Genç Adam Analiz

Dinler Arası Diyalog

Bu başlık üzerine konuşan ve yazanlar -ki, AB ile ilişkiler yüzünden son günlerde konu daha sık ele alınır olmuştur- içinde bilenler ve bilmeyenler,
iyi niyetli olanlar ve olmayanlar var. Bilmeden konuşulur mu demeyin, Türkiye'de konuşuluyor ve pek de ayıplanmıyor. Bu işin iyi niyetle ne
alakası var diye sorabilirsiniz; şöyle bir alakası var:

Bir gurup bir başka gurup hakkında iyi düşünmüyor, arada rekabet, hatta adavet var; bu yüzden
karşılıklı veya tek taraflı olarak öküzün altında buzağı aranıyor, yakıştırma ve abartmalar yapılıyor, tahminler ve vehimler birer gerçekmiş
gibi ortaya atılıyor, karşı tarafa mal ediliyor ve bütün bunlardan bir sonuç alınmak isteniyor: Karşı tarafı yıpratmak, üzerine kuşku bulutlarını çekmek,
mümkün olursa haritadan silmek.

 

Dünyanın şurasında burasında bu isim altında toplantı yapanları da aynı kaba koymak mümkün değildir; iyi niyetli ve samimi olanlar yanında istismarcılar,
komplocular, kötü maksatla kullanıcılar da vardır.

Pek azına olsa da, ben de bu çeşit toplantılara katıldım. Bunlardan biri, bir yıl kadar önce Avustralya'da yapılmıştı; dört müslüman ile çeşitli
oturumlarda sayıları değişen hristiyan din ve ilim adamları vardı. Tebliğler sunuldu, müzakereler yapıldı, bazı sonuçlar ede edildi. Bunların arasında
İslam'a aykırı olan bir sonuç yoktu; biz dinimizi anlattık, onlar da dinlerini anlattılar; biz tevhidden asla taviz vermedik, ama onlar teslisten
(Allah hakkında şirke varan "baba-oğul-ruhulkudüs üçlemesinden") hayli taviz verdiler; "Allah'ı bir bildiklerini, diğerlerinin O'nun sıfatları gibi
olduğunu açıkça söyleyenleri" oldu. Bu arada aslı vahye dayanan dinlerin mensupları olarak dünyanın, ortak olarak benimsediğimiz problemleri ile
savaşmak, bunları çözmek ve durumu iyileştirmek için ortak gayret sarfetmek gerektiğinin altı çizildi. Toplantının adı üzerinde de duruldu, "diyalog
dinler arasında değil, dine inananlar arasında olur" denildiği için, "dinler arası" veya "İslam-Hristiyanlık diyalogu" yerine, "Müslüman-Hristiyan
diyalogu" ismi tercih edildi.

Son yıllarda dinler arası diyalog toplantılarını daha çok belli bir cemaatin mensupları yürüttüğü için işin geçmişini bilmeyenlere, bu faaliyette kötü
bir niyet bulunduğu zannı verilmeye çalışıldı. Aynı cemaat Abant toplantılarını da tertip ediyordu ve buraya yalnızca bir dine inananları
veya ilahiyatçıları değil, ülkenin kanaat önderlerini, kamu oyunu etkileyen ve önde gelen düşünür ve yazarları, bunların dine inananlarını ve
inanmayanlarını -her yıl listeyi değiştirip daha çok ve çeşitli katılımcı çağırarak- toplantıları sürdürüyordu. Son yılda yurtdışına da taşarak ABD ve
Brüksel'de Abant platformlarının benzerlerini tertiplediler. Bu faaliyetin de altında çapanoğlu arayanlar oldu, oluyor. Benim bizzat şahit olduğum
gerçek odur ki, tertip heyeti her defasında şunu tekrarladı: "Biz başlattık; istedik ki, kavga yerine barış, kaos yerine düzen ve huzur, güvensizlik yerine güven,
birbirini anlamamak ve dinlememek yerine anlamak ve dinlemek; paylaştığımız tek ülke ve tek dünyada bütün insanların zarar gördüğü
olumsuzluklar yerine bazı olumlu gelişmeler.. olsun! Sizler isterseniz biz size hizmet etmeye devam ederiz; ama başka bir gurup, heyet, sivil toplum
örgütü bu işi üstlenirse memnun ve yardımcı oluruz." Ama bu işe sahip çıkan bulunamadı, hizmet yine aynı heyetin omzunda kaldı.

"Peki bunların hiç menfaatleri yok mudur?" diye bir soru sorulabilir. Bunu toplantılarda da soranlar, hatta "Siz de kendinizi meşrulaştırmak ve
bizlerden destek almak için bu toplantıları yapıyorsunuz" diyenler oldu. Bunu diyenleri de dışlamadılar, bir sonraki yıl tekrar çağırdıkları da oldu.
Ben bu konuda şunu söylemeyi uygun görüyorum: Bir insan veya bir gurup bir faaliyeti yaparken kendileri ve başkaları için bir takım amaçları ve
beklentileri olur, bu tabiidir; önemli olan meşruiyet ve fayda-zarar dengesidir. Bu ikisini değerlendirmek de katılımcılara düşer; kimse kimseyi
zorlamıyor.

Farklı inanç, dünya görüşü ve hayat tarzına sahip fertler ve guruplar arasında yapılan buluşma ve görüşmelerin birden fazla amacı vardır;
bunlardan bazıları da şunlar olabilir: 1. Birbirlerini tanımak, doğru bilgi sahibi olmak, 2. Biri diğerini ikna ederek kendi inancına ve hayat tarzına
insan kazanmak, 3. Guruplar arasında veya bütün dünyada mevcut ortak problemlerin bir kısmını çözmek, bütün taraflar için faydalı olacak bazı
eylemlerde işbirliği yapmak...

Yukarıda sıralanan amaçların biri veya birkaçını sağlamak üzere yapılan diyaloglar (buluşmalar, görüşmeler, tartışmalar, ortak teşebbüsler ve
eylemler) oldukça eski zamanlardan beri yapılmıştır. Müslümanların katıldığı diyaloglar ise daha Hz. Peygamber zamanında başlamıştır. Sevgili
Peygamberimiz (s.a.) en önemli görevi olan tebliği yapabilmek için zorunlu olan diyalogu kullanmış, ötekilerle ya bizzat veya mektupları ve ashabı
vasıtasıyla temas kurmuş, onları önce İslam'a, bu olmazsa sulha ve antlaşmaya, bazı konularda işbirliğine davet etmiş, gerektiği zaman
temsilcilerle tartışmıştır. Burada iki örnekle yetineceğim:

a) Yerim dar olduğu için özetleyeceğim bu olayı daha geniş olarak şu eserden okuyabilirsiniz: M. Hamidullah, İslam Peygamberi, I, 863. paragraf vd.

Babası cömertlik ve asaletle ün salmış olan hristiyan Adiy b. Hâtim, Mekke fethinden sonra kendi bölgesine yapılacak müslüman akımından korkarak,
kızkardeşini de yanına alamadan Suriye'ye kaçıyor, bölgesi müslümanların eline geçiyor, kızkardeşi de esir alınarak Medîne'ye getiriliyor. Kadın,
kardeşinin şerefsiz davranışından şikayet ederek Peygamberimizden merhamet diliyor; o da hem kadını serbest bırakıyor, hem de istediği yere gidebilmesi
için binek ve azık veriyor. Kadın Suriye'de kardeşini buluyor; önce hırpalıyor, sonra da Medine'ye giderek Hz. Pygamberle görüşmesini tavsiye
diyor ve şöyle diyor: "Muhammed gerçekten Allah'ın Resulü ise onu kim daha önce kabul ederse daha çok övgüye layık olur. Sıradan bir hükümdar ise, ona
biat etmek ve teslim olmak sana bir noksanlık getirmez, ne isen o kalırsın..." Adiy bu tavsiyeye uyarak Medine'ye gelir; mescidde, ashabının
arasında, onlardan biri gibi oturur bulduğu Peygamberimiz ona itibar ve iltifat eder, kendisini evine davet eder; yolda Peygamberimizle görüşmek
isteyen yaşlı bir kadın onun önünü keserek uzun süre konuşur, meşgul eder; eve gelince Efendimiz tek minderi müsafirine verir ve kendisi toprak zemine
oturur; Adiy'e, "dini yasakladığı halde ganimetin dörtte birini kendisi için alıp almadığını" sorarak -başkasının bilmesi mümkün olmayan- bu kusurunu
itiraf ettirir. Adiy bütün bu olup bitenler karşısında sarsılır. Onun sıradan bir hükümdar olmadığı kanaatine varır. Bu sırada Peygamberimiz bir
son adım daha atarak ona şunları söyler: "Bu dine girmene mani olan şey nedir? Müslümanların yoksul olduğunu zannediyorsan, şunu bil ki, kısa bir
zaman sonra onların arasında sadaka kabul edecek birisi kalmayacaktır. Şayet onların zayıf olduğunu sanıyorsan, şunu bil ki, yakında Irak'taki
Kadisiyye'den kalkıp haccetmek üzere Mekke'ye gelmek isteyen bir kadının Allah'tan başka kimseden korkması gerekmeyecek; şayet egemenliğin müslüman
olmayan hükümdarların elinde olduğunu görüyorsan, bil ki, yakında Babil'deki beyaz sarayların kapıları da onlara açılacaktır..."

Adiy bu diyalog sonunda müslüman olur ve Peygamberimizin haber verdiklerinin tamamını gerçekleşmiş görecek kadar da yaşar.

Burada ötekiler kelimesini, ister yerli ister yabancı olsun gayr-i müslimler için kullanıyorum. Peygamber Efendimizin, dini tebliğ etmek veya müşriklerin
baskı ve zulmünden kurtulmak için başka putperest kabilelerle ve ehl-i kitap denilen yahudi ve hristiyanlarla temaslar, sohbetler, tartışmalar yaptığı,
bunun için hem ticaret hem eğlence yeri olan panayırlara bile gittiği bilinmektedir.

Önceki yazıda birincisini verdiğim iki örneğin ikincisi, Medine döneminde, Yemen sınırında yaşayan Necran hristiyanları ile yaptığı diyalogdur. Daha
önce de kendileriyle, bazı askeri harekat ve mektup gönderme şeklinde temaslar yapılmış olan Necran hristiyanları, 9. hicrî yılda İslam Peygamberi
ile görüşmek üzere Medine'ye geldiler. Altmış kişilik heyet içinde mahkeme başkanı ve büyük din adamları da bulunuyordu. Öğleden sonra Mescid'de huzura
kabul edildiler. Bir müddet sonra ibadet saatleri geldiği için izin istediler, Peygamberimiz dışarı çıkarak Mescid'i onlara bıraktı, doğu
tarafına yönelerek ibadetlerini yaptılar.

Bir ara yahudilerin de katıldığı ve tartışmanın yahudilik ile hristiyanlık üzerine kaydığı da oldu, ama genel olarak İslam ve hristiyanlık üzerinde
duruldu, l-i İmrann sûresinde yer alan ve hristiyanların tanrı inancını tenkit ederek düzelten birçok âyet de bu tartışmalar sırasında vahyedildi.
Apaçık gerçek karşısında hristiyanlar direnince "mübâhele" adıyla anılan usulü anlatan âyetler geldi (3/61-64). Buna göre Peygamberimiz karşı tarafa,
"her iki tarafın eşlerini ve çocuklarını yanlarına alarak gelmelerini ve yalan söyleyenin Allah'ın lanetine uğraması için dua etmelerini" teklif
ediyordu. Heyet düşünmek üzere izin istedi. Kendi aralarında konuştular ve böyle bir riski göze alamadılar, ama siyasi bağlılığı ifade eden bir
anlaşmaya razı oldular. Bu anlaşma metni de dini hoşgörü bakımından çok önemli satırlar ihtiva etmektedir:

"...Onların mallarına, canlarına, dini inanç ve uygulamalarına, hazır bulunanlarına ve bulunmayanlarına, ailelerine, mabetlerine... şamil olmak
(hepsini kapsamak) üzere Allah'ın himayesi ve Resulullah Muhammed'in zimmeti (koruma yükümlülüğü) Necranlılar ve onlara bağlı etraftakiler lehine bir
haktır. Hiçbir piskopos kendi vazife yerinin dışına, hiçbir papaz görevli olduğu kilisenin dışına, hiçbir rahip içinde yaşadığı manastırın dışında
başka bir yere alınıp gönderilemeyecektir....".

Bu anlaşmadan önce yine Necranlı hristiyanların lidelerine gönderilen mektubun hem besmele kısmı (diyalog bakımından), hem de muhtevası çok
önemlidir:

"Muhammed'den Necran papazlarna, İbrahim, İshak ve Yakub'un Allah'ının adıyla,

Gerçekten de ben sizi yaratıklara tapmaktan Allah'ın kulluk ve ibadetine davet ediyorum ve sizi, yaratıklarla yapılmış ittifak anlaşmalarının
ötesinde Allah ile ittifak anlaşması yapmaya çağırıyorum. Bu duruma göre şayet reddedecek olursanız, cizye yükümlülüğü gelir, şayet cizyeyi de
reddedecek olursanız size harp açarım, Vesselam." (Geniş bilgi için bak. M.Hamidullah, İslam Peygamberi, 1019. paragraf vd.).

Mektup, karşı tarafla ortak olan inanç esaslarını (hak olduklarına iki tarafın da inandığı peygamberler ile onların ibadet ettiği bir tek Allah'ı)
anarak söze giriyor, böylece sıcak bir ilişki kurmayı ve sözlerin etkisini arttırmayı amaçlıyor.

Peygamberimizin birçok davet mektubu yalnızca dine davet eder, onlarda cizye ve savaştan söz edilmez. Necran gibi İslam ülkesinin yakınında bulunan
gayr-i müslimlere gelince, onların müslümanlara zarar vermesinden güvende olmak zorunluluğu vardır; bunun da yolu, cizye denilen bir vergi alarak
onları İslam ülkesine bağlı hale getirmek ve bu vergiye karşılık onların da güvenliğini sağlamaktır. Medine'ye hicret edildiğinde, önce gayr-i
müslimleri cizye ile bağımlı hale getirmek yerine eşit şartlarda sözleşmeye (Medine vesikası) dayalı bir siyasi ve sosyal yapı oluşturma modeli
denenmiş, karşı tarafın ihaneti üzerine bu modelin uygulaması durdurulmuş, yukarıda zikredilen "ehl-i zimmet" modeline geçilmiştir.

Diyalogun mana ve maksadı

Diyalog konusuna tahsis ettiğim yazıların ilkinde diyalogun mana ve maksadını şöyle açıklamıştım: "Farklı inanç, dünya görüşü ve hayat tarzına
sahip fertler ve gruplar arasında yapılan buluşma ve görüşmelerin birden fazla amacı vardır; bunlardan bazıları da şunlar olabilir: 1. Birbirlerini
tanımak, doğru bilgi sahibi olmak, 2. Biri diğerini ikna ederek kendi inancına ve hayat tarzına insan kazanmak, 3. Gruplar arasında veya bütün
dünyada mevcut ortak problemlerin bir kısmını çözmek, bütün taraflar için faydalı olacak bazı eylemlerde işbirliği yapmak..."

Sonraki yazılarda, geçmişten günümüze, bu maksatlara da örnek teşkil edecek diyalog uygulamalarından söz ettim ve edeceğim. Ancak geçen günlerde
izlediğim bir tv programında diyaloga karşı olanların, daha çok, 1962-1965 yıllarında yapılan II. Vatikan Konsili'nden sonra papalığın adını koyduğu,
kavramlaştırdığı ve uygulamaya başladığı diyalog üzerinde durduklarını fark ettim. Maksadımı daha iyi anlatabilmem için TDV İslam Ansiklopedisi'nin
Konsil ve Hristiyanlık maddelerinde iyi bir özeti bulunan II. Vatikan Konsili, misyonerlik ve bunlara bağlı diyalog kavramı ile ilgili bir iki
pasajı aktarmam gerekiyor:

"Kapsayıcı yaklaşımın (kurtuluşun Yahudilik, İslam gibi diğer ilahi dinlerle de olabileceğinin kabulünün) doğurduğu bu problemler karşısında papalık
Dinler Arası Diyalog Konsili, 1984 ve 1991 yıllarında iki doküman neşretme gereğini duymuş... bu dokümanlarda misyonerlik açısından diğer dinlerle
ilgili resmi tutum belirlenmiştir" (17/359).

"Katolik kilisesi, diğer dinlerin mensuplarıyla birbirini tanımak ve inancı paylaşmak için diyaloga girmek durumundadır. Çünkü kilise bütün insanlık
içindir; dolayısıyla diyalog, bütün insanlığı kurtuluşa ulaştırma diyalogudur. Katolik kilisesi, dinler arası diyalogu, Hristiyanlaştırma
misyonunun bir aleti olarak kullandığını açıkça belirtmekten kaçınmamıştır."
(360).

"Bu yüzden Yahudiler, kilisenin diyalog yaklaşımına daima şüphe ile bakmışlardır" (s. 361).

Papalık kapsayıcı yaklaşımı benimsemekle beraber "Hristiyanlığın tek gerçek kurtuluş dini olduğu iddiasından vazgeçmemiştir. Diyalogun, Hristiyan
öğretisi çerçevesinde 'kurtuluş diyalogu' olduğunu açıklayan Papalık Dinler Arası Diyalog Konsili, Hristiyan mesajının diğer kültürler içinde
enkarnasyonu (diğer kültürlerin bünyesine sokularak hayat bulması ve yayılması) anlamına gelen enkültürasyonu teşvik etmiştir" (s.363).

Yukarıdaki alıntılar, papalığın diyalogdan maksadının misyonerlik olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Ben de ilk yazımda (bu yazının başına da koyduğum
kısımda), "2. Biri diğerini ikna ederek kendi inancına ve hayat tarzına insan kazanmak" ifadesiyle bu maksada yer vermiştim.

Hristiyanlığın vazgeçemeyeceği vazifelerinden biri misyonerlik; yani bütün insanları Hristiyanlaştırmak için çaba göstermektir ve bunu da asırlardan
beri yapmaktadır. Buna rağmen Müslümanlar onlarla diyalog içinde olmuşlar, "Hristiyanları Müslümanlaştırmak" amacı da dahil birçok maksatlarla biraraya
gelip görüşmüş, tartışmış, ortak bazı işler tutmuşlardır. Bugün yurt dışında yaşayan dindaşlarımız yoğun bir misyonerlik taarruzu karşısında bulunuyorlar
ve oradaki din rehberlerimiz çeşitli maksatlarla Hristiyan din adamlarıyla bir araya geliyor, diyaloglar yapıyorlar.

Bu noktada önemli olan kırmızı çizgilere dikkat etmek, dengeyi bozmamak, kâr zarar hesabını iyi yapmaktır; eğer bu çeşit diyalog İslam'ın ve
Müslümanların menfaatine değil, zararına olursa zinhar ondan uzak durmaktır.


Müslümanlar, "Dinlerarası Diyalog İçin Papalık Konseyi misyonunun bir parçası olmak üzere" diyaloga girmezler, kendi davalarının şuurlu bir
"misyoneri: davetçisi, tarafı" olarak diyaloga girerler.

Gelecek yazıda diyalog örneklerini vermeye devam edeceğim, burada bir daha tekrar edeyim: Diyalog zorunludur, kendi duvarlarınızın içine hapsolarak
tebliğ başta olmak üzere İslam'ın çağdaş temsilini gerçekleştiremezsiniz, oyunlara müdahale edemezsiniz, ama oyuna gelmemek, pirinç peşinde iken
eldeki bulguru da kaybetmemek için azami titizliği göstermeniz de ayrı birvecîbedir.

Din tartışması

Bugün vereceğim diyalog örneği, biri dinsiz, diğerleri, aslı vahye dayanan dinlere ve bunların mezheplerine mensup on kişi arasında, inançlarının
esaslarının temel noktalarını tartışma şeklinde cereyan ediyor. Tartışmayı Londra'da, 1842 Haziran'ında tertip eden şahıs bir İngiliz, uzun
incelemelerden sonra her biri kendi alanında uzman ve otorite olan on kişiyi tespit ediyor, bunların bütün masraflarını karşılayarak Londra'ya davet
ediyor, kendisini oturumlara başkan olarak seçiyorlar, günlerce devam eden tartışmalar sonunda bazı gerçekler ortaya çıkıyor, karanlık noktalar
aydınlanıyor.

Toplantıyı tertip eden kişi amacını (özetle) şöyle açıklıyor: Hali vakti yerinde olanlar çeşitli hayırlara ve kamu yararına açık kurumlara büyük
paralar harcıyor, bununla da insanlara hizmet etmeyi amaçlıyorlar. Bana göre insanlara yapılacak iyiliklerin başında, sonu çatışmalara ve büyük kayıplara
varan ihtilafların halledilmesi, hepsi bir kökten gelen insanlık âleminin barış ve dayanışma içinde yaşamalarının yolunun açılması geliyor. İnsanlık
ideoloji, din ve mezhepler şeklinde guruplara ayrılıyor ve birbirlerinden nefret ediyorlar karşılıklı olarak düşmanca duygulara sahip oluyorlar. Bunun
sebebi ve giderilme yolu nedir? (Girişimcinin bu soruya verdiği cevabı kendi ifadesinden aynen vereceğim:

"Bu karışıklık, kanâatime göre, her topluluğun, kendilerine yabancı olanlar hakkında, onların düşünce ve kararlarını güzelce anlamaksızın kendi kendine
bir fikir ve karar edinmiş, bunu kendi taraftarlarının zihnine yerleştirmiş, buna karşı olan düşünce ve kararlar doğru bile olsa onları bozuk ve eksik
olarak değerlendirmeye azmetmiş olmalarından kaynaklanıyor. Bu yol, bazı nüfuzlu çıkar sahipleri tarafından destekleniyor ve devam etmesi sağlanıyor.
Bu ise tabiatı gereği akıl sahibi olan insanların ortadan kaldıramayacağı bir problem değildir; yeter ki, bunların her biri, kendi düşünce, mantık ve
kararlarından ötekileri haberdar etsinler. Bu hasıl olduğunda farklı insanlar birbirlerine "Arkadaş, senin yanıldığın, yanlış anladığın nokta
şudur, şurasıdır" diyebilecek ve ihtilaf sebebinin düzetilmesine dikkat çekilebilecektir. Ayrıca bu incelemeler ve düzeltmeler sonunda bir fikir
birliği; yani insanlık birliği (ittihad-ı beşer) hasıl olacak, çeşitli guruplarıyla insanlık arasındaki ihtilafın çözüme bağlanması yönünde bir
güven doğacaktır."

Tartışmalar yirmi iki celse sürüyor, ortaya çıkan sonuçların duyurulacağı ve kullanılacağı konusu da son celsede müzakere ediliyor. Gazetelerde
yayımlayalım diyenlere karşı çıkanlar, "kendi kamu oyları nezdinde itibar kaybından" korkuyorlar. Hindistan'dan katılan sünnî müslüman Şihabuddîn'in
teklifi ise şöyledir:

"Bu dünyanın en büyük işi genel bir barışa ulaşmaktır; çünkü insan en fazla huzur ve rahata muhtaç, en çok yaşamaya istekli bir yaratıktır. Bunun
meydana gelmesi ise düşünce ve görüşlerde birlik sağlamaya bağlıdır. İslam, Hristiyan ve diğerleri arasındaki uyuşmazlıkları bir tarafa bırakalım,
doğrudan Hristiyan milletinin her bir mezhebi ve her bir mezhebin her bir şubesi ve her bir şubenin her bir cemaati arasında o kadar düşünce farkı
vardır ki, bunların tamamının yol, yöntem ve maksadını açıklamaya kalkışsak bir kütüphane dolusu kitap yazmak gerekir. Bu kadar farklı inanç ve
mezheplere bölünmüş olanları bir noktada toplamak, ancak onların önderlerini ve yöneticilerini bir müzakere meclisine sevk etmekle mümkün olabilir. Bunu
da ancak yöneticiler yapabilir; şu halde onlardan bunu istememiz gerekir..."


Osmanlıca'ya çevrilerek basılmış nüshası (288) sayfa tutan bu diyalog metnini (İstanbul, 1333), yakında bugünkü dile çevirerek neşretmeyi
düşünüyorum.

Bu diyalog örneğinden çıkaracağımız sonuçlara gelince:

a) Zamanımızdan bir buçuk asır önce de dinler ve inançlar arası diyalog toplantılarının yapıldığı görülmektedir.

b) Bu toplantı ve müzakerenin amacı karşılıklı tanıma, birbirini doğru anlama ve bütün insanlığın barış içinde yaşamalarını sağlayacak ortak
noktalar bulmaya çalışma şeklinde özetlenebilir.

c) Dinler ve kültürler arasındaki çatışma, farklılığı istismar eden ve çıkarları için kullanan elebaşıların destek ve yönlendirmeleri ile
gerçekleşmekte veya şiddet kazanmaktadır.

Trablus Diyalogu

İslam tarihi boyunca faklı dinlerden din adamları ile İslam alimleri arasında karşılıklı görüşmeler, tartışmalar, davetler olmuştur. Bu arada
tarafların birbirleri hakkında yazdıkları kitaplar kütüphaneleri dolduracak kadar çoktur. Bu kitaplarda İslam alimlerinin karşı tarafa iftira ettiğine,
asılsız iddialar ileri sürerek onları karaladığına dair örnek bulmak zordur. Yahudilerin kutsal saydıkları Hz. Musa ile Hristiyanların kutsal bildikleri
Hz. İsa üzerine İslam alimlerinin toz kondurması da mümkün ve vaki değildir. Bütün Müslümanlar bu iki zatın peygamber olduklarına inanırlar ve onlara
saygı ve sevgi duyarlar. İslam alimlerinin yaptıkları, eldeki değiştirilmiş kutsal kitaplardaki çelişkilere dikkat çekmek, Hz. Muhammed'in o kitaplarda
da müjdelenmiş olduğunu açığa çıkarmak ve hahamlar ile kilise babalarının kendi dinlerinin de aslında bulunmayan- yanlış inanç ve uygulamalarını
tenkit etmektir. Karşı tarafa gelince bunlar hem Müslümanlara, hem onların kutsal kitaplarına ve peygamberlerine daima dil uzatmış, iftiralarda
bulunmuş, karalamak için ellerinden geleni yapmışlardır. En insaflıları bile açık ve seçik bir şekilde "...şehadet ederim ki Muhammed Allah'ın peygamberi
ve elçisidir" diyememiştir. Deyim yerinde ise "top onların ayağındadır", biz vazifemizi yaptık, onların peygamber veya (haşa) tanrı bildiklerine, "birer
peygamber olarak" inanıyor ve saygı gösteriyoruz, şimdi sıra onlarda, "onlar da bizim Peygamberimiz'i ve kitabımızı Allah'ın peygamberi ve kitabı olarak"
kabul etsinler, meselenin (ayrılık gayrılığın ve çatışmanın) en önemli sebebi ortadan kalksın! Bunu yapmadıkları sürece (yani Peygamberimiz'i
yeterince tanıdıkları halde ona inanmadıkça) dinleri ne olursa olsun onlar, Müslümanlara göre "kâfirler: yani inkarcılar"dır, Müslümanlara göre
ötekilerdir; bu durumda diyalog da Müslümanlarla ötekiler arasında bir diyalog olacaktır.

Peki Müslümanlarla ötekiler arasında bir diyalog olamaz mı?

Bundan önceki yazılarımda bunun olabileceğini, olduğunu ve olması gerektiğini yazdım. Şartlarına ve hassas noktalarına da işaret ettim. Bu
yazılarda verilen son örnek olarak, kendi nev'i içinde ilk olan bir diyalogdan daha söz etmek istedim: 1976 Şubat'ında, Libya'nın başkenti
Trablus'ta, Libya Arap Cumhuriyeti ile Vatikan'ın ortaklaşa hazırladıkları "İslam-Hristiyan Diyalogu Semineri". İlk oluşu, tarafların kimlik ve
özelliklerinden gelmektedir.

Diyalog seminerine din ve düşünce adamları, medya mensupları ve diğerleri olmak üzere 600 kişi katılmış, diyalogun taraflarını da seçilmiş on beşer
kişi temsil etmiştir. Türkiye'den gözlemci olarak katılan yedi kişi şunlardır: Dr. Lütfi Doğan (o zamanki Diyanet İşleri Başkanı), Dr. Ali
Arslan Aydın (o tarihte Din İşleri Y. Kurulu Başkan Vekili), şimdi unvanlarıyla Prof. Dr. Mehmet Hatipoğlu, Prof. Dr. Salih Tuğ, Mustafa Runyun
(mehum), Prof. Dr. Yusuf Ziya Kavakçı, Osman Saraç (merhum).

Seminerde tartışmak üzere dört ana konu seçilmiştir: 1. İki dinin modern dünyada bir hayat ideolojisi olma şansları. 2. Allah inancının sosyal
adalete ulaşmadaki rolü. 3. İki din arasındaki ortak inanç esasları. 4. Batıl inançlar ve iki dinin mensuplarını birbirine düşüren inanç ve
anlayışları ortadan kaldırma metodları.

Bu dört konuda karşılıklı tebliğler sunulmuş ve tartışmalar yapılmıştır. (Hem tebliğ hem de tartışmaların özetini, seminere katılan D. Ali Arslan
Aydın'ın İslam-Hristiyan Diyalogu... isimli kitabında bulabilirsiniz; Ankara, 1977).

Benim bir iki yazıda vermek istediğim noktalarına gelince:

1. Devlet Başkanı Muammer Kaddafi bazı celselere katılmış ve oldukça önemli konulara temas eden bir konuşma yapmış, taraflara da bazı sorular sormuş,
tekliflerde bulunmuştur. Bu tekliflerden bir de Hz. Muhammed'in, karşı tarafça da peygamber olarak tanınmasıdır. Bu konuda Kaddafi şunları
söylemiştir:

"Bizce Yahudilerin ve Hristiyanların en büyük problemi Hz. Muhammed'in (s.a.) peygamberliğine itiraz etmeleridir. Bu büyük bir hatadır... Hz. Muhammed'in
peygamberliğini murad eden yüce Allah'ın ezeli irade ve takdirine karşı çıkmaktır... Bu inkar hareketi zamanla (Yahudilerden) Hristiyanlara da
intikal etmiş, dört İncil'den ve Kitab-ı Mukaddes'ten Hz. Muhammed'in ismi silinmiş, peygamber olduğunu açıklayan ayetler değiştirilmiştir. Bu husus
Kur'an'da Hz. Muhammed'e bildirilmiş, Allah tarafından ilan edilmiştir... Şimdi Ehl-i Kitab'a soruyorum: 'Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkar
etmeye... devam edilecek mi, yoksa gerçeğe dönülecek mi?..."

Kaddafi'nin bu konuşmasından sonra söz alan Hristiyan heyeti başkanı Kardinal S. Pignodelli, "Hz. Muhammed'in peygamberliği" meselesinin
Vatikan'da incelenmekte olduğunu ifade etmiştir.

Yüzlerce seneden beri bu inceleme bir türlü bitmiyor ve sanırım hâlâ inceliyorlar veya böyle geçiştiriyorlar.

1-6 Şubat-1976 tarihinde yapılan ve dört ana konu etrafında cereyan eden diyalog seminerinde yapılan konuşmalar ve tartışmalar sonunda bu dört konu
ile ilgili olarak şu sonuçlar açıklanmıştır.

1. Din bütün ideoloji ve doktrinlerden daha üstündür, onlardan biri gibi ele alınamaz.

2. Müslümanlık ve Hristiyanlık "Bir ve tek olan Allah'a iman"da birleştiklerine göre ruhi ve manevi değerlerin, ahlak kurallarının ve insan
mutluluğunun gelişmesi için ortak çalışmalar yapmalıdırlar.

3. Sosyal adalet Allah'a imanın tabii bir sonucudur, meyvesidir.

4. İki taraf insanlığın hayrı ve saadeti için ortak çalışma, yardımlaşma ve karşılıklı saygıya dayalı yeni bir dönemin açılmasına gayret etmelidirler.

Diyalogun karar ve tavsiyeleri de 24 maddede toplanmıştır. Burada önemli birkaç maddeyi vermekle yetineceğim.

1- Taraflar, semavi dinlerin tamamında adı geçen bütün peygamberlere saygılarını teyit ve bunlara dil uzatanları takbih ederler (kınarlar).

2- Allah'ın değerli kıldığı "insan haysiyetini" zedeleyen ırk ayrımcılığının bütün şekillerini reddederler ve kınarlar.

3- Taraflar inanç özgürlüğünün zorunlu olduğunu, din kurallarına uyulması gerektiğini, ailelerin çocuklarını inançlarına göre yetiştirme haklarının
bulunduğunu belirterek din ve inanç yüzünden yapılan her türlü baskıyı protesto ederler.

4- Taraflar, barışın, dinin temel ilkelerinden bir olduğunu hatırlatır, bunun hak ve adalet temeli üzerinde gerçekleşmesini ümit ederler.

5- Her iki taraf, bütün semavi kitapların dünya dillerine tercüme edilmesini teşvik eder ve bunların yayımlanmasını, okunmasını yasaklamayı kınarlar.

6- Taraflar, ders kitaplarında, iki din ile ilgili olarak yer alan yanlış bilgilerin, inanç esaslarına uygun olarak düzeltilmesi için ortak bir çalışma yapılmasının zaruretini beyan ederler.

7- Her iki taraf, karşı tarafın mensuplarını dinlerinden döndürmek için yapılan çalışmalardan vazgeçilmesini tavsiye ederler.

8- Her iki taraf Kudüs şehrinin Araplığını inkar eden ve Kudüs'ün Yahudileşmesini, bölünmesini veya uluslararası bir şehir statüsüne sokulmasını hedef alan planları ve kutsal yerlere saygısızlık teşkil eden girişimleri reddederler.

Trablus diyalogunda yapılan konuşmalar ve alınan kararlar gözden geçirildiğinde diyalogun yararlı olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Ancak bu ve
benzeri toplantılarda alınan kararların çoğunun kağıt üzerinde kaldığı, toplantıların arka planında hemen daima başka maksatların bulunduğu ve asıl
bu masatların gerçekleşmesi için gayret gösterildiği de bir gerçektir. Ama durum ne olursa olsun insanlar niyetlerine göre değil, beyanlarına
(söylediklerine, altına imza attıkları sözleşmelere, teahhütlere) göre sorgulanır, sorumlu tutulurlar. Gerek Trablus toplantısında ve gerekse daha
sonra yapılan toplantılarda yapılan konuşmalar ve alınan kararlar da bu beyan ve sözleşmelere dahildir. Taraflar bu kararların üzerine gitmeli,
bunları referans olarak kullanmalı ve hem bu iki dine hem de diğer inançlara mensup olan insanlığın daha huzurlu, daha adil, daha az problemli bir dünyada yaşamaları için ortak gayret sarfetmeye devam etmelidirler.

Not: Bayramınızı şimdiden tebrik ederim. Nasip olursa bir bayram yazısı yazarım. Ama o gün geç olacağı için şunu şimdiden söylemek ihtiyacını
hissettim: Sıradan insanlar bayram günlerini tespit ile yükümlü kılınamazlar, bu iş onları aşar. Yapacakları şey, Diyanet'in belirleyip
takvimine yazdığı gün bayram yapmaları, başkalarına da kulak vermemeleridir. Onların sorumluluğu bundan ibarettir. Niçin Diyanet? Çünkü o kurum bu işi,
(siyasi veya başka) hiçbir baskı altında kalmaksızın ilmin ve dinin gerektirdiği gibi yapmaktadır.

17.Aralık.2004 - 16.Ocak.2005

Add comment


Security code


Refresh

back to top

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu