Genç Adam Analiz

Gerçekler ve İtirazlar Arasında "Hoşgörü ve Diyalog"

Türkiye'de bütün toplum katmanları arasında, dünya ölçeğinde ise farklı dinlerin mensupları arasında söz konusu olan, hattâ inanmayanları da içine almaya namzet hoşgörü ve diyalog akım ve faaliyetlerinin gerçekte ne olduğu, ne olmadığı, ne olması gerektiği halâ üzerinde durulmaya değer bir konu olma mahiyetindedir. Bu akım ve faaliyetlere yapılan itirazlar da, konuyu en azından ana hatlarıyla incelemeye değer kılmaktadır:


1. Hoşgörü ve diyalog hareketine özellikle İslâm ve Türkiye'nin bugünü, yarını, iç istikrar ve istiklâliyeti adına yapılan itirazların -samimiyetten kaynaklanmaları kaydıyla- ana sebebi, Türkiye'de bir asırdır oluşturulmaya çalışılan ve temel özelliğini insanımızın kendine ait bir aksiyon ve faaliyet çizgisi takip etmesi yerine, onu gerçek veya hayalî düşmanlara karşı konumlandırmanın oluşturduğu tepkici ve savunmacı zihin yapısıdır. Bunun da iki sebebi veya boyutu vardır:

a) 20'nci asrın ikinci çeyreğine bir dünya savaşı sonucu yıkılan bir imparatorluğun yerinde ve bir kurtuluş savaşının ardından millî sınırlar içinde millî bir devletle giren Türkiye'nin temel politikası, kendini düşmanlarla çevrili görme psikolojisi içinde “dış düşmanlar”a ve içeride etnik bölücülüğe karşı ülkenin bağımsızlığını, bütünlüğünü ve üniter yapısını, bir de ona karşı olduğu varsayılan ve irtica olarak adlandırılan geçmişe, yani Osmanlı Devleti döneminin siyasî sistemine dönme istek, temayül ve akımlarına karşı sistemi koruma üzerine oturmuştur. Çok yoğun bir retorikle beslenen bu korumacı ve korunmacı tutum, bazı İslâmî hassasiyet sahibi kesimler dahil Türk halkını da ne yazık ki birinci derecede korumacı ve korunmacı yapmış, dolayısıyla ileriye dönük bir çizgide aksiyoner ve inisiyatif sahibi olmaktan alıkoymuştur. Yine aynı tutumdur ki, ileriye dönük aksiyoner bir çizgi izleyenlerin kendi çizgilerinde atmak durumunda oldukları ve attıkları adımların, takındıkları tavırların yanlış anlaşılmasına, çok defa da mahkûm edilmesine yol açmıştır ve açmaktadır. Bu tutumun, tarihte dağlar, denizler aşmış, çöller geçmiş ve imparatorluklar kurmuş birkaç milletten biri olan Türk Milleti'nin özellikle İslâm'la kazandığı dinamiğinin işlemez hale getirilmesi adına başkalarınca da istismar edilmediğini, hattâ desteklenmediğini söylemek zordur.

b) Türkiye'de tepkici ve savunmacı bir zihin yapısının oluşmasındaki ikinci sebep, bilhassa İslâmî hassasiyet sahibi bazı kesimlerle ilgilidir. İslâm'ın asırlarca özellikle Batı'nın ve gerek Batı'ya gerekse başkalarına ait dinlerin saldırılarına maruz kalması, İslâm dünyasının yirminci asra sömürgeler diyarı olarak girmesi, bu dünyanın koruyucusu ve en büyük temsilcisi durumundaki Osmanlı Devleti'nin Batılı güçlerin saldırıları neticesinde tarihe karışması, İslâm dünyasında sömürgeci güçlere karşı verilen mücadeleler ve bu mücadelelerde İslâm'ın ana dinamiği ve motor gücü oluşturması, Türkiye ile ilgili olarak ayrıca 1950'lerde Demokrat Parti-Halk Parti ve daha sonra birbirine karşıt görünen bu iki çizgideki partiler arasında yaşanan siyasî çekişme ve çatışmalar, İslâm'ın hem muhafazakâr halk kesimlerinde hem de bazı Müslüman aydınlarda bir tepki ve kavga ideolojisi, kalbe, ruha ve zihne hitap eden bir din olmaktan çok siyasî bir sistem halinde algılanmasına yol açmıştır. Bu algı dolayısıyladır ki, İslâm adına davranma ve İslâm'ı anlatıp tebliğ etme, ona has Nebevî aksiyon çizgisini izlemek ve bu çizgide yapmaya, tamire dayalı, yani müsbet bir hareket ortaya koymaktan çok, başkalarının yaptıklarına tepki duyma, ona göre tavır belirleme şeklinde kendini göstermiştir. Ne yazık ki, bazı İslâmî gruplarda daha çok öne çıkan bu tavır halâ devam etmekte ve bu tavrın neticesinde gerek topyekûn İslâm dünyasının içinde bulunduğu acıklı durum, gerekse İslâm davası adına yaşanan fiyaskolar, neredeyse sadece “emperyalist güçler”in düşmanlıkları ve saldırılarıyla izah edilmekte ve bir nefs muhasebesinden kaçınılmaktadır.

Sözünü ettiğimiz ve Türkiye'de, Türk devletinde ve halkında savunmacı ve tepkici bir zihin yapısının oluşmasına yol açan bu iki sebep, hem politika olarak Türkiye'nin, hem de sözkonusu Müslüman kesimlerin kendilerini, davranış ve tavırlarını kendilerine has bir aksiyon çizgisinde kendileri olarak konumlama yerine, daima düşmana, onun yaptıklarına ve yapacaklarına göre konumlama tavrı geliştirmelerine yol açmıştır. Yine aynı iki sebep ve onun yol açtığı bu tavırdır ki, hoşgörü ve diyalog hareketinin de yanlış değerlendirilmesinin ve ona karşı çıkılmasının en önemli sebepleri arasındadır. Çünkü hoşgörü ve diyalog hareketinde tepkicilik değil, bir inisiyatif kullanma, açılma, aksiyoner davranma, tavır, tepki ve davranışları kendi çizgisine göre ayarlama, kendini düşmana göre değil, kendi hareket çizgisine göre konumlama söz konusudur. Evet, büyük dinlerin mensupları arasında diyalog hareketini sadece resmî manâda ilk başlatan Vatikan olmuştur. Böyle olmakla birlikte, aynı harekete yıllar sonra bazı Müslüman grupların tamamen kendilerine has İslâmî aksiyon çizgilerinin bir gereği olarak cevap vermesi ve kendi çizgilerinde bir diyalog hareketi başlatması, hiç bir zaman Vatikan'ın izlendiği manâsına gelmez. Kaldı ki, birbirlerine en karşıt çizgiler ve hareketler arasında bile her zaman, hem de pek çok noktada buluşmaların, çakışmaların olması, bunların iki taraf arasında belli bir yakınlaşma meydana getirmesi ve bu yakınlığın ifade edilmesi gayet normaldir ve tabiîdir. Bu tür buluşma ve çakışmaları hemen karşılıklı etkileşime, hattâ bir tarafın diğerinin güdümünde davrandığına yormak, ortada kesin delil olmadığı sürece bir zan, hattâ suizan olmaktan öteye gitmez. Zan ise ilimden hiçbir şey taşımaz ve gerçek adına hiçbir şey ifade etmez (Yunus, 10/36) ve zannın bir kısmı da ağır günahtır (Hucurât, 49/12).

2. Hoşgörü ve diyalogun yanlış anlaşılıp itirazlara yol açmasının bir diğer sebebi, bu kavramların bizzat kendileri ve onların sözünü ettiğimiz tepkici ve savunmacı zihinlerde meydana getirdiği çağrışım olabilir; daha doğrusu, yapılan itirazlardan böyle olduğu anlaşılmaktadır. Bu iki kavramdan çokları Türkiye'nin menfaatlerine ve bekasına, ayrıca İslâm'a karşı girişilen hareketlerin ve bunları yapanların hoşgörülmesi ve her halükârda onlarla diyalogda olunması gibi bir anlam çıkarmaktadırlar. Oysa, hoşgörü ve diyalog, insan hayatının, içtimaî hayatın en tabiî iki boyutu veya özelliğidir. Müsamaha manâsına gelen hoşgörü affedici olma, kusurları görmezlikten gelme, özellikle kişinin şahsına yapılanlara misliyle veya fazlasıyla mukabelede bulunmak yerine affedivermesi demektir. İslâm ahlâkının en önemli düsturlarından olan bu tavır Kur’ân-ı Kerim'de çok yerde övüldüğü gibi, özellikle İslâm'ı tebliğ ederken karşılaşılan her türlü kötü davranış, alay, eza ve cefalara aldırmama, katlanma, bu tür davranışları onları yapanların cahilliğine verme, onları yapanlara karşı af ve müsamaha yolunu benimseme olarak Peygamber Efendimiz'e sürekli tavsiye buyurulmaktadır da (Ra'd, 13/22, A'râf, 7/199, Hıcr, 15/85, Mü'minûn, 25/96). İnsanlarla karşılıklı münasebetin esası olan diyalog ise, zaten içtimaî hayatın ve ülkeler, devletlarası münasebetin en temel unsuru ve özelliğidir.

Hoşgörü ve diyalogun her düşünceyi, her inancı, hattâ inançsızlığı ve bunlara sahip olanları kendi konumlarında ve kendileri olarak kabûl manâsında kullanılıp uygulanması ise, esasen hem beşerî münasebetlerde hem de kişinin kendi düşünce ve inancını başkalarına tanıtması, aktarması adına olması gereken temel bir düsturdur. Çünkü, hoşgörü ve diyalog, her şeyden önce, Kur’ân-ı Kerim'in insanların farklı kavim ve kabileler halinde yaratılmasının hikmeti olarak zikrettiği (Hucurât, 49/13) karşılıklı tanışma ve yardımlaşma, düşünce paylaşımı ve aktarımı, hattâ inancın tebliği adına vazgeçilmez gereklikte bir köprüdür. İkinci olarak, insanlar arası münasebetlerde aslolan sulhtür, savaş değildir. Allah savaşı fitnenin, yani insanları birbirlerini anlamaktan ve karşılıklı iyi münasebetlerden alıkoyan her türlü kargaşa ve anarşi ortamının ortadan kalkması (Enfal, 8/39), Allah'a ibadet edilmesine mani olmak isteyen kişilerin veya güçlerin bu maksatla söz konusu bir ortam meydana getirme faaliyetlerinin önünün alınması ve bu kişi veya güçlerin zararlarının def edilmesi için (Hacc, 22/40) emretmiştir. Hoşgörü ve diyalog, böyle bir ortamın hem olmaması, varsa aşılması, ortadan kaldırılması, farklı görüş, düşünce ve inançtaki insanların birbirlerini kavga ortamında değil de sulh ortamında tanıyıp gerçek insanî münasebetler içinde bulunmaları için gerekli zeminin savaşmadan hazırlanması faaliyetinin, hattâ bu zeminin adıdır. Savaş ve kavga ortamında herhangi bir müsbet düşüncenin başkalarına aktarılması ve özellikle bir düşünce veya inancın tebliğinde en başta gelen temsilin, o düşünce veya inanca fiilî örnekliğin başkalarına onları etkileyecek şekilde gösterilebilmesi imkânsız denecek derecede zordur. Ancak sulh ve iyi münasebetler ortamındadır ki insan, kendisini inancı, düşünceleri ve ahlâkıyla başkalarına anlatabilir.

Bu söylediğimizin tarihteki en önemli örneği Hudeybiye sulhüdür. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), Mekke'de 13 yılı her türlü zorluğa, güçlüğe, karşı koymalara, alaya, işkenceye sabırla, hoşgörüyle, afla, kendisine bunları reva görenlere dua ve onları kurtuluşa çağırmakla geçirmiş ve daha sonra “çıkarılmasaydı (kendi gönlüyle) asla çıkmayacağı” Mekke'den hicret etmek zorunda bırakılmıştır. Hicret yurdu Medine'de de iki defa şehrin harimine kadar sokulan Mekkeliler ve müttefikleriyle üç defa savaşmak mecburiyetinde kalmıştır. Nihayet, Risalet'in başlangıcından Hudeybiye sulhüne kadar geçen 19 yıllık sûre içinde Müslüman olan erkeklerin sayısı iki bini aşmazken (Hudeybiye sulhüne katılan Sahâbe sayısı 1500 civarındaydı), Hudeybiye sulhü ile Mekke'nin savaşsız fethi arasında geçen iki yıl içinde bunun en az beş katı insan Müslüman olmuştur. Çünkü Mekke'yi fetheden İslâm ordusu 10.000 kişiden oluşuyordu. Bu hızlı yayılış, tamamen sulh atmosferinde gerçekleşmiştir. Hudeybiye sulhü ile Medine ve Mekke birbirlerinin -inancını değil- varlığını kabullenmiş, böylece ortaya çıkan sulh zemininde Müslümanlar inançlarını her tarafta anlatma imkânı bulmuş ve neticede binlerce insan İslâm'la şereflenmiştir. Bundandır ki Kur’ân-ı Kerim, Mekke engelinin, dolayısıyla İslâm'ın önündeki en büyük engelin aşılması demek olan Hudeybiye sulhü için feth-i mübîn, apaçık bir fetih, yani “ardına kadar açılan bir kapı” tabirini kullanır (Fetih, 48/1).

3. Hoşgörü ve diyaloga, meselâ, “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin; onların bazısı bazısının dostlarıdır. Sizden kim onları dost edinirse, hiç şüphesiz onlardandır. Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez.” (Mâide Sûresi, 5/51) mealindeki âyet ve benzeri âyetlerden hareketle Kur’ân'ın karşı olduğu asla iddia edilemez. Çünkü:

Meselâ, “Onların yoluna uymadıkça Yahudiler de Hıristiyanlar da senden asla razı olmayacaklardır.” (Bakara Sûresi, 2/120) bir Kur’ân âyetidir. Buna karşılık, “Kendilerine (önceden) Kitap verilmiş olanlar, onu nasıl okumak gerekiyorsa öyle okurlar. Onlar, o (Kur’ân)'a iman etmişlerdir. Kim de onu inkâr ederse, öyleleri kaybedenlerin ta kendileridir.” de (Bakara Sûresi, 2/121) Kur’ân âyetidir. “Ehl-i Kitap'tan bir grup ister ki, sizi sapıklığa atsınlar; ama onlar ancak kendilerini sapıklığa atarlar da, farkında değillerdir.” (Âl-i İmran Sûresi, 3/69) âyet olduğu gibi, “Hepsi aynı değildir: Kitap Ehli içinde doğruluktan şaşmayan istikamet sahibi bir cemaat vardır ki, gece saatlerinde Allah'ın âyetlerini hakkıyla okuyarak, secdelere kapanırlar.” (Âl-i İmran Sûresi, 3/113) da âyettir. Ehl-i Kitap'la diyaloga itiraz edenlerin sık sık dile getirdikleri ve biraz önce zikrettiğimiz, “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin; onların bazısı bazısının dostlarıdır. Sizden kim onları dost edinirse, hiç şüphesiz onlardandır. Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez.” (Mâide Sûresi, 5/51) nasıl âyetse, “Ancak Allah sizi, dininizden dolayı sizinle savaşan, sizi öz yurdunuzdan çıkaran ve çıkarılmanıza destek verenlerle dost olmak ve onları sahiplenmekten men etmektedir. Kim onlarla dost olur ve onları sahiplenirse, işte böyleleri zalimlerin ta kendileridir.” (Mümtehane Sûresi, 60/9) ve “Allah, dininizden dolayı sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilikte bulunmak ve mümkün olduğunca âdil davranmaktan sizi men etmez. Şüphesiz ki Allah, hak ve adalet konusunda titiz olanları sever.” (Mümtehane Sûresi, 60/8) de âyettir.

Konuyu daha da aydınlatmak açısından başka konularda başka misaller de verelim: “Bakmaz mısın, kendilerine 'Ellerinizi savaştan çekin denilenlere!' (Nisâ Sûresi, 4/77) bir âyetten bir cümledir. “Kendilerine savaş açılan mü'minlere, mukabil olarak savaşma izni verildi.” (Hacc Sûresi, 22/39) de, yine bir başka âyete ait bir cümledir. Bunlar gibi, “Fitne ortadan kalkıp, din bütünüyle Allah'a hasredilinceye kadar onlarla savaşın.” (Enfâl Sûresi, 8/39) da âyettir. Bütün bunlara karşılık, “İman edenlere söyle: Allah'ın (ceza) günlerinin geleceğini ummayanları bağışlasınlar. Çünkü Allah, her topluma yaptığının karşılığını verecektir.” (Câsiye Sûresi, 45/14) de yine Kur’ân'da yer alan bir âyettir.

Aynı şekilde, “O Allah ki, Kitap Ehli'nden küfredenleri, Âhiret'ten önce dünyada ceza için ve sürgün edilmek maksadıyla bir araya toplayıp, yurtlarından çıkardı... Allah, onları hiç ummadıkları yerden bastırdı; kalblerine korku saldı onların. Öyle ki, evlerini bizzat kendi elleriyle yıkıyorlar, mü'minlerin yıkmasına hiç ses çıkarmıyorlardı.” (Haşr Sûresi, 59/2) âyetleri Kitap Ehli hakkında olduğu gibi, “Ehl-i Kitap'la en güzel olan yoldan başkasıyla mücadele etmeyin! İçlerinden zulmedenler hariç onlara: 'Biz hem bize indirilene iman ettik hem size indirilene, bizim ilâhımızla sizin ilâhınız aynıdır. Biz ona teslim olmuşuz' deyin” (Ankebût Sûresi, 29/46) âyeti de Kitap Ehli hakkındadır.


Verdiğimiz bu âyetler ve bunlar gibi Kur’ân'da yer alan daha pek çok âyet, zahirde birbiriyle çelişir gibi görünmektedir. Oysa bizzat Kur’ân, kendisinde çelişki bulunmamasını Allah'ın Sözü olmasına delil olarak zikretmektedir (Nisâ, 4/82). O halde yapılması gereken, yasaklanmış bir tavır ve davranış olarak, zahirî bakışla birbirleriyle çelişkili gibi görünen Kur’ân âyetlerini delil gibi kullanıp tartışmak ve bu şekilde Kur’ân'ı muharebe meydanı haline getirmek değildir. Bu noktada, Kur’ân'ı anlama, Kur’ân'ın bir kısmının bir kısmını, yani âyetlerin âyetleri tefsir ettiği gerçeği, tahsis (umumî bir ifadenin ve ondaki hükmün bir olay, şahıs veya vakte özgü olduğunu idrak), ta'mim (genelleştirme), takyit (sınırlama), esbâb-ı nüzûl (âyetlerin iniş sebebi), nesh gibi ve daha başka önemli düsturlar ihtiva eden usûlüyle tefsir ilmi devreye girer. Söz konusu âyetlere bu çerçevede yaklaştığımızda ortaya çıkan gerçek şudur:

Bazılarınca Kitap Ehli'yle diyalogu kesinlikle ve her şartta men ettiği ileri sürülen Mâide Sûresi 51'inci âyette Kur’ân-ı Kerim, gerçekten “Yahudilerle Hıristiyanları dost edinmeyin!” buyurmaktadır. Ama aynı Kur’ân, Mümtehane Sûresi 8 ve 9'uncu âyetlerde, “Ancak Allah sizi, dininizden dolayı sizinle savaşan, sizi öz yurdunuzdan çıkaran ve çıkarılmanıza destek verenlerle dost olmak ve onları sahiplenmekten men etmektedir.” buyurmakta, bunun da ötesinde, “Allah, dininizden dolayı sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilikte bulunmak ve mümkün olduğunca âdil davranmaktan sizi men etmez.” demektedir. Şu halde İslâm'da asıl düstur, bize karşı düşmanlık ve harp hali olmadıkça, herkese dostluk ve insanlık elini uzatmak, iyilikte bulunmak, düşmanlık ve harp halinde bile adaletten ayrılmamaktır. Yani, Mümtehane Sûresi'nin ilgili âyetleri, Mâide Sûresi'nin 51'inci âyetini takyit etmekte, yani sınırlamaktadır. Ayrıca, Mâide Sûresi'nde sözünü ettiğimiz: “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin; onların bazısı bazısının dostlarıdır. Sizden kim onları dost edinirse hiç şüphesiz onlardandır. Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez.” âyetinin manâsı, “Sizden kim onları dost edinirse hiç şüphesiz onlardandır”cümlesinden de açıkça anlaşılacağı üzere ve Hükmün müştaka ta'liki me'haz-i iştikakın illiyetini iktiza eder veya, Hükmün müştak üzerine olması, me'haz-i iştikakın illiyetini gösterir (Bir sözden çıkarılan hüküm için temel alınan kelime, o hükme illet olmalıdır) kaidesince, âyetteki manâ, “Yahudileri ve Hıristiyanları Yahudilik ve Hıristiyanlıklarından dolayı dost edinmeyin. Onları bu şekilde dost edinen onlardandır.” demektir. Nitekim, yukarıda naklettiğimiz ve Müslümanlarla dinlerinden dolayı savaşmayanların dost edinilebileceğini, hattâ onlara iyilikte bulunulabileceğini buyuran âyetler de, bu manâyı açık olarak desteklemektedir.

4. “Hoşgörü ve diyalog olmaz, tebliğ olur” diyenler, ne hoşgörü ve diyalogu bilmektedirler, ne de tebliği. Bir defa, ikinci maddede izah edildiği gibi, tebliğ için, özellikle tebliğin en önemli rüknü olan temsil için hoşgörü ve diyalog elzem derecesinde gerekli bir zemindir. Bir insanı bir yandan düşüncesi, inancı ve dünya görüşünden dolayı aşağılar veya bâtılda olmakla suçlarken, diğer yandan ona tebliğde bulunulamaz ve savunulan düşüncenin, inancın güzellikleri gösterilemez. Bundandır ki, gerek hâkimiyetlerini devam ettirmek isteyen, gerekse kendi inanç ve düşüncelerinin, ideolojilerinin aksine bir düşünce, inanç veya ideolojinin hayat bulmasına, bilhassa hâkim olmasına tahammül ve müsaadesi olmayan güçler daima kavga ve kargaşa ortamı ister ve böyle ortamların devamını arzularlar. Çünkü bu tür ortamlarda güvenlikler ön plana çıkar, mevcut düşünce, inanç ve sistem etrafında kümelenme olur ve farklı düşünce ve inançlar gerektiği gibi anlatılamaz.

İkinci olarak, Cenab-ı Allah'ın (c.c.) biri İrade ve Kudret sıfatlarından gelen ve kâinatın yaratılış, düzen ve idaresinden sorumlu olup, adına Şeriat-ı Tekvîniye veya Fıtriye denilen kanunlar bütünü, bir de Kelâm sıfatından gelen ve Din olarak tecelli eden kanunlar bütünü vardır. Bunlardan başka, yine Şeriat-ı Fıtriye içinde mütalâa edelim veya etmeyelim, Cenab-ı Allah'ın Meşîeti'nin veya Kader'in tecellilerinden kaynaklanan kanunlar bütünü de vardır ki, bu kanunlar, fert fert ve toplumlar olarak insanların hayat şartlarını belirler. Şu kadar ki, bu noktada şart-ı âdî planında insan iradesi de söz konusudur. Kader veya Meşîet-i İlâhiye fertlerin ve toplumların iradî yönelişlerine göre hükmeder ve onların bu iradî yönelişlere göre ortaya koyduğu icraat ve tecelliler, fertlerin ve toplumların hayatlarıyla ilgili İlâhî kanunların unvanlarıdır. Şerîat-ı Tekvîniye'nin icraatlarının unvanları olan ve adlarına bugün yanlışlıkla tabiat kanunları denilen kanunları “tabiî bilimler” incelerken, fertlerin ve toplumların hayatlarının şartlarını oluşturan ve insanların iradî yönelişlerine taallûkla tecelli eden Kader veya Meşîet-i İlâhiye'nin kanunları veya hükümleri ise sosyoloji, tarih, tarih sosyolojisi gibi bilimlerin konusudur. İşte, Din'in tebliğ ve uygulama zeminini ve şartlarını belirleyen, fertlerin ve toplumların hayatlarını çerçeve içine alan Kader veya Meşîet-i İlâhiye'nin insanların iradî yönelişlerine göre taallûk ve tecellisiyle ortaya çıkan bu kanunları ya da hükümleridir.

Söz konusu gerçek sebebiyledir ki, tarih boyu her resûl aynı iman, ibadet, ahlâk ve pek az istisnasıyla haram-helâl esasları ve düsturlarıyla gelmiş olmakla birlikte, zamana, şartlara ve kendilerine gönderildikleri kavmin karakterine, genel mizacına ve ihtiyacına göre bu esas ve düsturlardan bazılarına diğerlerine nazaran daha çok önem vermiş ve hangi dönemde, hangi kavimde, hangi şartlarda hangi esas ve düsturların daha çok öne çıkarılması gerekmişse, o dönemde, o kavme, o şartlarda gelen rasûl veya rasûller bu esas ve düsturlarda diğer rasûllerin önünde olmuştur. Bundandır ki, Hz. Âdem (a.s.) safiyyullahtır; Hz. İbrahim (a.s.) halîlullahtır, yani hıllette, Allah'a hususi bir yakınlıkta diğer peygamberlerden öndedir; Hz. Musa (a.s.) kelîmullahtır, Hz. İsa (a.s.) ruhullahtır, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) ise, her fazilette diğer peygamberlerin önünde olmakla birlikte, öncelikle habîbullahtır. Aynı şekilde, Bedir esirlerine yapılacak muameleyi ashâbıyla istişare ederken de Efendimizin dikkat çektiği üzere, Hz. Nuh ile Hz. Musa, Hz. İbrahim ile Hz. İsa misyonlarındaki hususî yönler, önde oldukları noktalar ve ağırlık verdikleri meseleler açısından birbirlerine benzerler.

Sönünü ettiğimiz çerçeveden İslâmî tebliğ adına bugünkü dünyanın şartlarına baktığımızda, elbette saldırı karşısında savunma hususu mahfuz, Müslümanların tarihte olduğu gibi kuvvet kullanmalarının pek çok bakımdan mümkün olmadığını görürüz. Buna ilâveten, kaba kuvvete dayalı olarak umran kurmak mümkün olmadığı gibi, kuvvete dayalı olarak kurulan sistemler ve medeniyetlerin, kazanılan başarıların asla kalıcı olmadığına, olamayacağına tarih olanca açıklığıyla şahittir. Bugün dünya, Âhir Zaman'daki İslâmî hizmetleri tarif ve tavsif adına ilgili hadis-i şeriflerde geçen mesihiyete, Hz. Mesih'te daha çok odaklanan ruha, İslâm'ın mesihiyet rûhuna, yani derin imana, maneviyata, manevî derinliğe, güzel ahlâka, af ve müsamahaya, sabra, sevgiye, merhamete, şefkate, sulhe, öldürmeye değil diriltmeye muhtaçtır. Bunlar ise bugün en fazla ve gerçek şekilleriyle İslâm'da vardır ve Müslümanlara düşen bunları insanlığa sunmaktır. Tebliğ adına bugün İslâm'da devlet, İslâm'da ekonomi gibi konular anlatılamaz. Çünkü, bunların en azından temsili yoktur, halihazır canlı örneği yoktur, aksine menfî örneği, İslâm dünyasının ve ülkelerinin ortada olan durumuyla, pek çoktur. Dolayısıyla bu konularda İslâm adına söz söylemek, büyük ölçüde teori, hattâ spekülasyon olmaktan öte geçmeyecektir. İşte, İslâm adına tebliğ deniyorsa, hem hoşgörü ve diyalog bizatihî bir tebliğdir, hem de sözü edilen İslâmî değerleri tebliğ adına bütün dünyaya, bütün düşünce ve inançlara açılımı sağlayacak bir kapı, onlara ulaşma adına bir köprü, bir koridordur.

5. Bazıları, hoşgörü ve diyaloga karşı olmadıklarını, fakat bugün Türkiye'de hoşgörü ve diyalogu seslendirenlerin daha önce farklı düşünceleri seslendirdiklerini, ayrıca hoşgörü ve diyalog adına hatalar yapıldığını ileri sürmektedirler.

Birinci meselenin benim için objektif fakat başkaları için subjektif olabilecek tarafı üzerinde durmak istemiyorum. Ama onun herkes için objektif bir tarafı varsa o da şudur: Bir hareket, kendi çizgisinde tekâmül ederek yürür ve her tekâmül safhasının kendine ait özellikleri vardır. Bu özellikler, birbirine zıt unsurlar taşıyabilir. Kur’ân-ı Kerim de, aynı şekilde dinin tamamlanmasından değil, dinin tekâmülünden ve nimetin tamamlanmasından söz eder ve bu tekâmül sürecinin en önemli dinamiği nesh vakıasıdır. Bu hususları anlamaya niyeti olanlar ve iyi anlayanlar böyle bir itirazda bulunmazlar.

Meselenin ikinci yanına gelince: Bir hadis-i şerifte buyurulduğu gibi, bütün insanlar hata yapar, hem de çok hata yapar. Önemli olan hata yapmamak değil, hatadan tevbe ile vazgeçebilmektir. Bu itirazı yapanlara söylenecek iki söz vardır. İlk söz, İslâm'ı yaşamada ne kadar hatasız ve günahsız olduklarıdır. Başkalarına ilk taşı “günahsız” olanlar atmalıdır. İkinci söz ise, hoşgörü ve diyalog iyi de, onu uygulayanlar hata yapıyorlarsa, bu itirazı yapanlardan beklenen, hoşgörü ve diyalogu sahiplenmek ve hatasız uygulamaktır.


Netice
Toplumlar ve insanlık çapında ortak iradeyi temsil eden büyük çoğunluğun yönelişlerini durdurmak mümkün değildir. Çünkü Kader, çoğunluğun iradî yönelişlerine ve dolayısıyla istihkakına göre hükmeder. Önemli olan bunu görebilmek ve ona göre davranabilmek, umumî yönelişe yön vermenin mümkün olmadığı zamanlarda, bu yönelişin önünde boğulmamak, onun içinden koridorlar açmak ve o koridorlardan insanlara ulaşmaktır. Fethullah Gülen hocaefendi, bundan 10-11 yıl önce Türkiye'nin, İslâm'ın ve insanlığın geleceği adına tarihin girdiği yeni kavşağı ve bu kavşağı dönmenin gerekli zemininin hoşgörü ve diyalog olduğunu görmüştür. Ve bu görüşün isabeti o günden bu yana ortaya çıkmış olduğu gibi, gelecekte de ortaya çıkacaktır ve hoşgörü-diyalog akımı, önüne çıkanları, çıkmaya çalışanları da önüne katıp götürecektir.

 

Add comment


Security code


Refresh

back to top

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu