Genç Adam Analiz

Demokrasiye İndirilen İlk Darbe: 27 Mayıs İhtilali

Fethullah Gülen 27 Mayıs'ı Edirne'de Gördü

27 Mayıs 1960 ihtilalinin olduğu günlerde henüz 20 yaşında bir delikanlı olan Fethullah Gülen, Edirne'de hayatının ilk gurbet yıllarını yaşıyordu. O günlerde Üçşerefeli Cami'de ikinci imam ve vaizlik görevinde bulunuyordu.

Ortam çok gergindi. Okuduğu kitabı veya gazeteyi bile gömleğinin içinde taşıdığı günlerdi. Birkaç defa suikasta bile maruz kaldı. Yaptığı her konuşma ve attığı her adım takip ediliyordu. Çok sıkıntılı ve gergin günler geçirdi. Fethullah Gülen Hocaefendi o günleri şöyle anlatıyor:

Devamlı takip ediliyordum. Ayrıca Emniyette bazı kötü insanlar da vardı. O döneme ait unutamadığım şöyle bir hadise olmuştu: Galiba mahalli bir seçim vardı. Seçim yasakları olur. Belli bir saatten sonra konuşma yapılamaz. Halk Partisi binası tam caminin karşısındaydı. Orada kavun karpuz satan biri vardı. Adam şirret mi şirret birisiydi. Beni karşıdaki kahvede bir iki kişiyle görünce, bunu vesile bilip bir komplo düzenlemişler. Güya beni seçim yasağı işledi diye içeri attırma gayretine girmişler. Ben, baş İmam Salim Arıcı ile kahvede bir çay içip camideki pencereme dönmüştüm. Birden bir patırtı koptu. Hiç görülmedik bir şey... Cami basılmıştı. Işıkları yaktılar. Ama pencerenin içi karanlık olduğundan kitapları görmediler. Onlar sadece beni gördüler.

Emniyet amiri Resul Bey'di. Onunla ahbaplığımız vardı. Beni severdi. Fakat beni götürenler çok kötü niyetli kimselerdi. Bu her hallerinden belli oluyordu. Bana laf çarpıyorlardı. Ben de tahammülü az olan birisiyim. Onların her lafına karşılık veriyordum. Polis beni dürtüyor: "Senin gibi alçaklarla düşe kalka biz de alçak oluyoruz" diyordu. Ben hemen cevabı yapıştırıyordum: "Benim alçak olup olmadığım mahkemede belli olur. Eğer ben alçak değilsem, o zaman bana alçak diyenler alçaktır."

Emniyete gelince merdivenlerden yukarıya çıkardılar. Bir merdiven boşluğu vardı. İnsanı hafif itseler düşer ve ölür. Sistemli yapmışlar. Beni yakalayıp götürenlerin arasında topal bir hafiye vardı. Herhalde Boluluydu. Tekrar bana laf attı. Ben yine karşılık verdim. Tam beni aşağıya iteceği an, birden Resul Bey'in "Durun" diye bağırdığını duydum.

Aynen filmlerdeki gibi. Hain karpuzcu da oradaydı. Allah korudu. Resul Bey gayet sert bir ifade ile bana döndü: Sen burada ne arıyorsun? diye bağırdı. Ben, "Beni yakalayıp getirdiler. Seçim yasağına uymadığımı söylüyorlar. Dediklerinin hepsi iftira" dedim. O yine aynı sertlikle "çabuk defol buradan" diye bağırdı.

Bu Emniyetle alakalı ilk hadisem oldu. Bayağı içerlemiştim. Üzüntü ile pencereme döndüm. Hakkımdaki şikayetlerin ardı arkası kesilmiyordu. O sıralarda valiye karşı beni himaye edecek kimse de yoktu.

İhtilal Günlerinde İmdada Koşan Yaşar Tunagür
Yaşar Tunagür Hoca 1960 ihtilali sırasında Balıkesir müftüsüydü. İhtilal sonrası Edirne'ye sürgün olarak gönderildi ve 1960 yılının sonbaharında Edirne'de müftü olarak göreve başladı ve ardından da Selimiye camiinde vaazlara başladı. Fethullah Gülen Hocaefendi Üçşerefeli camide görevliydi. Kısa zamanda tanışırlar ve Yaşar Tunagür Hoca, Fethullah Gülen Hocaefendi'yi sahip çıkarak hayatının sonuna kadar sürecek bir himayeci olur. Çok sıkıntılı günler yaşamakta olan Fethullah Gülen, duygu ve düşüncelerini Yaşar Tunagür'e açar ve onunla bazı şeyleri paylaşır.

27 Mayıs 1960 İhtilalini hiç hazmedemedim. Gerilimim aylarca devam etti. Parti düşüncesinden uzaktım; ama Demokrat Parti'nin İslami hizmetlere az da olsa yumuşak bakması sebebiyle, onlara yapılan haksızlığı kabullenemiyordum. Kafamda kurduğum bazı planlarımı Yaşar Tunagür Hoca'ya açtım. Makul şeyler söyledi ve beni yapmak istediğim şeylerden vazgeçirdi. Daha doğrusu onun sözleri bana metot hakkında yeni düşünceler ilham etti.



İhtilalden sonra Edirne müftüsü olan Yaşar Tunagür



Yaşar Hoca geldikten sonradır ki, himaye gördüm. O bir parça hakkımdaki menfi düşünceleri tadil etti. Yaşar Hoca valiyle ve diğer üst seviyedeki bürokratlarla iyi görüşürdü. Onlarla hemen kaynaşmasını bildi. Selimiye'de yaptığı vaazlarda etkili oluyordu. Kısa zamanda büyük bir cemaat topladı. Edirne'nin İslam'a karşı yumuşamasında onun hizmetleri inkar edilemez. İhtilal'den sonra sürgün olarak gelmişti. Fakat halk Yaşar Hoca'ya fevkalade rağbet ediyordu. Ben Üç Şerefeli camiinde vaaz eder, hutbe dinlemeye Selimiye'ye giderdim.

Onun yaptığı o coşkun konuşmalar, o güne kadar duyduğum en içten ve en samimi konuşmalardı. Hutbelerinde muhakkak sahabeden örnekler verirdi. Ben zaten sahabe aşığı idim. Bu da beni onu dinlemeye koşturan sebeplerden biriydi.

Yaşar Hoca, Edirne' ye Diyanet adına itibar da getirdi. Personelde de bir canlılık oldu. Vali ile benim hakkımda aralarında geçen bir konuşmayı sonra bana şöyle anlatmıştı:

Vali ona beni nasıl tanıdığını sorar. O sırada Rakım Efendi de oradadır. Halbuki beni şikayet edenlerden birisi de odur. Yaşar Hoca Vali'ye: "Efendim, der, onu benden evvel Rakım Efendi tanır. Onun nasıl fazilet abidesi bir genç olduğunu size o anlatsın." Rakım Efendi bu emri vaki karşısında ne yapacağını, ne diyeceğini bilemez. Mecburen müspet şeyler söyler. Bu da valiye tesir eder. Zaten vali de yumuşak bir insandı. Asker kökenliydi. Adı Sabri Sarp'tır.

Hüseyin Top Anlatıyor
Fethullah Gülen Hocaefendi'nin anne tarafından akrabası olan Hüseyin Top Hocaefendi 1950 yılında askerlik dolayısıyla gittiği Edirne'de askerlikten sonra oranın halkı onu Erzurum'a geri göndermez. Edirne'de eşraftan bir zatın kızıyla evlenen Hüseyin Top 1950'den beri Edirne'de imamlık, vaizlik ve müftü vekilliği yapmıştır. 1959 yılında Fethullah Gülen Hocaefendi ilk defa Edirne'ye gittiğinde onu orada Hüseyin Top karşılamış ve arka çıkmıştır. Hüseyin Top Hocaefendi 1960 yılında yaşanan ihtilal günlerini şöyle anlatıyor[1]:

Hocaefendi'yi ihtilal sırasında ihbar ettiler. Bir sivil polis takip etmiş. Adı da Necati idi. Bir de Eskişehir'li Tatar asıllı bir polis vardı. Hocaefendi'yi bir gece alıp emniyete götürmüşler. Orada sorgu sual sırasında gürültüye getirip Hocaefendi'yi merdiven boşluğundan aşağıya itmek istemişler. İtme kakma esnasında Hocaefendi'nin kaşını yaralamışlar. Birgün baktım kaşının üstünde yara gibi bir şey vardı. Gözünün üstünü bir bezle kapatmış. Olanlarla ilgili bana da bir şey anlatmıyor. Neyse polisler Hocaefendi'yi alıp savcının huzuruna götürüyorlar. Savcı camiye gelip Hocaefendi'nin vaazlarını dinleyenlerden biriymiş. Hocaefendi'yi hemen tanıyor tabii. Polisler "efendim bu hoca nurcudur, onun için tutup getirdik buraya" diyorlar. Savcı arkasına yaslanıp şöyle bir süzüyor onları. Polislere "niye getirdiniz oğlum bu hocayı buraya? Ben bunu camiden tanıyorum, bula bula bir imamı mı buldunuz? çabuk kaybolun karşımdan" diyor. Bunları bana o zaman savcı katibi olan Kamil Yenice Bey anlatmıştı. Emniyette bir de komiser olan Resul Bey vardı, Hocaefendi'yi de çok severdi. Çok yardımı olmuştur Hocaefendi'ye.

27 Mayıs'ın Türevleri ve Talat Aydemir'in Darbe Girişimleri
11 Kasım 1961'de Ankara Mamak'ta askerliğe başlayan Fethullah Gülen kendisini bir anda darbe atmosferinin içinde bulur. 27 Mayıs 1960'ta cereyan eden ihtilal havası bütün canlılığı ile devam etmektedir. Sular henüz durulmamıştır. Her an yeni darbeler yaşanma ihtimali vardır. İşte onlardan biri Talat Aydemir hadisesidir. Talat Aydemir 22 Şubat 1962 ve 21-22 Mayıs 1963 tarihlerinde iki üç defa darbe girişiminde bulunur. Neticede 28 Haziran 1964'te idam[2] edilir.



"Fıtratım itibarıyla bende bazı şeylere karşı hassasiyet çok fazladır. Yaratılışımdan kaynaklanan bu duyarlılığımdan dolayı baskıya ve tahakküme hiç tahammülüm yoktur[3]. 27 Mayıs sonrasının o çok sıkıntılı dönemlerine rast gelmişti askerlik zamanım. Şiddet, hiddet, öfke ve ne ararsan var. Komuta kademelerinde el değiştirmeler oluyor. Mamak'ta iken farkında olmadan Talat Aydemir'in askeri oluyorsunuz. Yedek subay okulu radyo evini teslim almak için harekete geçiyor. Harp okulu bir yönüyle yedek subay okulu ile müşterek hareket ediyor. Karda-kışta günlerce nöbet bekliyorsunuz. Bazı subaylar muhalif subayları teslim alıyor. Üzerinizde uçaklar uçuyor, hem de bombardıman niyetiyle. Eğer teslim olmazsak bombardıman yapacaklar. Tüfeklerinizin mekanizmalarını alıyorlar. Hasılı sıkıntı üzerine sıkıntı. Bütün bunlara rağmen ben asker ocağından şikayette bulunmadım." diyen Fethullah Gülen Hocaefendi, acemilik dönemi geçirdiği Mamak'ta yaşanan Talat Aydemir hadisesini ve o günleri şöyle anlatıyor:

O sene Ankara'ya çok kar yağdı. Zaten Kasım ayında teslim olmuştum. Şubat ayında Talat Aydemir hadisesi[4] patlak verdi. Ve Mamak 15.000 mevcuduyla bu hadiseyi destekledi.

Malum, Talat Aydemir, 27 Mayıs İhtilalini destekleyenlerden. O sırada Kara Harp Okulu Komutanı. İhtilalde Harp Okulu'nun çok büyük desteği oldu. Talebeleri sokağa döktüler, radyoevini onlarla teslim aldılar,

Ankara'da asayişi onlarla temin ettiler. Yedeksubay Okulu da o zaman Mamak'taydı. Sokağa dökülenler arasında bunlar da vardı. Hatta, Muhabere Astsubay Okulu talebeleri için de aynı şey söyleniyordu. Bir yönüyle ihtilali bunlar yapmıştı. Cemal Madanoğlu ve Sıdkı Ulay gibi sola meyilli insanlar da bu ihtilali desteklemişlerdi. İhtilalden sonra Türkeş ve arkadaşlarını çeşitli yerlere ataşe olarak gönderdiler. Nasılsa Talat Aydemir kalmış.

Talat Aydemir, 27 Mayıs'ı yapanlara karşı yeni bir ihtilal yapma teşebbüsüne girdi. O zamanlar İsmet Paşa hâkim durumda. Talat Aydemir, Mussolini kafasında bir adam. Gelseydi, aynen Mussolini gibi hareket edecekti. O ve yakından onu destekleyenler tamamen diktatör insanlardı. Dinle diyanetle alakaları yoktu. Hatta maneviyatla alay ederlerdi.

İhtilâl teşebbüsü olmadan bir ay evvelinden hazırlıklara başlandı. Bize hakiki mermi verdiler. Karda kışta, tel örgü boyu nöbet tutuyorduk. Hele son günler iyice sıkıydı. Kar altında sekiz saat nöbet tuttuğumu biliyorum. Bir de Ramazan[5] ayı olduğu için, oruç tutuyorum. Yemek yeme fırsatı bulamıyordum. Cebime bisküvi koyar, içtimada subay bana doğru bakmıyorsa ağzıma bir tane atardım. Bu bazen sahur, bazen da benim için iftar olurdu. Namazlarımın çoğu nöbete denk geliyordu. Namazımı yine terk etmiyordum.

Son gece hepimiz pür heyecandık. Radyo Evini bir onlar, bir bizim taraf teslim alıyordu. Önce ihtilâl ilan ediliyor, ardından "asiler bastırıldı" deniyordu. 28. Tümen hükümet tarafındaymış. Tabii ki, biz bunun farkına daha sonra vardık. Üzerimize uçaklar uçmaya başladı. Niyetleri Mamak'ı ortadan kaldırmakmış. Bizim taraf teslim oldu.

Sabah umumî bir içtima yapıldı. İçtimada silahlar da yanımızdaydı. Ceza olarak silahlarımızın mekanizmalarını aldılar. Elimizde sadece boru gibi bir demir parçası kalmıştı. İki ay kadar da dışarıya çıkmama cezası verdiler. İki ay, muhabere ve temel eğitim kursları gördük.

Dışarıya çıkmadığım için, ben kendimi bütünüyle ibadete verdim. Kış geceleri uzun olduğundan erkenden mescide gidiyor ve gece geç vakitlere kadar ibadetle meşgul oluyordum. Duygu ve düşünce dünyamın iyice durulduğunu hissettim.

Bir gün bizi yine topladılar. "Size bir müjdemiz var" dediler. Hepimiz merakla bekliyoruz. "Mekanizmalarınızı iade edeceğiz," dediler. Tabii ki, pek sevinenimiz olmadı. Her sabah onları temizleyeceğiz diye canımız çıkıyordu. Yine böyle bir dönemin başlaması pek sevimli sayılmazdı.

Yusuf Bilgin Anlatıyor
Fethullah Gülen'in Mamak'ta asker arkadaşı olan Yusuf Bilgin[6] 27 Mayıs 1960 sonrasında yaşanan sıkıntıları ve Talat Aydemir hadisesini şöyle anlatıyor:

27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra sular henüz durulmamıştı. Askeriyenin komuta kademelerinde halâ darbe konuşuluyor, halâ darbe girişimleri yaşanıyordu. Talat Aydemir'in de bir darbe girişimi olmuştu. Bizim henüz askerliğimizin başındaydı, tam acemilik günlerimize isabet etmişti. Soğuk bir kış yaşanıyordu. Kulağımıza gelen haberlere göre bizim alay bu darbe girişiminde suçlu imiş. Tüfeklerimizin mekanizmalarını söküp aldılar. Tüfekleri adeta bir sopa gibi kullanarak askeri eğitimimize devam ettik. Ne olup bittiğini de fazla bilemiyorduk. Sorup soracağımız kimse yoktu. Komutanlara da soramazdık. Bir süre sonra tüfeklerimizin mekanizmalarını geri verdiler ve normal düzene geçtik. Bu olay sırasında Hocaefendi nasıl bir tavır aldı, nasıl davrandı bilemiyorum. Ancak bu darbe girişiminde bulunanlara çok kızıyordu. Hatta muhabere okulu komutanına bile çıkmayı düşünüyordu. Onun böyle kritik meselelerden haberdar oluşunu sezerdim. Önemli kişilerle görüşürdü. Bu olayda kimin güçlü, kimin suçlu olduğunu biliyordu. Görüştüğü konuştuğu kimseler vardı demek ki…



Emekli müftü Yusuf Bilgin



Bizim binbaşı Ali Elverdi vardı. Doğruca Radyoevi'ne gidip orayı zaptetti. Askeriye içinde birbirine karşı olan birkaç grup Kızılay ve Yenişehir gibi yerlerde karşı karşıya geldiler, sürtüşmeler oldu. Telsizin başında olduğum için duyardım. "Hakkınızı helal edin biz gidiyoruz" diye söylerlerdi. Telsizle bütün birlikler çatışmaya çağrılıyordu.

Birlikler tamamen bir yere bağlanmak istemiyorlardı, adeta bir başı boşluk yaşanıyordu. Ordunun içinde olan bazı pazarlıkların yansıması gibi geliyordu bana, "kim üstün gelecek, kim idareyi ele alacak" mücadelesi veriliyordu. Başkaldıranlar bu fırsatı bekliyorlardı. Bölüklerin subayları karma karışıktı, nöbet tutmaya korkuyla gidiliyordu.

Talat Aydemir'in mahkemeleri bizim Mamak'taki askeri mahkemede oldu, orada aynı zamanda askeri hapishaneler de vardı. Aydemir'in mahkeme süreci hakkında malumatımız olmazdı, ancak Fethullah Gülen Hocaefendi'den duyardık. O, tanıdığı bazı subaylarla konuşur, bilgi edinirdi. Biz de ondan duyduklarımızla yetinirdik.

Türkiye'de İhtilal ve Darbeler Hakkında
1960'lardan beri bütün darbe ve darbe girişimlerini müşahede eden Fethullah Gülen 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat darbe ve darbe girişimlerinin sıkıntılarını en yakından yaşayanlardan biri. Darbeler ve ihtilaller hakkında kısaca şu değerlendirmeleri yapıyor:

Bizde ihtilaller ekseriyetle dış mihraklıdır. İhtilal yapabilecek düşünce veya kadro fertleri dış telkinlere açık oldukları için dışa ait birer ses ve soluk olmaktan öte bir hüner sergileyemezler. Belki her ihtilale ayrı bir gerekçe gösterilmeye çalışılmıştır; fakat bunlar teferruata ait farklılıklardır. Ana hedef ve gayede ihtilal gerekçeleri bir vahdet ve bütünlük arzeder. Ben burada meselenin tafsiline girmeyeceğim.

27 Mayıs 1960 İhtilali
27 Mayıs ihtilali, Halk Partisini iktidara getirme gayretidir. O devrede demokratik usulle iktidara gelmesi mümkün olmayan Halk Partisi ordu içinde tek hakim partiydi. Ordu, Demokrat Parti'den rahatsızdı. Bu rahatsızlığını, DP'nin iktidara geldiği ilk gün ortaya koymuştu. Fakat DP'nin demokratik yolla ortadan kaldırılması fikri daha ağırlıkta olduğu için ordu müdahale etmemişti. Halbuki daha sonra demokratik yolla DP'nin iktidardan düşürülmesinin zor olduğu görüldü. Ve tamamen demokratik bir yolla iktidara gelmiş bir parti, antidemokratik bir yolla iktidardan indirildi.

Demokrat Parti dönemi Türkiye'sinde bir dini kıpırdanış vardı; ama bu 12 Mart ve 12 Eylül devresine göre devede kulak bile değildir. Fakat o döneme ait dile dolanan ve ihtilale gerekçe gösterilen husus, işte bu kadarcık bir dini kıpırdanıştır. Az sayıda İmam Hatip Okulu açılmıştır. Ezan asli hüviyetine döndürülmüştür. Demek asıl mesele bunlar değildir. Gerekçe Halk Partisinin iktidara gelememesi meselesidir. Zaten çeşitli çevrelerde, bütün anayasal müesseselerde, ordunun içinde ve yüksek bürokratlar arasında DP'nin mutlaka yıkılması gerektiği düşüncesi vardır.



İhtilal günlerinde Adnan Menderes



İşte Türkiye'de ihtilal yapmaya hazır bir hava, bir atmosfer ve bu işi yapmaya teşne bir kadro bulununca, batılılar bu işi körüklediler, yaptırdılar. Ve kendi adamlarını korumanın çaresini de düşündüler. Mesela, aynı darbe içinde Adnan Menderes kadar Celal Bayar da suçluydu. Ama, onun cezasını müebbet hapse çevirdiler, biraz yattı ve çıkardılar.

O zaman Amerika'nın üzerimizde çok baskısı yoktu ama, içimizde CIA vardı ve faaliyetleri serbestti. Hatta o günlerde bir kısım istihbarat örgütleri Amerika tarafından görülüp gözetiliyordu. Ve Amerika da bir-iki göstermelik jestin dışında idamlar mevzuunda sessiz kalmıştı. Demek ki bütün batı zihniyeti ihtilali destekliyordu. Fakat asıl mesele dıştan gelen bu isteklere Türkiye'nin içindeki bazı güçlerin cevap vermesidir. Çünkü ihtilali onlar yapacaktır. Dış ne kadar tahrik ederse etsin, içten cevab-ı sevap alamayınca böyle ihtilaller yapılamaz.

27 Mayıs-12 Mart Farkı
27 Mayıs 1960 ihtilali sol güdümlü bir hareketti. 12 Mart da öyle olsun isteniyordu. Fakat ihtilale beş kala hadiseye el koyan Memduh Tağmaç ve arkadaşları muhtıranın macerasını birilerinin güdümünden kurtardı. Ondan böyle bir atak beklemeyen solcular ne yapacaklarını şaşırdılar. Onlarda görülen 12 Mart aleyhtarlığı, biraz da "yetişemediğine ekşi" diyenin durumu gibi bir tavır. Eğer 9 Mart'ta yapılmak istenen harekata mani olunmasaydı, yapılacak ihtilal çok daha başka olacak ve "Devrim Anayasası" adıyla hazırlanan taslak yürürlüğe girecek, Türkiye isim olarak olmasa bile sistem olarak tam bir komünist ülke haline getirilecekti. Bu solcu güçler ve onların akıl hocalığını yapan devrimbaz sivillerin ortak arzusuydu. Nitekim Ziverbey soruşturmasında hepsinin maskesi düşmüş ve menfur düşünceleri bir bir ortaya çıkmıştı.

12 Mart, bir ihtilal ve darbe değildir. Hükümeti belli konularda uyaran bir ikazdır. Elbette askeri olması yönüyle tasvip edilemez. Hür iradeyi güç kullanmak suretiyle dize getirmenin tasvip edilmesi mümkün değildir de ondan. Fakat, çok daha kötü bir hareketi önlemesi bakımından bu harekete iyimser bakmak mümkündür. Yani, kötüdür ama çok daha kötüye göre o kadar kötü değildir.

12 Mart'la birlikte sol bir darbe yedi. Fakat keyfiyet bakımından sağa da aynı darbe indirildi. "Keyfiyet bakımından" diyorum, zira kemmi (sayısal) buut itibariyle zaten sağda çok az insan vardı. Bununla beraber Halk Partisi ile MSP koalisyonunda umumi af ilan edildi[7]. MSP tarihi yanılgılardan birini de işte o zaman yaptı. Sağda bir avuç insana mukabil, soldan binlerce militan serbest bırakıldı. Burada üzerinde durmak istediğim husus bu değildir. Ben, 27 Mayıs ile 12 Mart'ın dışa yansıyan gerekçeleri arasındaki farklılığa işaret etmek istedim. 27 Mayıs'ta hedef sağ iken, 12 Mart'ta hedef sağ ve sol, yani rejimin tehlikeli gördüğü sistemler olmuştur. Ancak ana hedef yine aynıdır. Zira o devrede de iktidarda sağ bir hükümet vardır. Halbuki zinde güçler iktidara Halk Partisini getirme tutkusundaydılar.

27 Mayıs-12 Eylül Karşılaştırması
Yaşım genç olmasına rağmen ben, 27 Mayıs'ı yakından takip etmiştim. O gün için ihtilale gerekçe gösterilen bütün sebepler 12 Eylül arefesinde çok daha fazlasıyla mevcuttu. Bundan gerekçeleri kabullendiğim anlaşılmasın. Sadece vakanın raporunu arzediyorum.

27 Mayıs öncesi var olan din aleyhindeki duyarlılık 12 Eylül öncesi süper denecek ölçüde artmıştı. Belli güçler, artık ortaya koydukları problemlere sadece ezan ve bir-iki Kur'an Kursu problemi olarak bakmıyorlardı. Hayatın bütün ünitelerinde bir uyanış başlamıştı ve engellenmek istenen de buydu. Hele okuyan kesimde inanan insanların çığ gibi büyümeleri ve İmam Hatip Okullarının büyük ölçüde çoğalması ve göz dolduracak keyfiyete ulaşmaları en az batılılar kadar bizimkileri de ciddi şekilde tedirgin ediyordu.

12 Eylül'de anarşi inanılmaz boyutlara sıçramıştı. Bunu önlemekle görevli bir teşkilat olan Emniyet kendi içinde bloklaşmaya düşmüştü. Polislerin toplam sayısı 45 bindi. Daha sonra CIA'nın gazetecilere verdiği raporda yer alan şekliyle bunlardan 25 bini POLDER'li, 15 bini POLBİR'liydi. Geri kalan kısmın ise zaten yapacağı birşey yoktu. Sağ-sol kavgası günlük yaşantıyı zelzele tesiriyle sarsıyordu. Hiç kimse hayatından emin değildi. Evinden çıkan, belki geri dönememe düşüncesiyle ev halkıyla helallaşıyor ve gideceği yere öyle gidiyordu.

Meclis'te istikrarsızlık vardı. Meclis Cumhurbaşkanı'nı bir türlü seçemiyordu. İcra organları sanki feshedilmişti, devlet işlemiyordu. Partiler arasındaki kısır çekişmeler hükümeti çıkmaza sokmuştu. Gensoru önergeleriyle kelleler alınıyor, bakanlar düşürülüyor ve bu da hükümetin itibarını ciddi şekilde sarsıyordu. Muhalif partiler amansız saldırıya geçmişlerdi. Baştaki insanın eli-kolu çok yönlü bağlıydı. Bazen istemese de, meydana gelen olaylara seyirci kalmaktan öte birşey yapamıyordu. İdare edenlerin de idare edilenlerin de insiyakları azmıştı. Davranışlar, "aşırı"lığı kendilerine rehber edinmişlerdi. Bütün davranışlar ifrat yörüngeliydi. İtidalden uzaklık adeta simgeleşmişti.

Adnan Menderes ve Arkadaşlarına Devlet Töreniyle İade-i İtibar
27 Mayıs 1960 ihtilali ile iktidardan uzaklaştırılan Başbakan Adnan Menderes ve iki bakanı Hasan Polatkan ile Fatin Rüştü Zorlu 1961 yılında Yassıada'da idam edilmişlerdi. İdam yıl dönümleri olan 17 Eylül 1990'da naaşları devlet töreni ile İstanbul Topkapı'ya nakledildi. Cenaze namazları Aksaray'daki Muratpaşa Camii'nde kılındı. Cenazelerin nakli başta Turgut Özal ve eşi Semra hanım olmak üzere devlet erkanı ve büyük bir halk kitlesi eşliğinde gerçekleşti. Aksaray'dan Topkapı'ya kadar yaya yürünerek cenazeler taşındı. Cenaze namazına Fethullah Gülen Hocaefendi de katıldı.

Adnan Menderes ve arkadaşlarının Topkapı mezarlığına nakli

17 Eylül 1990'da Merhum Adnan Menderes'in cenaze namazı için ülkenin her yerinden gelen büyük kalabalık Vatan Caddesine akmıştı. Cenaze namazına Fethullah Gülen Hocaefendi de katıldı ve namaz sonrasındaki defin merasimini sonuna kadar takip etti.


--------------------------------------------------------------------------------

[1] Hüseyin Top'la Fethullah Gülen Üzerine, 29.10.2004

[2] Lüleburgaz Postası, 27.06.1964 tarihli haberi: Talat Aydemir ve Fethi Gürcan'ın İdam Cezaları Tasdik Edildi. 21-22 Mayıs 1963 olaylarından idama mahkum edilen Talat Aydemir ve Fethi Gürcan'ın ölüm cezaları Cumhurbaşkanı tarafından tasdik edilmiş ve resmi gazete ile yayınlanmıştır. İdam cezalarının bu gece sabaha karşı infaz edilmesi muhtemeldir. İdam cezalarının infazından sonra sıkıyönetim kaldırılacaktır.

[3] Kırık Testi; "Askerlik Çok Önemlidir" başlıklı yazıdan; 25.10.2003

[4] 22 Şubat 1962'de İstanbul merkezli olarak başlayan ve birçok ildeki Ordu teşkilatlarına kadar yayılan binlerce devrimci subayın yer aldığı ilk müdahale girişimi gerçekleşir. 22 Şubat günü Ankara'da bulunan Tank okulu, Süvari grubu, 229. Piyade Alayı, Muharebe Okulu, Zırhlı Birlikler Eğitim Merkezi ve Jandarma Okulu harekete geçerek Ankara'nın kontrolünü ele geçirirler. Harekete geçen birlikler TBMM ve Genelkurmay Başkanlığı'nın önündeki alanı da kontrol altına alırlar. Genelkurmay ve kuvvet komutanlıklarında komutanlar emir verecek birlik dahi bulamamaktadırlar. Siyasiler arasında da büyük bir hareketlilik yaşanmakta, milletvekilleri ve senatörlerin çoğu büyük bir panik içinde Ankara'dan kaçma telaşı içindedirler.

27 Mayıs darbesi sırasında yurt dışında olduğu için iktidara ortak olamamış olan Albay Talat Aydemir, Ankara'daki Harp Okulu'nun komutanı olarak genç arkadaşları ile 22 Şubat 1962'de askeri öğrencileri silahlandırarak bir darbe teşebbüsünde bulundu. Halkın yada ordunun başka kademelerinin desteklemediği bu darbe teşebbüsü İsmet İnönü Hükümeti tarafından bastırıldı. Talat Aydemir, 21 ve 22 Mayıs 1963'de bir darbe girişiminde daha bulundu, yine bastırıldı ve bu kez 28 Haziran 1964'te idam edilerek cezalandırıldı.

[5] 1962 Yılında Ramazan ayı 6 Şubat ile 8 Mart tarihleri arasında olmuş

[6] 1938 yılında Yozgat'ın Derbent köyünde dünyaya geldi. Doğumu, nüfus kağıdında 1941 olarak geçiyor. İlköğrenimini köyünde tamamladı. Babası emekli vaiz Ahmet Bilgin Hocaefendi'den Arapça, sarf, nahiv, tefsir, hadis ve fıkıh dersleri aldı. 1964 yılı başında askerden terhis olduktan sonra evli ve dört çocuklu bir baba olduğu halde İmam Hatip okulunun orta ve lise kısmını dışarıdan bitirmek için çalışmalara başladı. 1969'da girdiği Konya Yüksek İslam Enstitüsü'nden 1973 yılında mezun oldu.

Devrekani, Sungurlu, Çankaya (Ankara), Çiçekdağı, Keşan, Yıldırım (Bursa) ilçelerinde müftülük; Ankara ve Bursa merkez vaizliklerinde ve yurtdışında Belçika'da vazife yaptı. 1995 yılında emekli oldu. Üçü erkek, ikisi kız olmak üzere beş çocuk babasıdır. Halen çevresinden gelen istekler üzerine talebe okutmakta, belli günlerde davet edildiği vaaz ve konferanslara gitmektedir.

[7] TBMM'de 18.05.1974'te genel af kanunu kabul edildi. Hükümet olarak CHP-MSP koalisyonu vardı.

 

Add comment


Security code


Refresh

back to top

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu