Genç Adam Analiz
Maskeli Zulüm - Alimler ve Zalimler 3 Maskeli Zulüm - Alimler ve Zalimler 3

MASKELİ ZULÜM

Tarih boyunca zalimler, ne ilim adamı dinlemiştir ne gönül adamı. Kâh kuşkunun esiri olmuştur devlet yöneticileri, kâh kıskançlığın. Ne var ki o vehim ve zaaflar hep maskelendi. ‘Devleti ele geçirmek’ten ‘halkı kışkırtmaya’ kadar pek çok propaganda yapıldı. Sis bulutları dağılıp gerçekler ortaya çıkınca linç psikolojisine kendini kaptırarak savrulup dağılanlar mahcup bir duruma düştü. İşte üç zirve insan ve onların çetin sınavı.
MUHAMMED ES-SERAHSÎ (İmam-ı Serahsî):

İmam-ı Serahsî’yi bir kuyunun dibine hapsedenler, karanlığın bağrından nurefşan eserlerin nasıl yazılacağını bilemezlerdi. Bilemezlerdi; çünkü Serahsî’ye defter, kâğıt, kitap yasaklanmıştı. Sanılmıştı ki o büyük fıkıhçı, kuyunun dibinde karanlığa gark olur. Oysa ilim erbabının nezdinde onun adı: “Şemsü’l-Eimme”; yani “İmamların Güneşi” idi. Kitap yazmak için şartlar müsait değildi hapishanede; ama kalbi ve kafası aydın bir insan için esbabın çok da önemi yoktu. Talebeleri, Özkend Kalesi’ndeki zindanda Hocalarını yalnız bırakmadı.

Kuyunun başında toplanan o vefalı talebelerle o büyük âlim arasında müzâkereli dersler başladı. Otuz ciltlik El-Mebsut’u yazarken Serahsî (yasak edildiği için) hiçbir kitaba müracaat edemedi. On dört yıl! Evet, tam 15 yıl boyunca hafızasında yer alan bilgileri kullanarak eser telif etti Şemsü’l-Eimme. Ve bir gün, 1087’de çıkarıldı. 3 sene sonra vefat ettiğinde 81 yaşındaydı. Demek ki, zalimler onu tutukladığında İmam Serahsî 64 yaşındaydı. Buna rağmen hapsedilmiş ve 15 senesini bir hücrede geçirmek zorunda kalmıştı. Neden?

Zor bir dönemden geçiliyor, insanlar imtihan üstüne imtihan yaşıyordu. Bir yandan Haçlı Seferleri dalga dalga âlem-i İslam’ın üzerine geliyor; diğer yandan Karahanlılar’daki iç kargaşa bir türlü durulmuyordu. Bu arada ülkeyi yönetenler âlimler ve fakihler üzerine ağır bir baskı kurmuş; hatta birçoğunu hapis ve idama mahkûm etmişti. Diğer yandan insanların adeta belini kıracak hale getirilmiş vergi yükü her gün artıyor, halk devlet baskısı içinde inim inim inliyordu. İmam-ı Serahsî bu zulme karşı çıktı, devlet politikalarındaki aşırı uygulamaları tenkit etti. Sen misin devleti eleştiren! Araya, her zamanki gibi, iktidar goygoycuları girdi ve Hakan Emir Hasan’ı doldurdu. Suç bulunmuştu: Halkı isyana teşvik etmek. Devleti elinde tutanlar ilerleyen yaşına, ilim yolundaki gayretlerine bakmaksızın zulme başladı...

Vefat ettiğinde arkasında bıraktığı kitaplar, nerdeyse, insan boyunu aşacak gibiydi. Hayatını hep asaletiyle yaşadı; sızlanmadı, şikâyet etmedi; talebeleriyle birlikte hizmetinden en zor dönemlerde bile taviz vermedi. Ondan geriye şöyle sitemkâr bir cümle nakledilir: “Bütün beyinsiz zındıkların kışkırtması, kötü arzuların peşinden korkunç kimselerin ve fena tertiplerde bulunanların kışkırtmaları sonucu vatanından ayrılmış ve Sultan tarafından hapsedilmiş, fakir kul… Allah onların hepsini kahretsin. Büyük küçük herkese ibret yapsın.” Ne diyelim? İbret yapsın inşallah!

AHMED SİRHİNDÎ (İmam-ı Rabbanî):

İmam-ı Rabbanî Hazretleri, sadece âlim bir kişi değil; aynı zamanda tasavvufa ayrı bir derinlik katan zirve bir veli idi. Ona, “Müceddid-i Elf-i Sani” (ikinci bin yılın müceddidi) denmesi, boşuna değildi. Hurafelere meydan okumuş, insanı kendi ruhuna yönelmeye davet etmişti.

Maalesef o güzel müceddid de kendini zindanda buluverdi. Onun hapse atılmasında kullanılan bahane fevkalâde düşündürücüdür. Vaktiyle şeyhi Bâki Billâh’a yazdığı mektupta yer alan seyr-u sülûk ile ilgili bir bölüm sebep gösterilerek Hindistan Sultanı Cihangir tarafından tutuklatılıp hapse atıldı. Tarih bakımından sabittir ki bahsedilen mektup 1012’de yazılmış; ancak tutuklama işlemi 1028’de yapılmıştır. Yani 16 sene sonra. Üstelik Sultan Cihangir vaktiyle İmam-ı Rabbanî’ye talebelik yapmış, ondan feyz alacak derecede İmam’a saygı beslemişti. Hatta Cihangir’i, İmam-ı Rabbanî talebelerine “İslam Padişahı” olarak tanıtmış ve tahta geçişine olan sevincini ifade etmişti. Şimdi ne olmuştu da bir “Müceddid”i hapse gönderiyordu?

Prof. Dr. Necdet Tosun’un kaleme aldığı kıymetli eserde (İmam-ı Rabbanî Ahmed Sirhindî, İnsan Yayınları, 2005) delilleriyle izah edildiği gibi Cihangir’in sorgulayıcı tavrına İmam makul cevap verince cezadan vazgeçilmişti. Tam bu aşamada araya goygoycuların girdiğini, padişaha telkinde bulunduğunu görüyoruz. Bu seferki bahane başkaydı: “Selamlama secdesi yapmadı, ordu içinde de çok müritleri var. Yakında kalabalık müritleriyle bir fitne çıkarabilir ve mülkünüze zarar verebilir.”

Bak şu kaderin cilvesine! Bugün “polisin içinde, yargının içinde adamları var” lafı ete kemiğe bürünmüş bin sene önceki iktidarın gözüne görünmüş. Oysa İmam-ı Rabbanî bir yandan Cihangir’in babası Ekber Şah’ın, dinlerin birleştirilerek yeni bir din oluşturma fikrine şiddetle karşı çıkmış; diğer yandan da Cihangir’le ilgilenerek onun tahta çıkmasını umutla beklemişti. Hal böyleyken kimin haddineydi ki Cihangir ile İmam arasına girsin ve bir fitne çıkararak zulme zemin hazırlasın? Kaldı ki ordu içinde de bürokraside de İmam-ı Rabbanî’yi seven çok sayıda insan vardı. Bu suç değildi ki! Gel de bu durumu o günkü ‘paralel devlet’ kâbusu yazarlarına anlat! Nitekim devletin kritik noktalarında görev yapan insanların İmam’a yapılan zulme içerlediği; ancak büyük İmam’ın onları teskin ettiği rivayet edilir...

Tosun’un yaptığı alıntılar insanı derinden derine düşündürecek kadar ürpertici. Bazı kaynaklara göre padişahın veziri ve mabeyni çoğunluk itibarıyla Şiilerden oluşuyordu. İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin Şia’yı eleştiren risaleleri bulunuyordu. Bu durumu hazmedemeyen mabeyn, bahaneler uydurarak İmam-ı Rabbanî ile Cihangir’in arasını açtı ve zulüm adalet tacını giyerek o koca gönül sultanını zindana attı. Hapisten çıktıktan sonraki durumun bir serbestlikten ziyade mecburî ikamet olduğu anlaşılıyor. Hayatının son dönemini köyünde münzevi bir şekilde geçiren büyük Müceddid, cuma namazı hariç evinden çıkmıyordu. Vefat ettiğinde arkasında pek çok mektup ve risale bırakmıştı. Kiminin arkada bıraktığı ilim, kimininki zulüm; dünyanın kaderi bu olsa gerek...

EBU’L-HASAN EŞ-ŞAZİLÎ (İmam-ı Şazilî):

Şâzilîye tarikatının kurucusu büyük İmam Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî, münzevi bir hayat sürüyordu. Şeyhi öyle istemiş o da bihakkın o öğüdü dinlemişti. İnzivası bitince Tunus’a geldi. Daha gelir gelmez ‘enaniyet-i ilmiye’ devreye girdi ve bazı âlimler onu çekemedi; hatta o güzel gönül sultanına iftira etti. Âlimin âlimle imtihanı çok ama çok çetindir; hele bir de devreye zalim girerse. Nitekim öyle oldu ve Sultan, İmam-ı Şâzilî’yi huzuruna çağırdı, göz hapsine aldı. İmam için hicret yolu görünmüştü artık.

Şâzilî Hazretleri’nin fani dünyada gözü yoktu; ama öbür âleme gözü kapalı olanların bunu anlaması mümkün değildi. Onun mütevazı bir evde kalması bile birilerini şüpheye sevk ediyordu; çünkü o gönül sultanı âlimlerin, ariflerin teveccühüne mazhardı. Sohbet halkası genişledikçe kıskançlık çemberi daralıyordu. “Kadılar Kadısı” diye anılan ve Başkadı olan Ebu’l-Kasım İbn-i Berra’nın kıskançlar arasında yer aldığını söylüyor tarih. Makamının elinden uçup gitmesi ihtimaline karşı tedbir aldığı, kıskançlığını gizleyebilmek için senaryolar üretmekten çekinmediği rivayet ediliyor.

Soluğu Hafsi Devleti’nin Sultanı Ebu Zekeriya’nın yanında alan Başkadı’nın “Bu İmam-ı Şâzilî’nin saltanatta gözü var. Halkı size karşı kışkırtmak için bazı hazırlıklar yapmaktadır.” dediği naklediliyor. Hatta karalama yapabilmek için o günkü devlet yöneticilerinin hassas olduğu bir konuyu kaşımayı tercih eder. İmam-ı Şâzilî’nin soy kütüğünü gündeme getirir İbn-i Berra. Dedelerinin İdrisî Sultanı olduğu, soyağacının Hazret-i Ali’ye dayandığı; dolayısıyla Fatimîlerle bir irtibatının bulunabileceği telkin edilir. Hasedinden dolayı büyük İmam-ı Şâzilî’nin selamını bile almayan ‘Kadılar Kadısı’ başkanlığında yapılan kara propaganda tesirini gösterir ve İmam-ı Şâzilî’ye ev hapsi cezası verilir. Artık halkla irtibat kuramayacak, ders halkaları oluşturamayacak, insanlarla sohbet edemeyecektir.

Bir zaman sonra İmam-ı Şâzilî, Halife’den hacca gitmek için izin istedi ve müspet bir cevap alınca hemen hazırlıklara başladı. Heyhat! İbn-i Berra kâbus gibi takip ediyordu İmam’ı. Daha İmam-ı Şâzilî Mısır’a ulaşamamıştı ki İbn-i Berra’nın jurnali Mısır Sultanı’na yetiştirildi. Mektupta İmam-ı Şâzilî’nin Tunus’ta karışıklık çıkardığı, Fatimîlerle gizli ittifakının bulunduğu, her an Mısır’da da kaos başlatabileceği iddia ediliyordu. Jurnal ağır bir makamdan gelir de tesir icra etmez mi? Sultanın emri üzerine İskenderiye Valisi, İmam-ı Şâzilî’yi göz hapsine aldı. Mecburi ikamet sırasında yine insanlar yavaş yavaş İmam-Şâzilî’nin etrafında toplandı; âlimler, arifler, zahidler İmam’ı yalnız bırakmadı. İmam-ı Şâzilî bir vesile bulup Kahire’ye gidince Sultan gerçeği yakından gördü, İmam’ın kıymetini anladı, özür diledi. Bu ihsan ve lütuf, hac için kapıların yeniden aralanması anlamına geliyordu; ancak geride çileli, meşakkatli, ıstıraplı bir dönem kalmıştı; üstelik bu zulümlerin hepsi bir gurur, kibir ve hasedin eseriydi...

 

Add comment


Security code


Refresh

back to top

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu