İman ve Ateizm - Genç Adam

Kobraların Raksı

Düşmanların Gadri ve Dostların Vefasızlığı
SORU: Malik bin Nebi, “İslâm, düşmanlarının cefası ve müntesiplerinin, dostlarının da vefasızlığına maruz kalmıştır.” diyor. Bu sözü nasıl anlamalıyız?

 

CEVAP: Osmanlı'nın üstüste zulüm ve ihanetlere uğradığı, İslâm aleminin müstemlekeciler tarafından adeta tırpanlandığı ve fikir, düşünce adına dümdüz edildiği, geriye sadece Osmanlı'ya sövme ve vefasızlığın miras kaldığı bir dönemin akabinde, Malik bin Nebi, o ihanetlere ve vefasızlığa baş kaldıran ilk kadirşinaslardan biridir. “Eğer İslâm dünyasının şimalinde Türk toplumu olmasaydı, bugün İslâm dünyası da olmazdı. Türkler olmasaydı, bugün yeryüzünde müslümanlık da kalmazdı.” diyen Malik bin Nebi soruda zikrettiğiniz sözü de söylemiş olabilir. Fakat, Abdulkadir Udeh'in “Müntesiblerinin vefasızlığı ve düşmanlarının gadri arasında İslâm” isimli bir kitabı vardır ve zannediyorum bu tesbit Malik bin Nebi'den ziyade Udeh'e aittir.

İster Malik, isterse de Udeh söylemiş olsun, bu söz çok yerindedir ve ona katılmamak da mümkün değildir. Bir şey ifade ediyorsa, ben de senelerdir aynı kanaati taşıyorum; evet, asırlar var ki, İslâm dünyası dediğimiz coğrafyada Müslümanların en büyük problemi düşmanlık ve vefasızlık olmuştur. İslâmı gadre uğratan iki cephe vardır: Birisi, sürekli taarruzlar peşinde olan haset, kin, inat ve küfür cephesi; diğeri de, dini yolda bulmuş gibi davranan, kültür müslümanlığı tavrı sergileyen vefasızlar cephesi.

Bu hakikati dile getirmek ve vakayı rapor etmek gereksiz görülebilir. Fakat, bazı problemleri bilme ve onları teşhis etme tedavi adına çok önemlidir. Ziya Paşa'nın

“Bil illeti, kıl sonra müdâvâta tasaddî,
Her merhem her yâreye derman mı sanırsın?
En ummadığın keşfeder esrar-ı derunun,
Sen herkesi kör, alemi sersem mi sanırsın?

dediği gibi her şeyden önce illetin bilinmesi, hastalığın teşhis edilmesi, doktorların ifadesiyle “tanı”nın ortaya konması lazımdır. Bu yapılmadan tedaviye başlanması mümkün değildir. Bu açıdan, hoşgörü, barış ve sulh atmosferinde yaşamayı arzu eden ve bu gâye uğrunda gayret gösteren müslümanlar da İslâm'ın dünden bugüne biteviye saldırılara maruz kaldığını ve bundan sonra da bazı insanların düşmanca hislerle hareket edebileceğini bilmeleri lazımdır.

Evet, tarihin değişik dönemlerine çok kısa bir yolculuk yapsanız ya da hâl-i hazırdaki hadiselerin çehresine dikkatle baksanız ürpererek göreceksiniz ki, hakikaten dışta bir husumet cephesi vardır. Mesela, daha Hicret-i seniyyenin 8. senesinde, Roma'nın desteğinde Hristiyan Araplardan oluşan 100.000 kişilik bir ordu 3000 kişilik İslâm birliğine karşı savaşmış ve Mu'te'yi kan gölüne çevirmişlerdi. O günkü dünya nüfusu ve o gün harbe çıkarken teşkil edilen ordular mülahazası açısından meseleyi ele alacak olursak, bütün Ceziret'ül-Arab'ı işgal edebilecek güçlü bir ordu ile gelmişlerdi Müslümanlar üzerine. Aradan bir kaç sene henüz geçmişti ki, Hazreti Ebû Bekir, bir taraftan Esvedu'l-Ansî, Müseylemetü'l-Kezzâb, Secah, Tuleyha gibi peygamberlik iddiasındaki yalancılarla, içten çıkan vefasızlarla mücadele ederken, bir taraftan da, dışta iki büyük imparatorluğun, Sasanî ve Roma'nın ordularıyla karşılaşmak zorunda kalmıştı. Aynı düşman cephe yine binlerce (bazılarına göre 150-200 bin) kişilik bir orduyla ve Müslümanları bitirme niyetiyle hücuma kalkmış, ama Allah'ın inayetiyle bozguna uğratılmıştı.

Evet, “Hazret-i Mesih'in mezarı çiğneniyor, Meryem'in kabri tavla yapılıyor, Mescid-i Aksa düşmanların ayakları altında” diyerek ordu hazırlayan ve Malazgirt'te Alparslan'ın karşısına çıkan da, Birinci Cihan harbine girerken Anadolu'yu dört bir yandan işgal eden ve müslümanların yaşadığı coğrafyayı baştan başa çiğneyen de, Arap kabile reislerini müslümanlar aleyhine tahrik ederek Osmanlı askerlerinin Medine müdafasında bile ihanete uğramasına sebebiyet veren de aynı düşman cepheydi. İslâm, tarih boyunca sürekli, düşmanları tarafından kuşatılma tehdidi altında bulunmuş, hasım cephenin çok korkunç ve insafsız husumetine maruz kalmıştır. Meselenin tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde seyrine bakınca siz de görürsünüz ki, bir Halid kılıcı karşısında bunlar savulup gitmişler, bir İkrime, bir Selahaddin, bir Alparslan kahramanlığıyla tekrar sinip inlerine çekilmişlerdir; fakat müslümanları asırlarca sömürdükleri ve meşgul ettikleri de bir vakıadır.

İşte, dininize ve size karşı düşmanlık besleyen kimseler, fırsat ele geçince hemen bir saldırıya girişiyor, bir kuşatmaya gidiyorlarsa, demek ki onların yüreklerinde dinmeyen bir kin, bir nefret ve bir husumet var; öldürme ve yok etme mülahazası var.

Sulh Adaları

Fakat biz bunları söz konusu etmeme, düşmanlık vesilelerine hayat hakkı tanımama azmindeyiz. Mazinin yanlışlıklarını tarih kitaplarında zincire vurma ve düşmanca duyguları hortlatmama taraftarıyız. Geçmişte belli hadiseler başka zincirleme hadiselere sebebiyet vermiş; düşmanlıklar, belli düşmanlıklar doğurmuştur; insanlar birbirlerinden uzaklaşmış, zıt cepheler oluşmuştur. Bugün bunları konu ederek yeniden kavga sebebi yapmak, yeni uçurumlar meydana getirmek mânâsızdır. Kim ne derse desin, ne yaparsa yapsın; biz, yürüdüğümüz hoşgörü yolunda ilerlemeye devam etmeli, sağdaki–soldaki kine, nefrete, düşmanlığa rağmen, bir kısım “sulh adaları”na ulaşmalı, “sulh adacıkları” oluşturmalıyız.

Biz “hoşgörü” diyelim, hoşgörünün de ötesine yürüyelim, dünyayı dostça paylaşmayı düşünelim; niyetimiz, azmimiz bu istikamette olsun ve planlarımızı, projelerimizi o niyet ve azme göre yapalım. Ceste ceste onları uygulamaya çalışalım. Bu bizim dinimizin ve tabiatımızın gereği olan bir tavırdır. Fakat unutmayalım ki, dünyadaki bütün insanları yumuşatmaya da bizim gücümüz yetmez. Herkese “diyalog” dedirtemeyiz, “hoşgörü”, “konuma saygı” dedirtemeyiz. Siz Türkiye'de bile herkesi hoşgörü atmosferine taşıyamıyorsunuz. Hatta bazen Abdulkadir Geylanî yolunda olduğunu söyleyen insanlar dahi, “Bunlar hoşgörü, diyalog diyerek milleti Hristiyanlaştırıyorlar.” diye her yere şikayet ediyorlar sizi. Sizinle uğraşmayı, aleyhinizde olmayı, kafirle uğraşmak ve küfrün aleyhinde olmaktan daha önemli bir vazife gibi görüyorlar. Bunlara hoşgörü ve diyaloğu anlatmak mümkün değil. Belki kendileri o işin başında olsalardı, o zaman meseleye sahip çıkarlardı. Ama bir başkası o işi temsil edince, İslâm'ın geleceği ve insanlığın huzuru adına onu önemli görünce, sırf o işi temsil edenlerden ötürü öyle mühim bir meseleye de husumetle bakıyorlar. Bu açıdan, hoşgörü, diyalog, herkesi kendi konumunda kabul etme ve herkese insanca davranmaya karşı çıkacak insanlar da her devirde bulunacaktır. Onların kin ve nefretini kırmak, kalblerini yumuşatmak, duygu ve düşüncelerinizi kabul ettirerek onları da hoşgörü çizgisine getirmek belki de mümkün olmayacaktır.

Kobraların Raksı

İşte bu hususu ve yürüdüğünüz yolda karşılacağınız husumeti bilmelisiniz. Bilirseniz ona göre bir çare düşünür ve uygularsınız. Duymuş, görmüşsünüzdür; bazı insanlar kobralarla uğraşıyor, onların zehirini çıkarıyor. Kobra bu.. sokar insanı.. canını sıkarsanız sokar; yuvasında problem çıkarır, süründüğü yerde onun karşısına çıkarsanız, avıyla arasına girerseniz sokar sizi. Fakat onları bile hizaya getirmenin yolları var; bazen bir ney sesiyle, bazen parmak hareketleriyle onlara da dans ettirmenin, ritim tutturmanın metodları var. Eğer, yaşadığınız dünyada fıtrat itibarıyla bir kısım kobralarla beraber olmak zorundaysanız, onların fıtratlarını çok iyi bilmek ve ne yapıp edip onlara da insanca tavırlar sergiletmek de sizin vazifeniz ve insan olmanızın gereğidir.

Evet, insanoğlu Cenâb-ı Hakk'ın verdiği kabiliyetleri kullansa zannediyorum en vahşi hayvanlara bile Allah'ın izniyle raks ettirebilir. Size bahsetmiştim; zeolojiyle alakalı Osmanlıca, eski bir kitabım vardı. Onun mukaddimesinde, “Hâlık-ı Âzam, insanı öyle bir kabiliyet ve istidatta yaratmıştır ki, o, hayvanların en vahûşu olan arslanları bile te'dip ve te'nise (terbiye etme ve evcilleştirmeye) muktedirdir.” deniyordu. Yine bir belgeselde görmüştüm: Araştırmacılar akreplerin ses alma özelliklerini, onların sesi aldıkları dalga boyunu, onlara uygun frekansları keşfetmişler. Onların duyabileceği frekansta ayarladıkları sesi etrafa yayınca, bir de baktım ki, bütün taşların arasından sıyrılan akrepler kuyruklarını dikip raks etmeye başladılar. Hayret ettim; insanoğlunun mahareti karşısında dehşetle ürperdim. Demek ki o, varlığı, eşyâ ve hadiseleri iyi okuyunca, herkesi ve her şeyi mûnisleştirebiliyor.

Düşmanı bilme esprisinde de esas bu husus saklıdır. Şayet düşmanınızı bilirseniz; onun huyunu, tabiatını, hangi frekanstaki sesleri işittiğini iyi tespit ederseniz, ona göre bir ney bulur, ona uygun bir ses çıkarırsınız. Akrepler dünyasına yolunuz düştüğünde o sesi yükseltir, hem zararlarından korunur, hem de, onlara raks ettirirsiniz.

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyuruyorlar ki: “Ben farzları yapmakla emrolunduğum gibi insanları idare etmekle de emrolundum.” Yani, Allah farzları emrettiği gibi, insanları idare etmeyi, evirip-çevirip hak ve hakikate uygun bir şekilde herkese anlayacağı dille konuşmayı da emretti, buyuruyor. Cenab-ı Hakk, Hz. Musa ve Hz. Harun'a (as), “Ona tatlı, yumuşak bir tarzda hitab edin. Olur ki aklını başına alır, yahut hiç değilse biraz çekinir.” (Tâha, 20/44) diye ferman ediyor. Firavunla bile münasebet kuracak ve yüzünü ekşitmeden hakkı ve hakikati ona da anlatacaksın.. o şekilde anlatacaksın ki, anlatmanın bir mânâsı olsun ve bu uğurda gösterilen gayretler de boşa gitmesin... İçi nur dolu enjektörü, onun vücuduna da zerk edebilmek için, huşûnetle değil, işmi'zâzla değil; tatlılık göstererek ve ona göre bir şeyler söyleyerek ruhunun ilhamlarını onun ruhuna da akıtacaksın ki, teklif ve düşüncelerin reaksiyon görmesin. Bu şekilde davranmanın, din düşmanlarının ağızlarına pelesenk ettikleri takiyye ile de alakası yoktur. Arzettiğimiz tavır, herkese anlayış seviyelerine göre konuşma, aldatma ve kandırma niyeti taşımadan fikir ve düşüncelerini muhatabın durumuna göre anlatmaya çalışma tavrıdır.

Vefa umarken candan...

Evet, bugün, Müslümanlar olarak, bir taraftan çok ciddi bir husumet çemberi içindesiniz; diğer taraftan da, dostlardan beklenen vefayı göremiyorsunuz. Mürüvvetli olması gereken insanlardan içten vefa ve tam bir sadakat bekliyorsunuz ama bu beklentinizde hep inkisarlar yaşıyorsunuz. Sürekli, "Vefa umarken candan/Doldu gözüm hicrandan/Kaldım yaya dermandan..." diyor, hicranınızı içinize gömüyorsunuz. İşte, candan vefa umarken, dermandan yaya kalıyorsanız ve gözünüz de hicranla doluyorsa o zaman işiniz vahimdir. İçin vefasızlığı dışın husumetine inzimam edince başınıza gelecek şeyler var demektir.

Bundan dolayı, o kadar çok istiyorum ki, dine-imana, vatana-millete hizmet etmeye gönül vermiş arkadaşlara şöyle sesleneyim: Ne olur gelin, bu gayeyi, hayatta her şeyden üstün bileceğimize yemin edelim.. yemin edelim, Allah'ın rızasını her şeye tercih edeceğimize; yemin edelim dünyayı görmeyeceğimize; yemin edelim din için, millet için her zaman dimdik, granit gibi ayakta duracağımıza; yemin edelim bu yolda mala, cana takılmayacağımıza.. yemin edelim dünya tecessüm etse, bir fettan gibi karşımıza dikilse bile dönüp bakmayacağımıza; yemin edelim maddi-manevî füyuzat hislerine bile iltifat etmeyeceğimize ve hatta bizi götürüp Cennete koysalar, “vazife var” deyip geri dönme arzu ve iştiyakıyla yaşayacağımıza. Gelin iltifat etmeyelim Kur'an'nın “lehv u laib” dediği “ oyun ve eğlence” türünden şeylere. “ Ebedî âhiret diyarı ise, hayatın ta kendisidir.” (Ankebut, 29/64) ilâhî beyanını düşünelim, ona kilitlenelim ve onun ötesinde Rabbimiz'in rızasını nazar-ı itibara alalım.

Bunları söylüyorum; zira, dostun vefasızlığı, düşmanın tecavüzkâr tavırlarından daha zararlıdır. Çünkü o içtendir; kalenin içi ona emanettir; çünkü o vefalı durmazsa, kapılar bir vefasız elle ardına kadar açılabilir. Çünkü o, tutup dini kaldırmazsa, kendi ruhunun heykelini ikame etmezse, başkaları gelir, zaten yıkılmış olan o şeyin üzerinde depinir. Evet, müslümanlar olarak, bizim promlemimiz sadece dıştaki husumet değildir. Kendi içimizdeki tutarsızlık, vefasızlık, samimiyetsizlik, mukavemetsizlik ve sadakatsizliktir en büyük derdimiz. Bu açıdan Udeh'in kitabına koyduğu ad fevkalade yerindedir; Malik bin Nebi de onu telaffuz etmiş olabilir, İslâm hakkında duyduğu heyecanın ona da aynı sözleri söyletmesi muhtemeldir.

"Vefa umarken candan/Doldu gözüm hicrandan/Kaldım yaya dermandan...” Biliyor musunuz, kaç defa odama girmiş, bu sözleri gözyaşlarıyla terennüm etmişimdir... vefa umduğum birinin vefasızlığı karşısında kaç gece inlemişimdir. Ah vefa...

Arkadaş; kalbinin gözüyle bak bana.. gönlünün sesiyle seslen ruhuma.. vicdan kulağınla teveccüh et konuşulanlara.. Sakın vefasızlık etme hakikatlere ve davaya..

Bu faslı da, bir zamanlar bin iniltiyle yazdığım şu sözleri tekrar ederek bitireyim: Ah vefa, nerede kaldın! Bıktık şu her gün birkaç defa yeminini bozup ahdinden dönenlerden. Ve neredesiniz ruhuyla bütünleşmiş vefa timsali er oğlu erler!.. Kalkın; girin ruhlarımıza. Kamçılayın hayâllerimizi ve boşaltın vefa adına ne taşıyorsanız hepsini sînelerimize!.. Gelin, gelin de şurada burada dolaşıp duran şu üç-beş vefalı insanı, ümitsizlik ve inkisardan kurtarın!..

Add comment


Security code


Refresh

back to top
  • EN SON EKLENENLER
  • EN ÇOK OKUNANLAR
  • SON YORUMLAR

ARAMA

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu