Genç Adam Analiz

Diyalog hakkında son mülahazalar...

Soru; Diyalogun dinlerarası mı yoksa kültürlerarası mı ol¬ması uygundur? Diyalog denince ne anlaşılmalıdır?

İfade acısından, "dinlerarası" değil de "din mensupları arasında diyalog" demek daha uygun olsa gerek. Aslında, dinle¬rarası diyalog denilirken de, din bir şahs-ı manevi (tüzel kişilik) olduğu için. burada mecaza gidilmekte ve dolayısıyla din müntesipleri kastedilmektedir.

 

Kanaatimce, isme takılmanın bir fay¬dası yoktur; eğer daha isabetli olacaksa "kültürlerarası diyalog" ya da "farklı felsefeler arasında diyalog" denilerek muhteva da¬ha da genişletilebilir ve semavi dinlerin dışındaki diğer inanç mensuplarının da bu faaliyetlere dâhil edilmesi düşünülebilir.

 

Bu itibarla, diyalog, farklı inançlara mensup insanların her¬hangi bir meselede birbirlerinin duygu ve düşüncelerini dinle¬meleri, öğrenmeye çalışmaları, kendi fikirlerini zorla kabul ettir¬me gayretine girişmeden birbirini anlamak maksadıyla karşılık¬lı konuşmaları, böylece uzlaşıp beraber yaşayabilmeleri ve hatta insanlığın ortak problemlerinin çözümünde işbirliğine gidebil¬meleri gibi gayelere matuf faaliyetlerin bütünüdür. Meseleye bu zaviyeden bakılınca görülecektir ki;hoşgörü, diyalog, herkese karşı saygı, herkesi kendi konumunda kabullenme demek aslın¬da Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine Vesikası'nı bir kere daha seslendirmiş olmaktır ve bu bir mânâda Müslümanlar üzerine bir vazifedir. İşte, böyle bir yolla gönülle¬re girmek, onlara Cenâb-ı Hakk'ı duyurmak, Efendimizin adım cihanın her yanma ulaştırmak bütün Müslümanlar üzerine bir vazifedir. Bu itibarla da, zannediyorum, bugün dünyanın değişik ülkelerinde gönüllü kültür elçileri gibi görev yapan insanlar di¬nin tahmil buyurduğu işte bu vazifeyi eda etmektedirler.

 

Evet. adına ne derseniz deyin, ister hoşgörü ve diyalog, ister insanî değerleri öne çıkarma ya da evrensel değerler etrafında kümelenme, isterse de farklı anlayış, farklı inanış ve farklı düşüncelere sahip kimselerin konumuna saygılı olma unvanıyla ortaya konan bu faaliyetler, katiyen kendi değerlerimizden vaz¬geçme ve başkalarının değer ölçülerini aynıyla kabullenme mânâsına gelmemektedir. Belli Ölçüde saygı başka bir mesele,, onu kabullenme daha başka bir meseledir. Diyalog ve kavl-i leyyin yoluyla meseleleri müzakere sahasına çekmek, başkalarını olduğu gibi kabullenmenin değil, onların konumlarına da saygılı olmanın gereğidir ve aynı zamanda kendi duygularımızı, düşüncelerimizi anlatabilmenin de bir vesilesidir.

 

Soru: Özellikle Türkiye'de diyalogun öncüsü olarak siz gösteriliyorsıınuz. Diyalogun sizinle başladığına kabul ediyor musunuz?

Hoşgörü, diyalog veya bizim kullandığımız ıstılah ile 'herkesi kendi konumunda kabul etme' düşüncesi ve bunun hayata inti¬kali İslam Tarihînde bizimle ortaya çıkmış bir şey değildir. Sade¬ce Medine Vesikası'nı bu gözle incelemeye alın; insanın hangi din, hangi ırk, hangi milletten olursa olsun din, hayat, seyahat, teşebbüs ve mülk edinme hakkının olduğunu "İnsanlığın İftihar Tablosu" o mübarek sesini yükselterek âleme duyuruyor mu duyurmuyor mu? Bu hakların dokunulmaz ve aynı zamanda mu¬kaddes okluğu Vesika'da var mı yok mu? Aynı hakikatler başka bir dille, farklı bir anlatma üslubu ile Veda Hutbesi'nde tekrar ediliyor mu, edilmiyor mu? Medine Vesikası ile Veda Hutbesi arasında yaklaşık on yıl var. Demek bu on yıl içinde herhangi bir çizgi değişikliği yok; aksine aynı konuda tahşidat var, tahkim var.

 

Bu kabuller ne Medine Vesikası'nda, ne de Veda Hutbesi'nde zikredilmekle kalmamış, sadece edebiyat tarihine edebi bir risa¬le olarak tevdi edilmemiştir; bu hakikatler aynı zamanda hayat olmuştur. Evet, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bunları bizzat yaşadığı gibi takip eden dönemlerde Raşit Halifeler de yaşamış, tâbiîn de yaşamış, tebe-i tabiin de yaşamıştır. Bakın hâkimiyet dönemlerine, Müslümanlar nerede kilise ve havraları yıkmışlar? Nerede azınlıkların haklarına dokunmuşlar? Nerede vicdan hürriyetine kısıtlama getirmişler? Ve nerede düşünce hürriyeti¬ni tahdit etmişler? Tarihte Müslümanların vesayeti altında yaşa¬yan azınlıklar, kendilerine tanınan bu hakların, başka işgal güçleri tarafından ellerinden alındıkları zaman ancak anlamışlar Müslümanların kendilerine neler bahşettiklerini. Demek bizim mazimizin özü, usaresi bu. Öyleyse diyalog, bizimle başlayan bir süreç değil.
Fakat şunu da kabullenmek gerekir ki bu hakikatler on beş asırlık İslam Tarihinde her zaman Efendimizin (salallahü aleyhi ve sellem) ve "Raşid Halifelerdin gözettiği hassasiyet içinde uygulan¬mamış; uygulanmamış, çünkü bazen işin özünü hazmedemeyen ve içine sindiremeyen nâehil kimseler üst makamları tutmuş. İslam ile bağdaştırmayacağımız dünyevî düşünceler ön plana çıkmış. Makam sevdası, menfaat duygusu, kabile taassubu ve benzeri nice menfilikler zuhur etmiş. Dahası, buna bağlı olarak gün gelmiş nasslar farklı yorumlamalara konu edilmiş. Zamanla bu farklı yorumlar pratiğe yansımış. Dolayısıyla, halk tabiriyle ifade edelim, İslam adına nice kabalıklar yapılmış. Ne var ki, bunların hiçbiri esasında İslam'a ait değil. Müslümanlığı hazmedememiş insanların tavırlarına ait kabalıklardır.

 

Bu zaviyeden, biz hoşgörü, diyalog, herkese saygı, herkesi kendi konumunda kabullenme diyorsak Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) "Medine Vesikası"nı seslendiriyoruz.Veda hutbesi'nde beyan buyurduğu hakikatleri haykırıyoruz. Böylece vazi¬femizi ve vecibemizi yerine getiriyoruz.

 

Soru: Diyalogun dinî temellerine dair Kur'ân'dan delil göstermek mümkün müdür?

Kurân-ı Kerim'e o nazarla bakacak olursanız, diyaloga çağıran pek çok ayet bulabilirsiniz. Bilhassa Ehl-i Kitaba karşı yumuşak olmak Kuran'ın emridir. Değil sadece Ehl-i Kitap. Cenâb-ı Allah, Hazreti Musa'yı, Firavun'a gönderirken dahi "Ona yumuşak söz söyle; olur ki, öğüt alır, kendine gelir ve Al¬lah tan Korkar' (Tâhâ Sûresi,. 20/44) diye mülâyemeti emreder. Mu¬hatapları, Firavun. Nemrut, Şeddad gibi kalb ve kafaları imana kapalı, küfre programlanmış insanlar bile olsa, Müslüman anla¬tacağı şeyleri yine "kavl-i leyyin" ile anlatmalıdır. Galiz sözlerin, insanları kınamanın ve onlara karşı kaba davranmanın İslam'da hiç mi hiç yeri yoktur.

 

Bakara sûre-i celilesinin hemen başında Allah Tealâ şöyle bu¬yurur: "Kuran müttakileri hidayete ulaştırır." Daha sonra da bu müttakilerin kim olduğunu açıklar: "Gaybe iman eden, namazı dosdoğru kılan ve rızık olarak verdiklerimizden infakta bulu¬nanlar. Ve aynı zamanda sana ve senden önceki (Peygamberle¬re) indirilenlere iman edenler. Ve onlar ahirete de kesin bir ya¬kın içindedirler." Kur'ân bu âyetleriyle bizi, çok yumuşak ve bi¬raz da kapalı bir üslûp kullanarak, geçmiş peygamberleri ve ad¬larıyla onlara indirileni kabule çağırır. Daha Kur'ân'ın başında, ondan istifade için böyle bir şartın getirilmesi, bana Ehl-i Kitap ile diyalog adına çok önemli geliyor.

 

Diyalog denince ilk akla gelen âyet-i kerimelerden biri de, "De ki: -Ey Ehl-i Kitap! Bizimle sizin aramızda birleşeceğimiz, müşterek ve âdi! şu sözde karar kılalım:

"Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim. O'na hiçbir şeyi şerik koşmayalım, kimimiz kimimizi Allah'la beraber rab edinmesin." (ÂH İmrân Sûresi, 2/64) mealindeki ilahi beyandır. Evet, İslam'ı bütün bir kale ve hududullah ile çevrilmiş geniş bir kasr-ı muallâ olarak düşünecek olursak, bu sarayın müteaddit giriş kapıları olduğu gibi, bu kapılara ulaştıran ve içeri girmeyi sağlayan mahlukatm nefesle¬ri adedince yolların var olduğunu da unutmamak icab eder. İslam, kendine has üslubuyla insanları bu yollardan herhangi birinde ve yine yolun herhangi bir noktasında kucaklar ve usulüne göre onu kapılarından birinden içeriye çeker. Zannedi¬yorum, böyle bir husus ve tedririlîğin anlaşılamamış olması ya da tam idrak edilememesi, dün olduğu gibi, bugün de bazılarım belli yanlışlıklara sürüklemektedir. İşte bu âyet, Ehli Kitabı, sözü edilen yollardan veya noktalardan birinde yakalıyor; onla¬ra güler bir yüz ve tatlı bir dille yaklaşıp, "gelin" diyor. Bu "gelin'' deyişte, "Sizi çağırdığım, davet ettiğim şeyler, sizin bilmediğiniz şeyler değil; tam tersine, bildiğiniz, ünsiyet ettiğiniz ve bizden çok önce karşılaşıp da, şimdi unutmuş olabileceğiniz veya yanlış hatırladığınız şeyler türündendir.” diyor ki, bu da Kur'ân'nın, Ehl-i Kitapla aramıza bir köprü kurarak onları gayet yumuşak bir şekilde, sıcak baktıkları bir noktadan yakalaması demektir.

 

Allah Teâla bir başka âyette şöyle buyurur. "Zulmedenleri ha¬riç, Ehl-i Kitap ile en güzel olan şeklin dışında hir tarzda, müna¬zara, mücadele etmeyin!” (Ankebut Sûresi. 29/46) Kuran, bu ây eriyle de bize, üslubda takınacağımız tavrı ve sergilememiz gereken edebi salıklar. İslam'da münazara şekil ve üslûbu konusunda Bediüzzaman'ın söyledikleri de son derece dikkat çekicidir: O, "Münazarada karşıdakinin mağlubiyetiyle memnun olan insan, insafsızdır." der ve bunun sebebini de şöyle açıklar: "Onun mağlûp olmasıyla siz bir şey kazanmazsınız; siz mağlûp olup da, o kazanmış olsaydı, o takdirde bir yanlışınızı düzeltmiş olacaktınız." Evet, münazarayı, nefsi adına değil de, gerçeğin ortaya çıkması adına yapan insanın tavrı başka değil bu olmalıdır. Buna karşılık, siyaset meydanlarında, sadece hasmı mağlûp etme düşüncesiyle yapılan münakaşalara baktığımızda, o tartışmalar¬dan olumlu hiçbir netice çıkmadığı da açıktır. Öyleyse, müsâdeme-i efkârdan, yani fikirlerin çarpışmasından hakikatin ortaya çıkması için, karşılıklı anlayış, saygı, hakperestlik gibi düsturlar katiyen kulakardı edilmemelidir. Bu ise, Kur'ânî bir düstur olarak ancak iyi bir diyalog ortamında gerçekleşebilir.

 

Söz konusu âyetin devamında Cenâb-ı Hak, "Onlara şöyle de¬yin: Biz, hem bize indirilen kitaba, hem size indirilen kitaba iman ettik. Bizim ilâhımız da sizin ilâhınız da bir ve aynı ilâhtır ve biz O'na gönülden teslim olduk." (Ankebût Sûresi. 29/46) buyura¬rak, Müslümanlara ortak noktalan öne çıkarmak suretiyle ken¬dilerini anlatabilmek İçin bir zemin oluşturmayı tavsiye etmek¬tedir. Dolayısıyla, Ehl-i Kitabın zalim olmayan kesimiyle müna¬sebetlerimizde, şiddetli davranma ve onları tahrik etme düşüncesi İslamî bir düşünce ve davranış değildir. Böyle bir düşünce ve davranış İslamî olmaktan da öte, İslamî kaide ve prensiplere aykırı bir çarpıklık demektir.

 

Bir başka yerde, "Dininizden Ötürü sizinle savaşmayan, sizi yerinizden, yurdunuzdan etmeyen inançsızlara gelince, Allah si¬zi, onlara iyilik etmekten, adalet ve insafı gözetmekten menetmez. Çünkü Allah âdil olanları sever." (Mümtehine Süresi, 60/8) buyrulmaktadır. Bu âyetin inmesiyle alakalı olarak, Hazreti Esma validemizin müşrike olan annesinin, Mekke'den Medine'ye gelip validemizle görüşmek istemesini naklederler. Hazreti Esma, Al¬lah Resulü'ne gelir ve müşrik annesiyle görüşüp görüşemeyece¬ğini sorar. Bunun üzerine bu âyet nazil olur ve görüşmenin de ötesinde, ona iyilikte bulunmanın dahi herhangi bir mahzuru ol¬madığı ifade edilir (Buhari, Hibe 28.. Edeb 8; Müslim, Zekat 50). Evet, bahse konu olan bu kadın bir müşrikedir. Ayrıca, bu âyet Müslümanlarla Mekke müşriklerinin aralarının son derece gergin olduğu bir sırada nazil olmuştur. Buna rağmen iyiliği, insaf ve adaleti emretmesi bize göre oldukça manidardır.

 

Evet, Kur'ân-ı Kerim'e bu zaviyeden bakınca, konuyla alâ¬kalı daha pek çok âyet bulmak mümkündür. Kaldı ki zaten "İs¬lâm" da ismi, menşei itibarıyla silini, emniyeti ve güveni ifade et¬mektedir.

 

Soru: Kur'ân-ı Kerim'deki öldürme, sürme, harb etme gibi hükümleri nasıl anlamalı?

Geçmiş dönemlerde, bazı Hristiyan ve Yahudilerin apaçık bir gerçek karşısında gösterdikleri inat, ayak direme ve düşmanlığı ifade için Kur'ân'ın kullandığı aynı üslûp, bugünün bütün Yahu¬di ve Hıristiyanları için de aynıyla kullanılacak diye bir şart, bir mecburiyet yoktur. Bu tür âyetlerde sübût-u kat’î arandığı gibi, delâlet-i katiye de aranmalıdır. Yani, bu âyetlerin Kur'ân âyetle¬ri olduğu kesindir. Fakat, o âyetlerin ilk günden bu yana istis¬nasız ve mutlak mânâda her Yahudi ve Hristiyanı içine aldığı ke¬sin değildir.

 

İkinci olarak, o sert gibi görülen üslubun muhatabı, şahıslardan ziyade bir kısım çarpık duygu ve düşüncelerdir. Evet, Kur'îm, ihkak-ı hak gereği sesini yükseltirken, münkirlerden ve nıülhidlerden ziyade, onların dile getirdikleri kâfirce düşüncele¬ri' re malilide? anlayışları hedef almıştır. Kur'ân’ın bu üslubu, o dönemlerde kendilerini Yahudilik ve Hrıstiyanlığa mensup addedenlerin Yahudiliğe ve Hristiyanlığa getirdikleri yanlış yorumlardan ve o yorumlan hayatlarına hayat kılmalarından do¬layıdır. Daha doğrusu, dînî inanç ve düşünceyi bir düşmanlık se¬bebi ve malzemesi yapmalarından dolayı Kuran onları böyle bir üslupla ele almıştır. Yani, Kur'ân'ın tavrı şahıslara değil, yanlış davranış ve yanlış düşüncelere karşıdır; bu tavır, gerçek karşısında ayak direyip, düşmanlık üretme hislerini körükleyen kin, nefret, haset ve kibir gibi tasvip edilemeyecek sıfatlarla alakalıdır. Bu sıfatlara karşı çok daha sert ifadeleri bizzat Tevratta ve İncil'de de görmek mümkündür.

 

Ayrıca, Kur'ân-ı Kerim'de, İslamî hakikatlere başkaldıran in¬sanlara karşı taknılması gereken tavırlar, had, kısas gibi cezaî müeyyideler de vardır. Bu müeyyidelerden hareketle Hulefayı Raşidin Efendilerimiz zamanında, Emevî, Abbasî, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde yapılagelen bazı uygulamalardan bah¬setmek mümkündür. Şayet, o uygulamalar bağlı bulundukları tarihî çizgiden koparılarak değerlendirilirse yanlış kanaatlere varılır. O hâlde, o hadiselere siyak-sîbak münasebeti içinde bak¬mak ve her şeyi öylece değerlendirmek lazımdır.

 

Dahasi; meseleleri değerlendirirken, hadiselerin cereyan etti¬ği şartlar da çok iyi incelenmelidir. Mesela; savaş zamanında harb hukukuna göre verilecek hükümler başkadır; barış anında dikkat edilmesi gereken hususlar ise daha başkadır. Dolayısıyla, bu ifadelerim, bazılarının belki de bilerek yanlış yorumladıkları gibi "hükümlerin dünkü müşrikler için geçerli olduğu ama bugünkü inançsızları kapsamadığı" şeklinde basitçe ele alınma¬malı ve bazı modern yorumcuların seslendirdiği türden bir tarihselcilik olarak da değerlendirilmernelidir.

 

Diğer taraftan Kur'ân, bazılarına sert gibi gelse de, en uygun ifadelerle ortaya koyduğu bu tür sıfat ve davranışları yermesinin ve bu sıfat ve davranış sahiplerini ikaz ve tehdit etmesinin hemen ardından, çok yumuşak ifadelerle gönülleri hakikate uyar¬maya ve kalbilere ümit aşılamaya çalışır. Ayrıca, Kur'ân-ı Kerim'in Yahudiler, Hristiyanlar ve münafıklarda görülen bazı tavır ve davranışlardan dolayı serdettiği tenkit ve ikazların, imanları kendilerini aynı tavır, davranış ve sıfatlardan alıkoy¬maya yetmeyen müzminler için de söz konusu olduğunda Saha¬be ve müfessirler arasında âdeta görüş birliği vardır.

 

Bu itibarla, diyebiliriz ki, İslam'da sulh, sevgi, af, müsamaha esastır; kâfirlere karşı seri davranma gibi hükümler ise eskilerin ifadesiyle "saniyen ve bilaraz"dır. Kaldı ki onlara sert davranma, mücadele etme ve gerektiği yerde öldürme çeşitli sebeplere talik edilmiştir. Şayet o sebepler söz konusu olmazsa, hükümler de tatbik edilmeyecek demektir, O sebepler mevcut değilse o za¬man yapılacak şey "vaz u nasihat”tir, "emr-i bi'1-maruf”tur, "kavl-i leyin”dir ve "tavr-ı leyyin" ile İslam'ın güzelliklerini an¬latmaktır. Bu esasları nazar-ı dikkate almadan, Kur'ân'ı Za¬hirîlerin anladığı şekliyle anlayıp, vurma, kırma, dövme diyen insanlar maalesef ne hükmü, ne hükmün menatını ve ne de İslam'ı anlamamışlardır.

 

Soru: "Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin!"' (Mâide Sûresi. 5/51) ve ''Müslümanlardan başkasını sırdaş edinnıeyin!" (Âl-i İmrân Sûresi, 3/118} mealindeki âyetleri nasıl anla¬mamız gerekiyor?

Kur'ân'ı anlama mevzuunda, Kur'ân'nın bir kısmı bir kısmını tefsir ettiği gerçeğinin ve tahsis, ta'mim, takyit ve esbâb-ı nüzûl gibi tefsir usulüne ait düsturların göz önünde bulundurulması çok önemlidir. Söz konusu âyetleri de bu çerçevede ele almak ge¬rekmektedir: Kur'ân-ı Kerim, "Yahudi ve Hristiyanları dostedinmeyin!"' (Mâide Sûresi. 5/51) buyurduğu gibi, “Allah sadece, dininizden Ötürü sizinle savaşan, sizi yerinizden yurdunuzdan kovan ve kovulmanıza destek veren kâfirleri dost edinmenizi meneder. Her kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta ken¬dileridir.'" (Mümtehine sûresî: 60/9) buyurarak Mâide süresindeki âyeti takyit etmekte, yani sınırlayıp çerçevesini belirlemektedir.Nitekim Kurân-ı Kerim, bütün Ehl-i Kitabın aynı olmadığım, onlar arasında Allah'tan korkan, zulümden kaçınan ve ahirete inanan kimselerin de bulunduğunu ifade ettiği gibi. Peygamber Efendimiz de onları bir tutmamıştır. Mesela; Medine Vesikası'na uymayan Yahudilerden Beni Kurayza’yı cezalandırdığı dönemde yine bir Yahudi kabilesi olan Beni Nadir ile anlaş¬masını devam ettirmiştir.
Ayrıca, özellikle Zâhid-i Kevseri ve Nur Müellifi gibi tefsirciler, bu ve benzeri âyetleri açıklarken "Hükmün müştakka taliki me'haz-i iştikakın illiyetini iktiza eder." kaidesini esas almışlardır. Yani, bu ve benzeri âyetleri "bir sözden çıkarılan hüküm için esas alınan kelime, o hükme illet olmalıdır." kaide¬sine göre tefsir etmişlerdir. Dolayısıyla, ilâhî beyan "Onları din¬leri itibarıyla, Yahudilik ve Hıristiyanlıklarını paylaşma şeklinde dost edinmeyin." demektir.

 

Üstad Hazretleri, bu meseleyi ele alırken, "Ehl-i Kitap'tan bir mahremin olsa elbette seveceksin!" der ve çok önemli bir nüan¬sı hatırlatır. Ehl-i Kitaptan bir kadınla evlenen Müslüman, el¬bette hanımını sever; fakat, onun bu sevgisi hanımının dinini de sevmesi ve kabul etmesi mânâsına gelmez.
Ayrıca, onları dost edinip edinmeme mevzuunda, meselenin siyasi yanları, muhatapların anlaşma şartlarına uyup uymamamaları ve dini, bir düşmanlık sebebi yapıp yapmamaları da dik¬kate alınmalıdır.Hasılı, medeniyete ve terakkiye açık yanlarını ve mü'mince sıfatlarını istihsan etmeye, evrensel barışı ve asayişi sağlamaya matuf bir dostluk, katiyen Kur'ân'ın nehyettiği dostluğa girmez.

 

Soru: Peygamber Efendimizin hayatında böyle bir diyalo¬gun misalleri var mıdır?

Tabii ki vardır; zira, bu şehrahın ilk fatihi Allah Resülü'dür. O, Mekke'deki müşriklere karşı bu üslupla davranmış, Hudeybiye sulhunda meseleyi pratik olarak ortaya koymuş, Medine Ve¬sikası ile de bu hususu te'yid buyurmuştu. Hangi din, hangi ırk, hangi milletten olursa olsun din, hayat, seyahat, teşebbüs ve mülk edinme haklarına dokunulmayacağını ilk kez İnsanlığın İftihar Tablosu âleme duyurmuş ve bir yönüyle, birlikte yaşama ve diyalog köprüleri inşa etme tavsiyelerinde bulunmuştu. O, aynı hakikatleri farklı bir üslup ve eda ile Veda Hutbesi'nde de tekrar etmişti.

 

Ayrıca, Resûl-ü Ekrem Efendimiz, başta Hristiyan kabileler olmak üzere etrafındaki bütün topluluklarla anlaşma yolunu seçmiş ve hep sulh taraftarı olmuştu. Mesela, O, Hristiyanlardan İbn Haris b. Ka'b ve kabilesi, Bahreyn halkı ve Yemenliler ile muahede imzalamıştı. Necran Hristiyanları ile yaptığı anlaşma ise Medine Vesikası kadar tarihi önemi haiz bir vesikaydı. Mer¬hum Muhammed Hamîdullah Hocanın ısrarla nazara verdiği bu muahedenin bir iki maddesi şöyleydi: "Ehl-i Kitaba merhamet edilecek, kimsenin onları incitmesine izin verilmeyecek... Bir Hristiyan kadın bir Müslüman erkeğin nikahı altına girerse Müslüman koca onun Hıristiyanlığına razı olacak, kendi dini görevlerini yerine getirme konusundaki isteklerine uyacak ve onu bunlardan men etmeyecek. Kim buna uymaz ve kadını dini konusunda sıkıştırır, baskı akında tutarsa Allah'ın ahdine, Resûlü'nün anlaşmasına karşı çıkmış olur ve o kimse Allah nezdinde yalancılardan biridir. Eğer onlar mabedlerini tamir gibi bir din işinde veya herhangi bir dünyevi ihtiyaçlarında Müslümanlardan yardım isterlerse Müslümanlar onlara yardımda bulunacak ve bu onları borç altına sokmayacaktır; bu yardım, Allah Resûlü'nün ahdine vefa, onlara hediye ve Allah’ın lütfü olarak yapılacaktır."

 

Evet, Allah Resulü hep diyalog ve anlaşma arayışında ol¬muştu; bunu aynı zamanda peygamberliğinin bir esası olarak ortaya koymuştu. Ebû Cehil, küfür ve cehaletin babasıydı; fakat Efendimiz onlarca defa onun ayağına gitmiş ve davasını an¬latmıştı. O inat etmiş, kabule hiç yanaşmamıştı ama Efendimiz de anlatmaktan geri durmamıştı. Kâinatın iftihar Tablosu, Ebû Talib'in ocağında neşet etmiş, amcası vefat edene kadar belki yüzlerce defa onu da Hak dine çağırmış; defalarca "Amca, ne olur bir kere "Lâ ilahe illallah, Muhammedün Resûlullah" de; de ki, ahirette sana şefaat edeyim" buyurmuştu. Peygamber Efendi¬miz, sadece Ebû Talib'e bile birkaç yüz defa aynı davette bulunmuş; "kâfir" deyip onu terk etmemiş, hep yanında olup bir fırsat kollamış ve ona defalarca İslam'ı anlatmıştı. Amcası ölüm döşeğindeyken bile, Allah Resulü, bir kere daha ona ebedî huzur ko¬ridorunu işaret etme gayretine girmişti. Şimdi eğer O, irtibatı kesse, Ebû Talib'in yakınında durmasa ve onun evine gidip gel¬mese idî nasıl anlatacaktı davasını?

 

Aslında, o ilk dönemde, dini anlatma gayesiyle cihanın her yanma giden sahabe efendilerimiz yumuşak tavırlarıyla, müsa¬maha ve mülayemetleriyle gönüllere girmişlerdi. Onlarla tanışan insanların pek çoğu İslam'ın nuruyla aydınlanmış, bazıları da hiç olmazsa müslümanlara sempati duyar hâle gel¬mişti. Hazreti Mus'ab (radıyallahu anh), Efendimizin emriyle, Me-dine-i Münevvere'ye gittiği zaman, orada putperestlerle aynı mekânda bulunmasaydı ve onlarla yakınlık tesis etmeseydi, nasıl duyuracaktı ki İslam'ı? Halbuki, Hazreti Mus'ab gibi tebliğ ve temsil abidelerini Lanıymca en katı kalblcr bile eriyor, yumu¬şuyor ve fönül nzasıvla İslam'a koşuyorlardı. O seviyeyi yakala-yamayanlar ise, en azından Müslümanın kan dökücü, kavgacı ve fesat çıkarıcı olmadığını görüyor, müminlere karşı yakınlık duy¬maya başlıyorlardı

 

Dihyetü'l-Kelbî hazretleri, Peygamber Efendimiz tarafından Roma İmparatoru'na elçi olarak gönderilip Heraklius'a davet mektubunu sunduğunda, o kadar aşk u heyecanla dolu ve o den¬li coşkuluydu ki, onun bu haline vurulan Heraklius "Bilmem ki, tebliğ için yollara düşerken ve çöle açılırken, Hazreti İsa'nın ha¬varileri de bu kıvamda ve bu celâdette miydi?'' diyerek hay¬ranlığını ifade etmişti. Dihyetül Kelbî, tâ Heraklius’un ülkesine kadar gitmeseydi onlar nereden bileceklerdi Hak dini? İmpara¬torun piskoposu o yüce sahabiyi tanımasaydı, iman ufkunu nasıl yakalayacak ve nasıl gaybî biat edecekti Allah Resûlü'ne?

 

Soru: Raşit Halifeler devrinde ve onlardan sonraki dönem¬lerde de diyaloga mesned olabilecek hadiseler vuku bulmuş mudur?

Hulefâ-yı Râşidîn efendilerimizden günümüze kadar hemen her zaman Müslümanlar Ehl-i Kitaba karşı hep mürüvvetkârane davranmış, hatta zulme maruz kalsalar da asla zulmetmemişler-dir. Mesela, Haçlı seferleri sırasında camilerin kiliseye çevrilme¬sine aynı dilden cevap vermek isteyen müslümanlar "Onlar bi¬zim rehberlerimiz değil; bizim dinimizde mabedlere saldırı yok¬tur!'' diyen İslam ulemasından fetva alamamış ve kiliseleri oldu¬ğu gibi bırakmışlardır.
Emevîler, Abbasîler, Selçuklular ve Osmanlılarla sürüp gi¬den upuzun bir dönemde, başka din ve inanç müntesipleri İs¬lam topraklarında hep huzur içinde yaşamış, kendi inanç ve kültür değerlerinden taviz vermeye hiç mi hiç zorlanmamış ve Müslümanların idaresini kendi dinlerinden olan kimselerin em¬ri altında yaşamaya tercih edecek kadar hayatlarından memnun kalmışlardı. Müslümanlar da bu toplumlarda onlarla beraber yaşama ve hâl diliyle onlara İslam'ın güzelliklerini anlatma yolu¬nu seçmiş ve bu anlayışa hep uygun davranmışlardı. Tarihin sayfaları şöyle bir karıştırılsa bu meseleye örnek teşkil edebile¬cek pek çok uygulama ve anlaşma görmek mümkün olacaktır:

 

Taberi'nin naklettiğine göre; Hazreti Ömer efendimiz Eyle halkına teminat verirken anlaşma metnine şu maddeyi koymuş¬tu: "Onların can ve mal emniyeti, kiliseleri, haçları, bütün fert¬leri teminat altındadır. Kiliseleri mesken yapılmayacak, yıkılma¬yacak ve içindeki eşyalara asla dokunulmayacaktır. Onlardan hiç kimseye dini inanışından dolayı zorlamada bulunulmayacak ve katiyen zarar verilmeyecektir."

 

Müslümanlardaki bu hoşgörü ve vicdan hürriyeti tarih boyu hep böyle devam etmişti. Öyle ki, İ. H. Danişmend'in anlattı¬ğına göre, Fatih döneminde Ortadoks Sırplar, Katolik Macarlar ile Osmanlılar arasında tercih yapma durumunda kalınca ken¬dilerine din ve vicdan özgürlüğü tanınacağından emin olarak Osmanlı himayesine girmişlerdi. Yine, Fatih Sultan Mehmet'in, Bosna'daki Latin papazlarına verdiği ferman çok meşhurdur ve tam bir insan hakları vesikasıdır.
"Devlet-i âliye-i Osmaniye’yi insanlığın şemsiyesi yapaca¬ğım" diyen Sultan 2. Bayezid, İspanya'daki zulümden kaçan 150 bin Yahudi'ye sığınma hakkı tanımıştır.

 

Yavuz Sultan Selim de Kudüs Ermeni Patrik'ine verdiği emanda hiç kimsenin dini vecibelerini yerine getirmesine mani olunmayacağını ve mabetlerinin korunacağını taahhüt etmiştir.

 

Evet, Raşit Halifelerden Ömer b. Abdülaziz'e, Nureddin Zengi’den Selahaddin Eyyûbî'ye, Alparslan'dan Fatih'e kadar bütün Müslüman idareciler emirleri altındaki gayrimüslimleri bir emanet gibi görmüş; onlara İslam'ı hâl ile anlatma hususunda azami gayret göstermişlerdi. Dahası, Cumhuriyet döneminde de aynı hoşgörü devam etmiştir ve Nazi zulmünden kaçanlar gelip Anadolu'ya sığınmıştır.

 

Soru: Bazı kesimler diyalog faaliyetlerini dinden taviz ver¬me olarak algılıyorlar. O türlü tenkitleri nasıl değerlendiriyor¬sunuz?

Hoca görünen, ya da seleften miras kalan şeyler adına "kutup"luktan, gavs'lıktan bahis açanlar nasıl düşünürse düşün¬sün, bizim kalbimizi Allah biliyor. Ben, değil böyle büyük mese¬lelerde, yatağa girerken bile elimden geldiğince Efendimizin tarzını uygulamaktan taviz vermedim. Arkadaşlarımın da taviz verdiğini zannetmiyorum. Neylersiniz ki, sayıları az da olsa, bazı insanlar bu hayırlı faaliyetleri bir "gâvurlaşma" ve "gâvurlaştırma" gibi gördü ve göstermeye çalıştılar; mantığını anla¬makta zorluk çektiğim bir yaklaşımla, maalesef, bu harekete gönül vermiş insanlar hakkında dalâlet ve küfür isnadında bu¬lundular, âyet ve hadislere sadece bir açıdan bakarak, siyak sibak bütünlüğünü görmezlikten gelerek yaptıkları yorumlarla, onlar hakkında "bid'atkâr'dan "kâfir”e kadar bir sürü iftirada bulundular. Çoğu zaman, en masum söz, tavır ve davranışları bi¬le kendi garazkârlıklarından dolayı yanlış vadilere çekti; bazen de bazı arkadaşların -eğer varsa- ferdî hatalarını bu faaliyetleri destekleyen bütün gönüllülere yükleyerek, hepsini birden tekfir ettiler.

 

Oysa, değil bir topluluğu, tek bir inşam bile küfürle itham et¬mek dinimize göre altından kolay kalkılamayacak bir vebaldir. Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelut tehâyâ), “Bir Müslüman bir başka Müslümana "kâfir" dediği zaman ikisinden birisi mutlaka kâfir olur. Eğer küfür isnad edilen insan gerçekten kâfirse, o söz yerini bulur. Fakat değilse, o zaman söz, küfür isnad edene döner ve o kâfir olur," buyurmaktadır. Buhari, Müslim, Ebû Davud ve Tirmizi gibi en muteber kaynaklarda yer alan bu badis-i şerifi ve dinimizin bu konudaki hassas ölçülerini bilen bir in¬sanın başkaları hakkında o kadar rahat konuşması, hele hele ko¬ca bir topluluğu tekfir etmesi çok büyük bir hata ve bir dalalet¬tir!.

 

Ne tuhaftır ki, bir kesim çekememezlikten "Amerikancı" di¬yor, diğer bir kesim "işbirlikçi." Aslında İslam'a hasım bazı has¬ta ruhlar, "Bunlar şeriatçıdır, dini getirip hayata hâkim kılacak¬lar." diyor; bazıları da tam tersini iddia edip diyalog gayretlerini misyonerlere, onların rahat ve serbest dolaşmalarına, propagan¬da yapmalarına ve kilise faaliyetlerine destek gibi görüyor ve gösteriyorlar. Bunlar öyle birbirine zıt şeyler ki, hepsi bir yere is¬nat ediliyorsa, bu tür taarruzlar bütün iddiaları kendiliğinden düşürür. Kanaat-i acizanemce, bazıları dine düşman olduklarından dindarların vesile olduğu hiçbir hayırlı işi kabul etmi¬yorlar; bazıları da, haset ve kıskançlıktan dolayı her başarının kendilerine isnat edilmesini istediklerinden bu işi bir türlü haz¬medemiyorlar.

 

Onlar ne derse desin, niyetimizi Allah biliyor, otuz seneden beri bu millet de biliyor. Allah'ın rızasını kazanmak ve tarihî bi¬rikimlerimizi dünya insanlarıyla paylaşarak kanlı bir coğrafyada sulh adacıkları oluşturmaktan başka bir sevdamız yok bizim. Biz, mîllet olarak, kendimizde çok güzel şeylerin bulunduğuna inanıyoruz. Allah (celle celâluhu) iyi şeyleri tecrübe etme ve adeta bir dantela gibi tabiatımıza işleme imkânını vermiş bize -inşaallah yerinde değerlendirilir.- Elâlem, bir tuval üzerinde kara¬ladığı çizgileri, resim sergisi diyerek neşrediyor. Bizim ise, bir yönüyle dört bin senelik, bir yönüyle de altın çağımız diyeceği¬miz bin senelik şanlı bir tarihimiz var. Pek çok meselede mümârese sahibi olmuşuz; mesela, ciddi bir estetik anlayışı ge¬liştirmişiz. Bu güzellikleri teşhir etmemiz ve bu iş için sergiler açmamız hem hakkımız hem de vazifemizdir. İşte günümüzde bu türlü sergilerin açıldığı yerler de eğitim yuvalarıdır, okul¬lardır, kültür lokalleridir, hatta ticaret mülahazasıyla yurtdışına giden insanımızın açtığı iş yerleridir ve hepsini kuşatan diyalog faaliyetleridir. Çünkü, onların tavır ve davranışlarından dökülen şeyler de yine bizim mazimiz, bediî zevklerimiz, dinî telakkileri¬miz ve ahlakî mülahazalarımız olacaktır. Evet, bizim bu değerle¬rimizin, başka kültürlerin insanlarına çok mânâ ifade edeceği kanaatindeyim.

 

Ayrıca, daha önce de arz ettiğim gibi, hoşgörü ve diyalogu biz icat etmedik. Öteden beri bu konuyla ilgili dünyanın değişik yer¬lerinde toplantılar yapılıyordu. O türlü toplantılar Arap âlemin¬de de yapılıyordu, Uzakdoğu'da da, Vatikan'da da, Avrupa'da da, Amerika'da da. Bazı Müslümanlar da çağrılıyorlardı oralara; fa¬kat senaryoyu hazırlayanlar başkalarıydı. Onlar, diyalog vize¬siyle her yerde rahat rahat dolaşıyor ve hatta misyonerlik yapıyorlardı. Bu mânâda, Müslümanlar işin içinde yoklardı; kendi düşüncelerini söyleyemiyor, "Bu defa da şöyle yapalım." teklifinde bulunamıyorlardı; "Abant'ta yapalım, Harran'da yapalım" diyemiyorlardı. Oysa, bugün Müslümanlar da bu serbest dolaşım vesilesini kullanabiliyorlar. Yani, hoşgörü ve diyalog¬dan, başkaları kendi düşünceleri adına ne kadar istifade ediyor¬sa siz de kendi dininiz ve diyanetiniz adına o kadar istifade edi¬yorsunuz. Şayet dininizi ve milletinizi seviyorsanız, bundan ra¬hatsızlık duymanız değil memnun olmanız gerekir. Maalesef, bazıları bunu ya bilemiyorlar, ya anlayamıyorlar ya da kıskançlık gözlerini kör etmiş.

 

Soru: Bir kitabınızda yer alan 'Herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslah et¬melidir. Hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümünü, yani 'Muhammed Allah'ın Resulüdür' kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere bile rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır." söyleriniz bazı kesimler tarafından ten¬kit ediliyor. O sözü şerh eder misiniz?

Evvela, bir sözü doğru değerlendirmek için o sözün siyak ve sibakına (öncesine ve sonrasına) da bakmak gerekir. (Söz konu¬su yazının yer aldığı kitabı isteyip alakalı bölümü açıyor) Bakın size o bölümü okuyayım da kendiniz değerlendirin: “Bu konuda bana, başkaları tarafından anlatılan bir vakayı arzetmek istiyo¬rum. Çok eski yıllarda birisi gelmiş bana İslami cemaatlerden bi¬risini sormuş. Ben de: "Onlar, ufkumuzda yalancı bir şafağın bi¬le olmadığı dönemde, Edirne'den Ardahan'a kadar ülkemizin her tarafını köy-kent demeden dolaşarak kurslarla, yurtlarla, pansiyonlarla donattılar." demişim. Aradan bir iki ay geçmiş. Bornova'da akşam sohbetleri sırasında yine aynı soruyu sor¬muşlar, ben yine benzer şeyler söylemişim. Belki aradan birkaç ay geçmiş o zat tekrar gelmiş, yine aynı soruyu sormuş. Ben de ilk söylediğime benzer şeylerle soruya cevap vermişim. Bu mese¬lenin bir de öteki yüzü var. -Bilmiyorum söylesem mi?- O zat benim, haklarında böyle konuştuğum cemaate gitmiş, dediklerimi aktarmış. İhtimal bu hususta ölçüyü tam anlamıyla kavrayamayan birisi benim için "Aktörlük yapıyor." demiş. İkinci ve üçüncü seferlerde de aynı şekilde cevap alınca "Bir insanın beni tanıma¬dan, nereden geldiğimi bilmeden, farklı zamanlarda ne niyetle sorulduğunu bilmediği bir soruya hep aynı şekilde cevap vere¬bilmesi mümkün değildir ve bu katiyen aktörlük olamaz" demiş. Evet bizim için temel ölçü, din ve diyanete, hangi yolla olur¬sa olsun, hizmet etmektir. Biz az veya çok bu uğurda katkısı bu¬lunan herkesi, ama herkesi alkışlar, başlarımızı ayaklarının altı¬na kaldırım taşı gibi koyabiliriz. Kaldı ki bu ölçüyü biz koymuyo¬ruz ki? Allah ve Resulü bu hususla alakalı ölçüyü asırlar önce koymuşlar: "La ilahe illallah, Muhammedün Resûlullah diyen herkes, bizim din kardeşimizdir. Ayrıca kabirde Münker-Nekir, "Rabbin kimdir, nebin kimdir, dinin nedir?" diye soracak. O so¬rular arasında falanı filanı kabul etme yoktur. Yani onları kabul etme iman esasları arasında değildir. O halde ben, ne diye şu ya da bu sebeple beni tasvip etmeyen din kardeşlerime cephe alayım ki?"

 

İşte bunlar söylendikten sonra söz konusu cümle yer alıyor ve deniyor ki: "Hasılı, herkes kelime-i şehadeti esas alarak et¬rafındaki insanlara bakış açısını yeniden ayarlamalı. Hatta onun birini söyleyip diğerini, yani "Muhammedün Resûlullah"ı söylemeyen insanlara bile, rahmet nazarıyla bakmalı. Çünkü hadis¬lerde anlatıldığına göre, Allah'ın o engin rahmeti ahirette öyle tecelli edecektir ki, şeytan bile: "Acaba ben de istifade edebilir miyim?" diye ümide kapılacaktır. Şimdi böyle bir rahmet engin¬liği karşısında, cimrilik yapma ve o cimriliği temsil etme bize ya¬raşmaz. Hem bize ne? Mülk Onun, hazine Onun, kul O'nun...Öyleyse herkes haddini bilmeli...'"

 

Kaldı ki, tenkit ettikleri o cümleden hemen sonra şu parag¬raf yer alıyor ve kelime-i tevhidin bütününe dikkat çekiliyor: "Söz buraya gelmişken bir düşüncemi arzederek bu faslı da ka¬patmak istiyorum. 70li yıllardan beri beni ve hizmetimizi yakın plana alan ve yakaladığı her fırsatı değerlendirerek gam¬mazlayan, hatta devlet ricalini iğfal eden ve bir gazetede sahibi olduğu sütunu çoğunlukla bunlara ayıran bir yazar bir gün "Lâ ilahe illallah, Muhammedün Resûlullah" dese inanın bana, o gün benim için bayram olur. O şahsın bana yıllardan beri durmadan, usanmadan, yılmadan düşmanlık yapmasını hiç önemsemeden onu bağrıma basarım. Evet, önemli olan o zâtın Allah ile arasındaki düşmanlığı aşabilmesi ve O'na yakın olabilmesidir."

 

Soru: Yani, tenkit edilen sözleriniz ınücerred "Lâ ilahe illal¬lah" demenin kurtuluş için yeterli olduğu manasına gelmiyor; onu söyleyen bir insanın "Muhammedün Resûlullah" demese de ahiret azabından kurtulacağını söylemiş olmuyorsunuz; öyle mi?

Tabii ki... Bediüzzamanın ifadeleriyle söyleyecek olursak, "Kelime-i şahadetin iki kelâmı birbirinden ayrılmaz, birbirini is¬pat eder, birbirini tazammun eder, biri birisiz olmaz. Madem Peygamber (aleyhissalâtü vesselam) Hâtemül-Enbiyadır, bütün en¬biyanın vârisidir. Elbette bütün vusul yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrâsından hariç hakikat ve necat yolu olamaz." Ben hayatım boyunca herkese karşı cennet hâzinleri gibi yumuşak edalı olup, yarım kelimeyle dahi olsa insanlara bir ümit vererek bir kurtuluş yolunun olabileceğini hatırlatmaya çalıştım. Bazen mükellefiyetlerin tam-tekmil edasının bile in¬sanın kurtuluşu için yetmeyeceğini söyleyip asıl meselenin Rahmet-i İlahiye ye iltica olduğunu anlattım. Bu sözü de Efendimizin bir hadis-i şeriflerine dayanarak söyledim: “Bir gün Allah Resulü 'Hiç kimse ameliyle kurtulamaz." deyince, Sahabe Efendilerimiz: "Sen de mi ey Allah'ın Resulü?" diye sorarlar. Efendimiz, "Evet, ben de kendi amelimle kurtulamam. Ancak Allah rahmet ederse kurtulabilirim." cevabını verir. Ama aynı Allah Resulü bir başka hadislerinde, "Lâilahe illallah deyin kurtulun." buyurur. Zanne diyorum, havf ve reca dengesini anlamayanlar en masumane sözleri de kendi anlayışlarına göre bir yerlere çekiyor ve keyifle¬rine göre yorumluyorlar.

 

Soru: Peyganıberimiz'in risaletinin ilk senelerinde kelime-i tevhidin sadece ilk kısmım söylediğini iddia ettiğiniz hususu tenkit ediliyor?

Önce şunu ifade edeyim ki; bu benim iddiam değil; insanla¬rı, az da olsa bildikleri ulûhiyet inancına ve tevhit düşüncesine çağırmak ve daha sonra söyleyeceklerine alıştırmak için Efen¬dimizin kullandığı bir tebliğ yoludur. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Allah (celle celâluhu) tarafından bütün in¬sanlığa son elçi olarak gönderilmiş ve kendisinden önceki pey¬gamberler gibi başta tevhid (Allah'ın varlığı ve birliği) olmak üzere itikada ve amele müteallik değişik esasları insanlara teb¬liğ etmekle vazifelendirilmiştir. Evet, diğer elçiler gibi o En Büyük Elçinin de ilk vazifesi, insanları değişik putlara tapmak¬tan, onların esaretinden kurtarmak suretiyle bütün kâinatta farklı eser ve tecellileriyle varlığını ve birliğini apaçık gösteren bir tek Yaratıcıya inanmalarını; dolayısıyla da her türlü zihni, ruhî ve kalbi dağınıklıktan kurtulmalarını sağlamaktır.

 

Efendimiz risalet vazifesiyle tavzif edilir edilmez, adeta ma¬halle mahalle, çarşı çarşı, kapı kapı dolaşarak muhataplarına Al¬lah'ın tek yaratıcı olduğunu, dünya saadetinin ve ahirette kurtu¬luşun buna inanmakla mümkün olabileceğini anlatmaya çalışmıştır. Haddizatında, bu teklifte bulunan belli ki bir pey¬gamberdir ve O'nun tevhid davetini kabul eden de Ona inan¬mak suretiyle nübüvvetini de kabul etmiş demektir.

 

Başta Ahmed b. Hanbel'in Müsned'i olmak üzere değişik pek çok kaynakta geçen bir hadis-i Şerif şöyledir; Rabîa bin Abbâd an¬latıyor: “Allah Resûlü'nü Zü'1-Mecaz panayırında gördüm. İnsan¬ların arasında dolaşıp onları Allah'a inanmaya çağırıyor ve dur¬madan tekrar ederek "Kûlû lâ ilahe illallah, tüflihû - Allah'tan başka ilâh yoktur deyin, kurtulun!" diyordu. (Yani kurtuluşu la ilahe illallah demeye bağlıyordu.) İnsanlar da sükûnetle dinliyor¬lardı. Yalnız Allah Resûlü'nün arkasında saçları örülü ve aynı za¬manda da şaşı birisi vardı ki, Allah Resulünü susturmaya uğ¬raşıyor, etrafındakilere de "Bu adama inanmayın, -hâşâ- o bir ya¬lancıdır; sizi atalarınızın dininden döndürmek istiyor!" deyip du¬ruyordu, Oradakilere adamın kim olduğunu sordum. Bana "Allah Resûlü'nün amcası Ebû Leheb'tir." dediler.

 

Efendimizin peygamberliğinin ilk yıllarında gerçekleşen bu hadise ve Onun “Lâ ilahe illallah deyin kurtulun!"”demesi, Ebû Cehil’in orada bulunması ve Efendimizin mübarek yüzüne top¬rak savurması gibi değişik ek ve nüanslarıyla Müstedrek’te. İmam Buharî'nin Tarihu'l-Kebîr'inde, Beyhakînin Sünen'inde ve daha başka eserlerde anlatılmıştır. Sahih-i Buharı şerhi Fet-hu'î-Barî'de İbn-i Hacer, Efendimizin "Allah'tan başka ilah yok¬tur deyin, kurtulun" ifadesinin. O'nuın kavmine ilk çağrısı oldu¬ğunu ve Yemen'e gönderdiği Hazreti Muaz'a da, “Onları davet edeceğin ilk şey Allah'ın birliğine şehadet etmeleri olsun.” dedi¬ğini nakleder.

 

Soru: Yani Resûl-ü Ekrem Efendimiz bunu bir tebliğ meto¬du olarak mı yapmış?

Bu üslupta aslında Peygamber Efendimizin tevazu ve mahvi¬yetini görmek gerekir. Ben hu konudaki hadis-i şerifleri ne za¬man zikretsem hep gözlerim dolmuş ve "Ya Resûlallah, senin is¬min olmadan bu söz eksik kalıyor; ama zannediyorum sen in¬sanları kendine çağırmadığını, onları Allah'a davet ettiğini ifade etmek ve onları alıştırmak için kendi adını zikretmiyorsun. Se¬nin mülahazalarının ötesinde bir şey söylemek haddimiz değil¬dir; fakat, orada senin adını geçmemesi bana çok giran geliyor; çünkü, sensiz bu yollar aşılmaz, sensiz sahil-i selamete ulaşıl¬maz!" demişimdir.

 

Doğrusu, Kelime-i Tevhidin ancak Efendimizin peygamberli¬ğini ikrarla tamam olacağı hususundaki inancıma -ki bu her Müslümanın inancıdır- kitaplardan ve eski sözlerimden deliller göstermeyi de çok gereksiz buluyorum. Fakat, adeta cımbızla se¬çip hem de anlamadıkları sözleri kendi anlayışlarına göre yo¬rumlayanlar mesela şu cümlelerimi hiç mi görmediler diye düşünmeden de edemiyorum: "Artık bugün eşya ve hâdiseleri didik didik eden pek çok kimse mutlak hakikat olan Allah'a ulaş¬ma yolunda; buna karşılık pozitivizm ve rasyonalizmin getirmiş olduğu 'inkâr-ı ulûhiyet' anlayışı da yavaş yavaş yıkılıyor. Batı alemindeki ferdî hâdiselerle başlayan, yani James Jean, Eddington, Einstein gibi kimselerin dine yönelişi, şimdilerde kitlevî hüviyet kazanmak üzere.. fakat ben ne kadar arzu ederdim, 'Lâ ilahe illallah' diyen bu insanlar 'Muhammedun Resûlullah' de¬sin ve tam kurtuluşa ersin! Mesela, Jean deli gibi aşık bir insan. Ama Muhammedi vapura binememiş. Eddington, astro-fizikçi. Devasa bir kamet. James Jean Pakistanlı bir dostundan 'Al¬lah'tan hakkıyla korkan âlim kullardır.' (Fâtır Sûresi, 35/28) âyetini duyunca "Bu başka değil, bu bir Allah kelâmı' itirafında bulunur; bulunur ama bu Hazreti Peygamberi de ikrar anlamına gelir mi? Bunu bilemeyeceğim ama Einstein bu kâinatı, içinde işleyen müthiş nizam ve ahengi görüp de Allah'ı kabul etmemeyi ap¬tallık sayar. Fakat o da Hazreti Muhammenin kaptanlığını yap¬tığı gemiye bin dileyenlerden biri.. ve daha niceleri.. (Fasıldan Fasıla-2, 255)

 

Evet, en masumane sözlerden hiç olmayacak mânâlar çıka¬ranlar; keşke bir kez olsun, cami kürsülerinde Peygamber Efen¬dimizi anlatmaya çalıştığım, aylarca devam eden vaazlarıma ve daha sonra Sonsuz Nur adıyla kitaplaştırılan, belki yirmi değişik dile tercüme edilen, bugün yurtdışında üniversitelerde ders ki¬tabı olarak okutulan ifadelerime de baksalardı.

 

Soru: Diyalog toplantılarına gelip giden gayrimüslimler arasında İslam'ı hak din, Resûl-ü Ekrem Efendimizi de hak peygamber olarak kabul edenlere şahit oldunuz mu?

Diyalog sürecinde benim yanıma gelenler olduğu gibi farklı ortamlarda görüşmelerimiz de oldu. Beraber bulunduğumuz za¬manlarda namaz vakti girince izin istediğimiz zaman saygıyla karşıladılar."Buyurun, siz ibadetinizi bitirinceye kadar biz de burada dua ederiz." dediler. Böylesine yumuşak tavırlı insanlar¬dan yüzlercesi diyalog faaliyetleri sayesinde "Muhammed Al¬lah'ın Resulüdür. Kuran, Allah kelamıdır."' dedi. Onlardan bi¬riyle -isim vermeyeceğim- uçakta giderken bir an eğildi ku¬lağıma, "Ben senden de saklayamam ki, Lâ ilahe illallah Muhammedun Resûlullah" deyiverdi.

 

Onları görünce. Üstad Hazretlerinin bîr kerametini daha müşahede etmiş oldum. O, '"İsevî Müslümanlar" tabirini kulla¬narak bu türlü insanlara dikkat çekmiş ve aynı zamanda onlara bir jest yapmış. Bu tabirle, Hristiyan olduğu halde dinimiz hakkındaki önyargılardan kurtulmuş, Efendimizi peygamber, Kuır'ân'ı da Allah kelamı olarak kabul etmiş kişileri kastetmiş. Bugün böyle insanlardan yüzlercesini göstermek mümkündür. Hatta, bir yerde kocaman bir Hristiyan grup bulunduğunu ama artık Efendimize inandıklarını ve her fırsatta İnsanlığın İftihar Tablosunun nübüvvetini anlattıklarını orada vazife yapan arka¬daşlardan dinledim.İşte bu kabuller çok önemlidir. Necip Fazıl ya çok hayranlık duyduğu Pascal hakkında veya bir başka düşünür için, "Limana kadar geldi gemiyi kaçırdı." der üzülürdü. Evet, Resûl-ü Ekrem'in gemisine binmek çok önemli¬dir. Sadi, Bostan'ında "O ümmete ne gani var ki onun gemisine binmişler. O geminin kaptanı O'dur." der. Binlerce insanın "Lâ ilahe illallah Muhammedun Resûlullah" demesine vesile olmak ve onları da Hazret: Muhammed’in (aleyhi ekmelüt-tehâyâ) gemisi¬ne taşımak çok ama çok önemlidir. Samanyolu televizyonunda neşredilen ''Diyalogun Meyveleri" adlı seri ve "Yeni Hayatlar" is¬minde yayınlanan dizi bu insanlardan onlarcasını ekrana taşıdı; şahsen gözyaşlarıyla izledim onların dinimiz ve kültürümüz hakkındaki intihalarını.

 

Burada Katolik kilisesindeki bir direktörün hocalık yapan bir arkadaşımızla arasında geçen bir olayı da anlatayım. Arka¬daşımız anlatıyor: "Direktör bir keresinde 'Ben derse giremeye¬ceğim dersime sen gir.' dedi. Hocam dedim 'Derse gireyim ama ben ne anlatayım orada?' “Canım ne anlatacağım var mı? Gir Fatiha'yı anlat. Sizinle bizim aramızda müşterek bir sûredir bu” dedi. Ben de girdim, onun sınıfında Hıristiyanlara Fatiha'yı an¬lattım; anlattım ve hiçbir menfi tepki almadım, aksine takdir aldım. Bir gün yanına gittim. Odasında oturuyordu. Elinde Kur'ân, okuyordu. 'Ne yapıyorsunuz?" dedim, 'Kur'ân-ı Kerim okuyorum.' dedi. 'Ama bilesiniz, sizin Eski Ahid'i okuduğunuz gibi sadece bilgi edinmek için değil, Kur'ân Allah'ın kitabı oldu¬ğu için sevap kazanayım diye okuyorum."
Şimdi eğer elit sınıf arasında bu kadar bir yumuşaklık mey¬dana getirilmişse bence bu önemli bir kazançtır. Bunu sadece İnananlarla, ihtida edenlerle de ölçmemek lazım. Müslümanlığı şöyle böyle kabul edenleri de bir kazanç saymak lazım. "Kur'ân Allah'ın kelamı olabilir." ya da "Ilazrcti Muhammed peygamber olabilir." diyenleri de yarınlar adına büyük bir kâr kabul etmek lazım. Bugünkü nesilden sonra gelecek farklı nesiller olacaktır. Siz bu uçurumları bugün kapamazsanız yarın kendinizi ve o doğru düşüncelerinizi ifade etme imkânım bulamazsınız. Şimdi¬ye kadar hep uçurumlarla birbirimize karşı uzak durmuşuz. On¬lar gelsinler diye beklemişiz. Öyle değildir mesele; önce uçurum¬ların kapatılması lazımdır.

 

Üstad Hazretleri Kur'ânın onlara hitaben "Ya Ehle'l-Kitap!" demesini, "Ya ehle'l-mektep" şeklinde bir çağrı olarak yorumlu¬yor. Yani, "Siz okumuş insanlarsınız. Gelin bir kelimede, Allah kelimesinde birleşelim." O âyete öyle yorum getiriyor. İşte bugün bazı önyargılı kimseler mesafeli dursalar da özellikle oku¬muş, araştırmış ve bilgi sahibi olmuş insanlar kendilerine uza¬tılan diyalog eline samimiyetle mukabelede bulunuyorlar. Bazı ortak değerler sayesinde tanışma ve yakından tanıma yoluna giriyor ve çok geçmeden de dinimizin, kültürümüzün güzellikleri¬ne hayran kalıyorlar.

 

Bu açıdan, öyle inanıyorum ki,, başka kültürlerin temsilcile¬riyle bir araya gelmekten ve meseleleri müzakere etmekten çe¬kmenler, ancak kendi değerlerinden şüphe eden mütereddidlerdir. Hazreti Musa gibi Allah'a itimat edip elindeki mübarek asaya ve mazhar olduğu yed-i beyzâya güvenenler, karşılarına Firavun'un sihirbazları da çıksa, onların el ve ayak oyunlarıyla mağlup olmayacaklarından emin; hak ve hakikati onların ruh¬larına da duyurma heyecanıyla dopdoludurlar. Şayet, siz de kendi güzelliklerinizden ve öz değerlerinizden eminseniz, on-ları her panayırda ortaya çıkarın ve her fuarda sergileyin... Ser¬gileyin, zira, bazı kadirşinas insanlar arasından bunları göre¬cek, beğenecek, takdir edecek ve benimseyecek kimseler mutla¬ka çıkacaktır.

 

Soru: “Gönüllüler Hareketi” olarak da anılan bu eğitim ve diyalog faaliyetlerini inceleyen sosyologlar "hareketin bağım¬sızlığı”na vurguda bulunuyorlar. Hem bağımsız olmak hem de herkesle diyalog halinde bulunmak çok zor değil mi?

Aslında, hür ve tam bağımsız olma ile diyalog arayışının ve herkesin konumuna saygı anlayışının gereği olarak herkesle bir nevî irtibat içinde bulunma birbirine ters şeyler değildir. Çünkü, sadece Allah'a kul olduğunuzun şuuruyla hareket ediyor ve Onun rızasını tahsil etmek için çalışıyorsanız, bu itibarla siz, bağlanacağınız kapıya bağlanmış ve sair kayıtlardan kurtulmuşsunuz demektir. Bu niyetinizi gerçekleştirmek için diyalog, hoşgörü ve eğilim yolunu vesile kabul ediyorsanız, başka insanlarla bir araya gelirken bazı davranışlarınıza bir kısım kayıtlar ko¬yuyormuş gibi olabilirsiniz; mesela, onları da hesaba katmak, on¬ların tavırlarını., davranışlarını ve hissiyatlarını da gözetmek zo¬runda kalabilirsiniz. Fakat, aslında bunlar hürriyeti sınırlama mânâsına gelmediği gibi temelde İslam'ın ruhuna da aykırı değil¬dir. Çünkü, insanları kendi hissiyatlarıyla okuyamaz, kendinizi onların yerine koyamaz ve günümüzün ifadesiyle "empati" yap¬mazsanız, onların ihtiyaçlarını göremez,, isteklerini belirleyemez, dillerini çözüp duygularını öğrenemez ve çok meselede isabetli kararlar veremezsiniz. İsabetli karar verebilmeniz ve adımlarınızı daha rahat atabilmeniz için onları iyi tanımanız, kültürlerinin temel örgülerine vâkıf bulunmanız, hassas oldukları noktaları bil¬meniz ve hissiyatlarını da hesaba katmanız gerekir.

 

Şayet, bu hususları göz ardı ederseniz, kendi değerlerinizi öne sürerken hiç farkına varmadan onların değerlerine dokunmuş; onları kendinizden ve öz değerlerinizden kaçırmış olursunuz. Mesela; Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) âlemle¬re rahmet olarak gönderildiğinde ve Sultan-ı Enbiya olduğunda şüphemiz yoktur. Evet, O'dur nübüvvet silsilesinde vücud-u Hakk'a en açık burhan. O'dur ilâhî emirlere en fasih tercüman. Esmâ-i ilâhiye ve sıfât-ı sübhâniyenin merkez noktası O, pey¬gamberlik semasının kutup yıldızı da O'dur... Ne var ki, Hazret-i Mesih'i her şey gören, hatta onun hulul ve ittihadına inanan ve ona bir yönüyle "Rab" diyen insanların yanında, daha söze baş¬lar başlamaz, "Efendimiz eşi menendi olmayan birisidir, bütün Peygamberler -bilaistisna- O'nun kapıkulu ve halâyıkıdır." der; Merhum Âli Ulvi Kurucu'nun,
''Mahşerde nebiler bile senden medet ister, Rahmet, diyen âlemlere, Rahman'dır Efendim.''
mısralarıyla güderseniz, muhataplarınızın hissiyatını hesaba katmamış ve daha ilk anda onların "kabul kapılarını kapatmış olursunuz. Söyleyeceğiniz sözlerin doğru olması gerektiği gibi. O doğrunun dile getirileceği yer, zaman ve üslup da çok iyi tespit edilmelidir.

 

Şahsen, bu türlü hususlara dikkat ederken, çok defa "Ya Resûlallah! Beni affet; burada sana hakkıyla tercüman olama¬dım. Fakat, muhataplarımın hissiyatını göz önünde bulundu¬rarak, onları tepkiye sevk etmemek ve Seni tam olarak anlata¬bilmek için böyle davrandım!" demiş ve O'ndan özür di] emi -şimdir. Evet, siz o insanları tanımazsanız, bazı meselelerde on¬ların duygu ve düşüncelerini gözetmez ve bir ölçüde konum-larına saygılı olmazsanız, kendinizi anlatma fırsatını hiç mi hiç yakalayamazsınız. Dininizden, milletinizden ve tarihinizden renkler taşıyan kimliğinizi ortaya koyma imkânını bula¬mazsınız.
Dolayısıyla, hoşgörü-diyalog derken ve herkesle bir çeşit ir¬tibat içinde bulunurken de dinin ruhsat verdiği dairede dolaş¬mış, yine Hakk'a kulluğunuzu seslendirmiş, hürriyetin ayrı bir yanını tatmış ve bağımsızlığı başkalarına da tattırma gayretinde bulunmuş oluyorsunuz.

 

Soru: Bazıları, diyalog için "yalnızca ilâhiyatçıların akade¬mik bir egzersizidir." diyorlar. Bu meselede ne buyurursunuz?

İnsanlığın, bir gün mutlaka mayasındaki aslî iyilik ve güzel¬liğe döneceğine ve yeryüzünün, en azından genel mânâda bir barış ve uzlaşma atmosferiyle dolacağına inananlar için diyalog ne sadece bir egzersizdir ve ne de sadece ilâhiyatçılara has bir vazifedir.

 

Hayır, diyalog; medeniyetler çatışmasından çok daha öte bir hakikattir ve evrensel barış için ciddi bir hamledir. Bu kutlu ga¬ye uğrunda atılan tek bir adım bile, onu kim atarsa atsın, mübec-celdir ve takdire şayandır. Fertler, toplumlar, ülkeler ve millet¬ler arasında dalga dalga gelişecek bir barış için en önemli şart¬lardan biri sürekli hoşgörü yörüngeli yaşamak, diyalog yolları aramak ve dostluk köprüleri kurmaya çalışmaktır. Dünya barışı adına devletler ve milletlerarası resmî kuruluşlar kendilerine düşeni yerine getirirken, siviller, sivil toplum kuruluşları ve fert fert bütün insanlar da bu barışın gerçekleşmesi istikametinde hoşgörü ve diyalog gayretleriyle önemli bir hizmeti ifa etmiş ola¬caklardır.

 

Soru; Diyalog faaliyetlerinde bulunmayı bir fazilet olarak değil de bir vecibe ve vazife olarak gördüğünüzü ifade etmiş ve "Diyalogdan geriye dönüş intihar olur!" buyurmuştunuz. Bu sözün mânâsını lütfeder misiniz?

Baştan bu yana arz etmeye çalıştığını gibi; Allah Resulü ve O'num ashabı, gönüllere girmek için her fırsatı kullandılar; yap¬tıkları toplantılarla, verdikleri ziyafetlerle insanlara yakın oldu¬lar ve daha sonra da davalarını anlattılar. Ayaklarına gelinmesi¬ni hiç beklemediler, hep muhtaçların ayağına gittiler. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve sahabe-i kiram Öyle yaptığı gibi onları takip eden dönemlerde Raşit Halifeler, tabiûn ve tebe-i tabiîn asrında yaşayanlar da aynı şekilde davrandılar. Fetihlerde bile, Müslümanlar kilise ve havraları yıkmadılar... azınlıkların hak¬larına asla dokunmadılar... hiçbir zaman vicdan hürriyetine kısıtlama getirmediler... düşünce hürriyetini tahdit altına al¬madılar... Selahaddin Eyyûbîler, Alparslan'lar, Kılıçarslanlarr ve daha sonra Fatihler, Yavuzlar, Kanuniler hep böyle davrandılar. Sıyanet kanatlarını açıp yeryüzünde Allah'ın halifesi olarak herkesi himaye ettiler ve onlar varken kimseye zarar gelmesine meydan vermediler. Güçleri yettiği sürece, din, dil ve ırk aynını yapmadan herkesi korudu ve kolladılar.

 

Bazen kendi kendime diyorum ki; keşke güçlü olduğumuz dönemde dil belli ölçüde yaygınlaştırılsaydı, din üzerinde biraz daha hassasiyetle durulsaydı. Fakat daha derin düşününce, ec¬dadımıza "bin bârekallah" çekiyor ve söyle devam ediyorum: El¬hamdülillah, öyle bir miras bırakmışlar ki, bizim bugün yü¬zümüz ak, alnımız da açık; çünkü bizim atalarımız ne Saraybosna'da, ne Makedonya'da, ne Yunanistan'da ne Bulgaristan'da ve ne de bir dönemde hüküm sürdükleri bir başka beldede hiç kim¬seye baskı yapmamış, hiç kimseye zulmetmemiş, hiç kimseyi di¬nini ve dilini değiştirmeye zorlamamış ve günümüzde uygula¬nanlardan çok daha ileri seviyede bir demokrasi anlayışı sergile¬mişler... sergilemiş ve İslam’ı hâl diliyle anlatına yolunu seçmiş, müsamaha ve hoşgörüyle insanların gönüllerine girmişler.

 

Dolayısıyla, hem temel kaynaklarımız hem de tarihî tecrübe¬ler gösteriyor ki hoşgörü ve diyalog bizimle başlayan bir yol de¬ğildir; o bizim mazimizin özü ve üsaresidir. Dahası; bu mesele falanın iç inceliğinin, filanın şefkat enginliğinin ve bir baş¬kasının vicdan genişliğinin ifadesi de değildir. Dinî ve tarihî kay¬naklarımız bunu bir vazife ve vecibe olarak inananların omuz¬larına yüklüyorsa, bu yolun birilerince sahiplenilmesi söz konu¬su olamaz, O hiç kimsenin şefkat ve merhametinin ürünü değil; İslam'ın şefkat ve merhametinin neticesidir.

 

Diyalog anlayışımız, İslam'ın özünden, Kitap'tan, Sün¬net'ten ve dinin yoruma açık yanlarının upuzun bir tarih boyu yorumlanmasın dan kaynaklanmaktadır. İsterseniz şöyle de di¬yebilirsiniz; bu anlayışın kaynağı, Kur'ân, Sünnet, icma ve kıyas gibi asli delillerle, yine bu delillerden çıkarılan, istihsan. istislah. istishab, beraat-i asliye, örf ve âdetlerin meşru olanları gibi feri (ikinci derecede olan) delillerdir. Evet, bir kere daha ifade ede¬yim; dünyanın her yanında dinimize ve kendi medeniyetimize tercümanlık eden insanların yaptıkları, onların hususi mahiyet¬te ve kendi tabiatlarına bağlı olarak icat edip ortaya koydukları şeyler değildir. Yani hoşgörü demek, başkalarına sevgi eli uzat¬mak, el sıkışmak, konumlara saygılı davranmak, kimsenin dini¬ne ve diyanetine ilişmemek onların şahsî hissiyatlarından, özel düşüncelerinden ve mülayemetlerinden kaynaklanmamakta; aksine çok sağlam ve kalıcı kaynaklara dayanmaktadır. Bundan dolayı da bu üslup, muvakkat ve geçici bir üslup değil, bundan sonra da devam edecek olan, kalıcı bir üsluptur; çünkü da¬yandığı kaynaklar kalıcı ve değişmeyen esaslardır.

 

Bizden öncekiler arasında bu noktada kusurlu davranmış olanlar bulunabilir. Bazıları, dâhili veya haricî sebeplerle, haklı ya da haksız nedenlerle farklı bir yolda yürümüş olabilirler. Bun¬lar bizi alâkadar etmez, biz yapabilirsek vazifemizi yapmaya de¬vam etmeliyiz.

 

Dolayısıyla, dünya elli defa hallaç olsa, yüz defa değişse de biz, hep aynı düşünceleri ifade etmeli ve diyalog demeliyiz; demeli¬yiz, zira temel kaynaklarımız farklı düşünmemize müsaade et¬miyor. Zaten aksini düşünmek ve bu işi terketmek, harakiriden ve intihardan farksız olur. Zira, bugüne kadar terörle, canlı bom¬balarla, uyuşturucuyla baskı altına alınarak robotlaştırılmış in¬sanlarla karartılan İslam'ın çehresini kendi güzelliğine yakışır bir tarzda göstermenin yegane yolu diyalogtur; Allah'ın izniyle bu yolda epey mesafe kat edilmiştir ve bu süreç asla inkıtaya uğ¬ratılmamalıdır.

 

Efendimizin, "Benim adımı güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır." sözünü bizlere verilmiş bir hedef olarak anlıyorum. Benim Efendimin, teröristlerin mensup olduğu bir dinin kuru¬cusu gibi tanınması, O'na karşı yapılan çok ciddi bir haksızlıktır. O'nun doğru tanıtılması, diyalog ve hoşgörü temsilcilerinin önünde ihmal edilmesi düşünülemeyecek derecede önemli bir vazife olarak duruyorken, onların başka düşüncelere girmeleri kendileri ve dinleri hakkında oluşmaya başlamış güzel kanaatle¬ri yıkmaları mânâsına gelir ki, bu da ihanet olur.

Diyaloğun Dini ve Tarihi Temelleri
Işık Yayınları
İzmir-2006


Add comment


Security code


Refresh

back to top

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu