gruplar-üstü kalabilmiş akl-ı selim sahibi insanların bu maksatla oluşturacakları sivil kurumlar böyle bir vazifeyi üstlenmelidirler. Mesela aileler, mahalleler arasında ihtilaf sonucu kan davaları çıkar, iki taraftan mal ve can telefleri vâki olur. Bunu böyle bıraksanız, ilelebet devam eder, aslında zaman zaman bu ihtilafın tarafları bundan üzüntü duyarlar, bunun ortadan kalkmasını isterler ama taraflardan hiçbiri ortadan kaldırıcı, iyileştirici bir teşebbüste bulunma cesaretini, olgunluğunu kendinde göremez. Uzun zaman sonra bazen bir öğretmen, muhtar, imam veya oralarda tanınan sevilen resmî ya da sivil bir kişi, kalkar bu iki grup arasında bir diyalog başlatır. Bunun sonucu hepimizin defalarca gözlediği gibi güzellikler olur. Bu küçük örneği ülke çapında farklı inanç ve düşünce grupları arasında diyaloğun oluşması için kurulacak teşebbüslere teşmil etmek mümkündür.

İslâm dini, toplumsal mutabakatı sağlamada nasıl bir hoşgörü modeli öneriyor?
Meseleye şuradan başlayabiliriz: İslâm bir din. Dinin en önemli unsuru imandır, inançtır ve her din kendi getirdiği inancı benimseyenlerle benimsemeyenler arasında bir farkı öngörür. Bu farkın hem dünyada fonksiyonel sonuçları vardır, hem ebedî hayatta sonuçları vardır. İslâm da bir dindir. İslâm'a inananlara biz Müslüman, inanmayanlara da gayrimüslim diyoruz. "İctimaî mutabakat"a benim verdiğim mâna, "farklılık içerisinde gerekli olan birlikteliği sağlamanın yolu, yöntemi veya bu birlikteliği sağlayan diyalog çerçevesi, anlaşma çerçevesi, sözleşme çerçevesi"dir. İşte İslâm'ın bu ictimaî mutabakatı sağlamaya katkısı, biraz önce bahsettiğim inanan-inanmayan ayrımını getirmiş olmasına rağmen inanmayanlara hayat hakkı tanımasıdır. Sadece hayat hakkı mı? Hayır, İslâm inanmayanlara, inanıp da aynı iman manzumesi içinde farklı görüş ve yaşayış tarzı benimseyenlere hayat hakkı dışında da hemen bütün insan hak ve hürriyetlerini tanımaktadır. O halde İslâmî hoşgörüyü bu çerçeve içerisinde anlamak gerekir, yani İslâm'ın inanmayanlara kendi bünyesinde, kendi vatanında, kendi ülkesinde, dâru'l-İslâm'da, Müslüman toplum içerisinde bulunan inanmayanlara, ya da inanıp da bir inanç manzumesi çerçevesi içerisinde meydana gelebilecek ihtilaflar bakımından farklı yaklaşımda bulunanlara bu hakkı, bu imkânı tanıması, vermesidir.


Elbette, dâru'l-İslâm'da gayrimüslimler ve Müslümanlar içerisinde sapık gruplar ve mezhepler varolacaksa, bunların varlığına imkân veriyorsa, o zaman bunlara birtakım sosyal, kültürel, iktisadî, siyasî haklar da veriliyor demektir. İşte İslâm'ın bu konudaki hoşgörüsü budur. Bu hoşgörü çerçevesinde bu haklara sahip olan insanlar kendi haklarını, diğerlerinin hak ve hürriyetlerini ortadan kaldırmak için kullanmadıkları, umumun, kamunun haklarını kaldırmak için kullanmadıkları sürece bu haklarını kullanabilirler. Bizim kadim Ahkâm-ı Sultâniye ve Siyaset-i Şer'iye kitaplarında şöyle bir ölçü de konulmuştur: Bir inanç grubu, bir yerde bir birlik oluştursalar, bugünkü tabirle dernek kursalar, vakıf kursalar, yerleşim merkezi, mahalle kursalar ve burada inanç ve düşüncelerini aralarında görüşüp konuşsalar, okuyup okutsalar ve hayatlarını buna göre düzenleseler; başkalarının hak ve hürriyetlerini ihlal etmedikleri sürece kamu düzenini, kamu sağlığını bozmadıkça, silahlı eylemle kendi düşüncelerini başkalarına empoze etmeye kalkışmadıkça onlara dokunulmaz. Elbette bu dokunulmazlık meselesi, diyalog ve farklılık içinde birlik ve beraberlik meselesinin ancak bir önşartını teşkil ediyor.

Birbirimize dokunmadan ayrı mekânlarda, ayrı dünyalarda yaşarsak o zaman adına ümmet birliği, beraberlik dediğimiz, ictimaî hal oluşmaz. Halbuki millî varlık, millî bütünlük ve dayanışmaya bağlıdır. İşte bu ikinci zaruret de İslâm'a göre makul ve meşrûdur. Farklı gruplar birbirleriyle iktisadî, ictimaî, siyasî, kültürel ilişki kurabilirler. Ortak bir ictimaî hayat oluşturabilirler. Bu ortak ictimaî hayatın şartlarını müzakere yoluyla ortaya koyarlar. Bunun dışında kalan alanlarda her bir grup kendi farklı inancı ve dünya görüşünü benimseme, yaşama ve devam ettirmede serbest kalır. İslâm bir dindir; bu dini bütün insanlığın yaratıcısı Allah, bir peygamberle göndermiştir. Peygamber dini insanlara tebliğ etmiştir. Kendisi Rabbine kavuşurken de ümmete birçok vazife meyanında şu iki ödevi vermiştir: Birincisi, dini bilmeyenlere ve benimsememiş olanlara tebliğ vazifesidir. İkincisi, bu dini bilenlerin, benimsemiş olanların, onu yaşamadaki kusurlarını uygun metotlarla giderme vazifesidir. Bunun birincisine tebliğ; ikincisine eğitim, terbiye, yani emr-i bi'l-mâ'ruf ve nehy-i ani'l-münker de diyebiliriz.
Hoşgörü ve diyalog anlayışıyla bu dinin tebliğ edilmesi ve toplum içerisinde dinî kusurların giderilmesi vazifesini nasıl telif edeceğiz, uzlaştıracağız ve çatışmaya meydan vermeden hem hoşgörü ve diyalogu hem de tebliğ ve terbiye vazifemizi yürüteceğiz?


Bu soru yerindedir. Bunun cevabı konusunda böyle karşılıklı bir sohbette söylenebilecek birkaç söz vardır. Bunlardan birincisi, tebliğin zorlamayla; maddî ve manevî bastırmayla, dayatmayla alakasının bulunmaması ve tebliğde en uygun metodun seçilme zaruretidir. Bu hassasiyetlere dikkat edildiği takdirde, sadece tebliğden dolayı bir sosyal çatışmanın çıkmayacağı âşikârdır. Bütün gruplar ya fiilî ya da kavlî olarak kendi inanış ve düşüncelerini başkalarına iletme, duyurma hak ve imkânına sahiptirler. İnsanlar serbest iradeleriyle, düşünerek bunları benimser veya benimsemezler. İkincisi belli bir inancı benimsemiş olan insanların, bu inancı yaşama konusunda ortaya koydukları kusur karşısında tepki gösterme ve bunu izale etme vazifesidir. Burada da iki kural, diyalog ve hoşgörü ortamını bozmadan bu vazifenin yapılabileceğini bize ifade ediyor.


Bu konulardan bir tanesi eğitim, terbiye, emr-i bi'l mâ'ruf, nehy-i ani'l münker yapma işinin herkese ait bir iş olmadığı, bunun da bir ehliyet gerektirdiğidir. İkincisi, emr-i bi'l mâ'ruf, nehy-i ani'l münker vazifesinin gönülle, dille ve elle olan kısımlarının yine herkese ait olmadığı; gönülle ve dille olanın uygun metodlarla herkes tarafından yapılabileceği, fakat elle yapılacak olanın toplumu temsil eden resmî ve sivil makamlara ait olduğu ve bu makamlar da bu işi yaparken hak ve hürriyetlerin ihlalinin sözkonusu olamayacağı kaidesidir. İkinci kaide, emr-i bi'l-mâ'ruf ve nehy-i ani'l-münker yapılırken bunu yapan şahısla, kendisine tenbihat yapılan şahsın o konudaki inançlarının, mezheplerinin, görüşlerinin aynı olması, paralel olmasıdır. Yani iki kişiden -bunlar Müslüman da olabilir- biri birşeyin helal ya da haram olması, bir şeyin ayıp olması ya da olmaması, bir şeyin farz olması, vacip olması, Sünnet olması... konusunda farklı içtihatlara, görüşlere, mezheplere mensup iseler o halde birinin kendi görüşünün, ictihadının kabulünü karşı tarafa empoze etme hakkı yoktur. Kendi kanaatine göre, inancına göre, mezhebine göre ayıp olanın başka ictihada göre de ayıp olmasını; kendisine yasak olanın farklı inanca göre de yasak kabul edilmesini isteyemez. Bu maksada yönelik de emr-i bi'l mâ'ruf, nehy-i ani'l münker yapamaz.


İşte bu iki kural yan yana geldiğinde, öyle zannediyorum ki, farklılık içerisinde zaruri olan birlik ve beraberliğin tesisi için gerekli bulunan hoşgörü ve diyalog ortamını bozmadan, aynı zamanda her bir grubun kendi inancını karşı tarafa tebliğ etme, iletme imkânı bulması mümkün olacak ve gruplar içinde insanların birbirlerine yardım etmeleri de mümkün hale gelecektir.

Diyalogun mana ve maksadı

Diyalog konusuna tahsis ettiğim yazıların ilkinde diyalogun mana ve maksadını şöyle açıklamıştım: "Farklı inanç, dünya görüşü ve hayat tarzına sahip fertler ve gruplar arasında yapılan buluşma ve görüşmelerin birden fazla amacı vardır; bunlardan bazıları da şunlar olabilir: 1. Birbirlerini tanımak, doğru bilgi sahibi olmak, 2. Biri diğerini ikna ederek kendi inancına ve hayat tarzına insan kazanmak, 3. Gruplar arasında veya bütün dünyada mevcut ortak problemlerin bir kısmını çözmek, bütün taraflar için faydalı olacak bazı eylemlerde işbirliği yapmak..."

Sonraki yazılarda, geçmişten günümüze, bu maksatlara da örnek teşkil edecek diyalog uygulamalarından söz ettim ve edeceğim. Ancak geçen günlerde izlediğim bir tv programında diyaloga karşı olanların, daha çok, 1962-1965 yıllarında yapılan II. Vatikan Konsili'nden sonra papalığın adını koyduğu, kavramlaştırdığı ve uygulamaya başladığı diyalog üzerinde durduklarını fark ettim. Maksadımı daha iyi anlatabilmem için TDV İslam Ansiklopedisi'nin Konsil ve Hristiyanlık maddelerinde iyi bir özeti bulunan II. Vatikan Konsili, misyonerlik ve bunlara bağlı diyalog kavramı ile ilgili bir iki pasajı aktarmam gerekiyor:

"Kapsayıcı yaklaşımın (kurtuluşun Yahudilik, İslam gibi diğer ilahi dinlerle de olabileceğinin kabulünün) doğurduğu bu problemler karşısında papalık Dinler Arası Diyalog Konsili, 1984 ve 1991 yıllarında iki doküman neşretme gereğini duymuş... bu dokümanlarda misyonerlik açısından diğer dinlerle ilgili resmi tutum belirlenmiştir" (17/359).

"Katolik kilisesi, diğer dinlerin mensuplarıyla birbirini tanımak ve inancı paylaşmak için diyaloga girmek durumundadır. Çünkü kilise bütün insanlık içindir; dolayısıyla diyalog, bütün insanlığı kurtuluşa ulaştırma diyalogudur. Katolik kilisesi, dinler arası diyalogu, Hristiyanlaştırma misyonunun bir aleti olarak kullandığını açıkça belirtmekten kaçınmamıştır." (360).

"Bu yüzden Yahudiler, kilisenin diyalog yaklaşımına daima şüphe ile bakmışlardır" (s. 361).

Papalık kapsayıcı yaklaşımı benimsemekle beraber "Hristiyanlığın tek gerçek kurtuluş dini olduğu iddiasından vazgeçmemiştir. Diyalogun, Hristiyan öğretisi çerçevesinde 'kurtuluş diyalogu' olduğunu açıklayan Papalık Dinler Arası Diyalog Konsili, Hristiyan mesajının diğer kültürler içinde enkarnasyonu (diğer kültürlerin bünyesine sokularak hayat bulması ve yayılması) anlamına gelen enkültürasyonu teşvik etmiştir" (s.363).

Yukarıdaki alıntılar, papalığın diyalogdan maksadının misyonerlik olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Ben de ilk yazımda (bu yazının başına da koyduğum kısımda), "2. Biri diğerini ikna ederek kendi inancına ve hayat tarzına insan kazanmak" ifadesiyle bu maksada yer vermiştim.

Hristiyanlığın vazgeçemeyeceği vazifelerinden biri misyonerlik; yani bütün insanları Hristiyanlaştırmak için çaba göstermektir ve bunu da asırlardan beri yapmaktadır. Buna rağmen Müslümanlar onlarla diyalog içinde olmuşlar, "Hristiyanları Müslümanlaştırmak" amacı da dahil birçok maksatlarla biraraya gelip görüşmüş, tartışmış, ortak bazı işler tutmuşlardır. Bugün yurt dışında yaşayan dindaşlarımız yoğun bir misyonerlik taarruzu karşısında bulunuyorlar ve oradaki din rehberlerimiz çeşitli maksatlarla Hristiyan din adamlarıyla bir araya geliyor, diyaloglar yapıyorlar.

Bu noktada önemli olan kırmızı çizgilere dikkat etmek, dengeyi bozmamak, kâr zarar hesabını iyi yapmaktır; eğer bu çeşit diyalog İslam'ın ve Müslümanların menfaatine değil, zararına olursa zinhar ondan uzak durmaktır.

Müslümanlar, "Dinlerarası Diyalog İçin Papalık Konseyi misyonunun bir parçası olmak üzere" diyaloga girmezler, kendi davalarının şuurlu bir "misyoneri: davetçisi, tarafı" olarak diyaloga girerler.

Gelecek yazıda diyalog örneklerini vermeye devam edeceğim, burada bir daha tekrar edeyim: Diyalog zorunludur, kendi duvarlarınızın içine hapsolarak tebliğ başta olmak üzere İslam'ın çağdaş temsilini gerçekleştiremezsiniz, oyunlara müdahale edemezsiniz, ama oyuna gelmemek, pirinç peşinde iken eldeki bulguru da kaybetmemek için azami titizliği göstermeniz de ayrı bir vecîbedir.

Diyalog yada birlikte yaşama sanatı

"Dinlerarası diyalog" adıyla toplantılar yapılıyor. Şüphesiz bu toplantılarda tarafların ortak veya her birine özel amaçları vardır. Ancak ortada hiçbir kimsenin görmezlikten gelemeyeceği bir gerçek daha vardır: Bugün insanlar dünyada ve ülkelerde farklı inançlara sahip veya hiçbir inancı olmayan, inancı olup da gereğine göre hareket etmeyen bireyler ve guruplar halinde bir arada yaşıyorlar. Bu "bir arada yaşayış" ya bir anlaşma ve uzlaşmaya dayanır veya her biri diğerine zoraki katlanıyor, zaman içinde onu (ötekini) eritmek, yok etmek, tek olarak kendini hayatta bırakmak istiyor. İkinci isteğin ve hedefin tarih boyunca insanlara nelere mal olduğu bilinmektedir; savaşlar, zulümler, baskılar, göçler, aile parçalanmaları, zalim gelir dağılımı, terör, anarşi... İkinci (barışçı, uzlaşmacı) amaç şüphesiz bütün taraflar için en hayırlı olanı, bu amaca ulaşmanın yolu ise diyalogdur, uzlaşmadır; yani tarafların bir araya gelmeleri, birbirlerini doğru ve yakından tanımaları, istek ve amaçlarını açıkça ortaya koymaları, çatışma sebeplerini ortadan kaldırmaları, ortak talepleri, ihtiyaçları karşılamaya ve amaçları gerçekleştirmeye çalışmaları, farklı istek ve amaçları ise -birlikte huzur ve barış içinde yaşama zorunluluğu yüzünden- birbirine dayatmaktan vazgeçmeleridir.

"Dinlerarası diyalog"dan benim anladığım, farklı dinleri masa üzerine yatırıp bunlardan hiçbirine tam olarak benzemeyen yeni bir din oluşturma ve buna ortak olarak inanma çabası olamaz; çünkü bu bir ütopyadır, gerçekleşmesi mümkün ve farklı dinlere göre meşru da değildir. Bu sebeple ben bu toplantılara "dinler arası" değil, "farklı inançlara sahip guruplar arası" denilmesini tercih ederim. Nitekim geçenlerde Avusturalya'da katıldığım diyalog toplantısının adı isabetli olarak "Müslümanlar ve Hıristiyanlar arası diyalog" olarak belirlenmişti.

Bu toplantıların bir faydası var mıdır? Diyalog adı altında yapılmak istenen, tarafların dinlerini karşı tarafa benimsetmek için zemin hazırlamaları mıdır? Yoksa itibardan düşmüş, mabetleri boşalmış bazı dinlerin mensupları, insanların rağbet ettiği dinler ve mensupları sayesinde yeniden gündeme gelmek, itibar kazanmak mı istemektedirler? Bu kabil sorular samimi olarak sorulmakta, "kaş yapalım derken göz çıkarma" olmasın kabilinden uyarılar yapılmaktadır. Şüphesiz bu sorulara kulak vermek ve uyarıları dikkate almak gerekir. Ancak yukarıda tanımladığımız anlamda bir diyalog da zorunludur. Öte yandan böyle toplantılar yapılmasa bile davetçi dinlerde zaten misyonerlik vardır. Müslümanlar da bütün insanlara dinlerini anlatmakla, onları bu dine çağırmakla yükümlüdürler. Diğer din mensuplarıyla veya inanmayanlarla bir araya gelmeden bu davet ve tanıtma nasıl yapılacaktır? Başka bir deyişle diyalog toplantıları A dini için misyonerlik fırsatı ise B dini için de böyle değil midir?

Katılıdığım toplantıda alınan sonuçlara ışık tutması bakımından bazı örnek olaylara ve diyaloglara yer vermek faydalı olacaktır:

Toplantıda iki taraftan üniversite hocaları ve din adamları vardı. Genel konu da inananlar arasında diyalogun gerekliliği ve faydaları idi. Sorulara geçildiğinde bir Hıristiyan dinleyici "Siz müslümanlar Hz. İsa'nın Tanrı'nın oğlu olduğuna inanıyor musunuz? İnanmıyorsanız diyalog nasıl olacak?" diye sordu. Bizden bir hoca ona özetle şu cevabı verdi: Bize göre Hz. İsa bir peygamberdir, Tanrı'nın oğlu değildir. Siz O'nun oğlu diye inanıyorsanız bu inanç aramızdaki farklı noktalardan birini teşkil eder, ancak bu ve benzeri farklı inançlarımıza rağmen bir araya gelebilir, dünyanın ortak problemlerine çözüm arayabilir, birbirimize inanç dayatmadan barış ve huzur içinde yaşamanın yollarını ve usulünü araştırabiliriz....

Bir müslüman dinleyici "Tanrı'nın oğlu" kavramının tevhide aykırı ve şirk olduğunu ileri sürerek bunun Hıristiyan temsilciler tarafından açıklanmasını istedi. Tebliğine İslam selamı ile başlamış olan, Pakistan'da görevli bir Hıristiyan din adamı şu cevabı verdi: "Bu çok zor bir soru, uzun boylu konuşmayı gerektirir, ancak kısaca söylemek gerekirse bu "baba-oğul" meselesi bizim bildiğimiz, insanlara mahsus bir ilişki mahiyetinde değildir, manevi ve mecazidir, Allah birdir, oğul kavramı bu birliğe aykırı olmayacak bir yorum içinde kabul edilir..."

Vatikan'da diyalogla görevli bir akademisyen papaz Konya'da kaldığı birkaç ay içinde komşularından gördüğü iyiliği, güzel ahlakı örneklerle açıkladıktan sonra "Müslümanları ben böyle gördüm, onlar kana susamış insanlar değil" dedi.

Benim tebliğimin konusu "İslam'da savaş ve barış" idi. Aksine görüşler bulunmakla beraber İslam'da barışın esas olduğunu, karşı taraf haksızlık yapmadığı ve saldırmadığı sürece müslümanların, inançları gereği savaşmak mecburiyetlerinin bulunmadığını, hatta meşru sebebi bulunmadan veya başka çözüm yolları var iken savaş açmanın İslam'a aykırı olacağını anlattım. Barış ve diyalog isteniyorsa kutsal kitapların bu amaca göre yorumlanması veya bu konudaki tavırlarının açıkça ortaya konması gerektiğini de ekledim.

Toplantıya dinleyici olarak katılan Hıristiyanlar "İslam'ı ve müslümanları daha yakından tanımakla çok yararlandıklarını" ifade ettiler.

Dinler Arasında Diyalog
Fındıklı'dan Taksime çıkan Kazancı yokuşunun başına yakın bir yerde Namık Kemal İlkokulu vardı, 1960-63 arasında Yüksek İslâm Enstitüsü bu okulun çatı katında tedrisat yaptı, biz ilk öğrencileri idik, yatılı okuduğumuz için bütün vakitlerimiz bu muhitte geçiyordu, dinlenmek için deniz kenarındaki Fındıklı parkına inerdik. Arkadaşlar, bizim gibi dinlenmek amacıyla buraya gelip giden bir papaz keşfettiler, çoğu ilk defa bir papaz görüyorlardı, önce çekinerek geriden seyrettiler, sonra yaklaşıp konuşmaya, arkasından da din gayretiyle onu imana dâvet etmeye, kendilerine göre Hıristiyanlıkta buldukları çelişkileri, sakatlıkları, tutarsızlıkları ortaya koyup tartışmaya koyuldular. Bir gün bu tartışmalardan bunalan papaz tartışmalara bir nokta koymak ve konuyu değiştirmek üzere şunları söylemişti: "Gençler, siz benimle uğraşıyor, Hıristiyanları Müslüman yaparak bu dini ortadan kaldırmayı umuyorsunuz; hâlbuki komünizm hem sizi, hem bizi, hem de diğer dinleri ortadan kaldırmak üzere faâliyet gösteriyor ve ülkenizde de yayılıyor, siz beni bırakın da hep birlikte bu ortak düşmana karşı mücadele verelim!"
Dinler arasında diyalogu her düşündüğümde bu tecrübeyi hatırlıyorum. Diyalog bugün de birkaç/farklı hedef peşinde koşuyor: a) Her bir din temsilcisi diyalogu kullanarak dininin propagandasını yapmak, tanınmak ve yayılmak işitiyor. b) Bugün -komünizmden ziyâde- dinlerin ahlâkî ve manevî hedeflerine ters düşen modernizm karşısında dinlerin ortak değerlerini korumak için işbirliği aranıyor. c) Bizim gibi bazı ülkeler, din adamları arasındaki diyalog ve yakınlaşmayı kullanarak bazı siyasî problemlerin çözümünü kolaylaştırmayı umuyorlar. b) Kültürler/dinler arası gerginlik ve savaş beklentilerine karşı, çeşitli dinlere mensup insanlığın bir hoşgörü ve barış ortamında buluşması hedefleniyor...


Modernizmin içeriğinde "akılclık, bilimcilik, bireysellik (bireysel özgürlükçülük), dünyevîlik, hazcılık ve faydacılık" var; başta Hıristiyanlık olmak üzere hemen bütün dinler, ayakta kalabilmek için modernizm ile uzlaşmışlar, kendilerini inkâr mâhiyetinde de olsa birçok tavizler vermişlerdir. Tanımladığımız mânâda modernizme itirazı olan; akla, bilime, özgürlüğe, dünya hayatında yaşanacak hazza ve elde edilecek faydaya, temelde karşı çıkmamakla beraber bütün bunların sınırlarını koyan, madde ile mânâ, dünya ile âhiret arasında dengeyi öngören bir tek din kalmıştır ki o da İslâm'dır. Müslümanlar üçüncü bin yılda insanoğluna farklı (alternatif) bir medeniyet, bir hayat tarzı, bir ilişki modeli sunmak gibi büyük bir misyonu -fiilen olmasa da kâbiliyet olarak (bilkuvve)- yüklenmiş bulunuyorlar. Modernizmi temsil eden Batı'nın bu yüzden İslâm'a itirazı var, onu uslandırmak, diğer dinlere yaptığı gibi onu da uyumlu hâle getirtmek istiyor. Diğer dinlerin temsilcileri arasında da olup biteni içine sindiremeyen birçok dindar/münevver var. Diyalog modernizmin, manevîyat yıkıcı tarafına yönelik bir mücadeleyi, ortak değerlerin korunması için işbirliğini hedeflediği sürece meşrûdur, güzeldir, katılmak ve desteklemek gerekir. Ama kendi toplumu içinde dışlanmış, her geçen gün prestij ve cemâat kaybeden bir din kurumunun, çeşitli hîleler ve takiyyelerle başka din coğrafyalarında kendine mensup kazanma ve hayat alanı arama amacına yönelik bir "diyalog" faâliyetine karşı da uyanık olmak gerekir.


Başta Hıristiyanlık olmak üzere birçok dinde yayılma amacının bulunduğu, bu sebeple geniş bir misyonerlik faâliyeti yürütüldüğü inkâr edilemez. İslâm'ın da amacı bütün insanlığı, hak dinlerin temel inancı, vazgeçilmez ilkesi olan tevhid esasında; yani Yaratan ve Yöneten, yalnızca kendisine ibâdet edilen Bir Allah inancında toplamaktır. Bu sebepledir ki, Peygamberimizin (s.a.v.) en önemli sünneti ve emaneti Kur'an'ın insanlığa tebliğ edilmesi olmuştur. Diyalog toplantılarında, dinlerin hâlihazırdaki durumlarıyla eşit derecede hak ve hakikati temsil ettikleri izlenimi verilmemelidir. Kur'an'ın tashih ve tembihleri doğrultusunda semavî dinlerin aslına sadık kalan tarafları vurgulanmalı, bu ortak alanda yardımlaşma ve anlaşma zemini aranmalıdır. Böyle bir diyalog aynı zamanda tebliğ olur.

Add comment


Security code


Refresh

back to top
  • EN SON EKLENENLER
  • EN ÇOK OKUNANLAR
  • SON YORUMLAR

ARAMA

Herkül Nağme

Herkül Nağme..Ezcümle, M. Fethullah Gülen Hocaefendi'nin bütün eserlerinin, sohbetlerinin, şiirlerinin hep bu nağmeyi terennüm ettiğini söylemek pekâla mümkündür...

SAİD NURSİ'YE İFTİRALAR..

Aksiyon Burç FM

Zaman Mehtap TV

Samanyolu TV Küre TV

Radyo Cihan Ebru Tv

Herkül

BİZİ TAKİP EDİN...

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu