Devlet Düzeni ve Derin Devlet ya da İşte Sezar, İşte Siz!.. Featured

Soru: “Hukuk devleti” ifadesinden ne anlaşılmalıdır? Size göre gerçek bir hukuk devletinin vasıfları nelerdir?

Cevap: Bu, tahlili oldukça zor ve çetin bir mevzu... İhtisas sahama girmeyen bir konu oluşu meseleyi biraz daha girift hale getirebilir. Ayrıca, bazı meseleleri ben dile getirince, hasımca davranan insanlar ifadelerimi ona göre değerlendirirler; dostlar da, sözlerime hüsn-ü zanları zaviyesinden bir kıymet biçerler.

Düşmanca tavır alanlar, mahza hak ve hakikat olan bazı beyanlarımı bile, onları dile getiren ben olduğum için, kabul etmek istemez, onlarda bir yanılma yanı arar, mutlaka bir boşluk bulmaya çalışır ve önyargılı davranırlar. Dostlar ise, daha baştan, sözlerimi içi dolu ifadeler olarak ele alır, ben söylediğim için onları değerli sayar ve yanılırlar. Bu açıdan da, böyle bir konuyla alakalı düşüncelerimi ifade etmem, hem dostları hem de hasım ruhluları değişik yorumlara, farklı mütalaalar serdetmeğe sevk edebilir. Ne kadar temkinli konuşursam konuşayım, benim düzgün dediğim şeyler bazılarına göre eğridir. Onlar, seslendirdiğim hakikatlere tâ baştan yanlış mührü vurmuşlardır. Dolayısıyla, hukuk devleti mevzuundaki fikir ve düşüncelerimin de aynı şartlanmışlıklarla değerlendirilmesi söz konusudur; fakat, ben yine de, sorunuza ve meselenin ehemmiyetine hürmeten bazı hususları arz etmeye çalışacağım.

Devletin Değişmez Vasıfları

Önce, cevaba esas teşkil etmesi için hepinizin bildiği bazı hususlara, hatırlatma kabilinden değinmek istiyorum: Bildiğiniz gibi, Anayasanın birinci maddesi, Türkiye Devleti’nin bir cumhuriyet olduğunu vurgular. Hemen ikinci maddede bu cumhuriyetin vasıfları zikredilir ve Türkiye’nin demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu belirtilir. Yine bildiğiniz gibi, bu iki hüküm asla değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif de edilemez.

Evet, bu iki esas teminat altındadır, bunlara dokunamazsınız. Belki, bir manada mükemmelini bulursanız, demokrasiye ilavelerde bulunabilirsiniz. Laikliğin tarifini açabilir, genişletebilir ve onu insanî değerleri daha da kuşatıcı olma ufkuna yükseltebilirsiniz. “Sosyal devlet” ifadesi üzerinde durup meseleyi açabilir ve biraz daha insânîleştirebilir, ünsîleştirebilirsiniz.. Fakat, bütün bunlar icmalde meseleleri olduğu gibi kabulün yanı başında, aynı zamanda dünyadaki genel gelişmelerden istifade ederek, bizde de o meseleleri inkişaf ettirme şeklinde olur. Tabir-i diğerle; meselenin icmâli olduğu gibi kabul edilir; tafsîline ise açık durulur.

İdeal Demokrasiye Doğru

Demokrasi, halk hakimiyetine dayalı bir sistem demektir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde ilk defa telaffuz edilirken “Hâkimiyet bilâ kayd ü şart milletindir” şeklinde söylenen, zamanla mazmun ve mefhum korunmakla beraber kelimelerle oynanarak “Hâkimiyet kayıtsız, şartsız milletindir” sözüyle seslendirilen ve günümüzde daha yalın bir Türkçe kullanma iddiasıyla “Egemenlik milletindir” cümlesiyle vurgulanmak istenen husus demokrasidir. Başka bir münasebetle de ifade ettiğim gibi, bu söz, hâkimiyetin -hâşâ- Allah’tan alınarak insanlara verilmesi demek de değildir; aksine, hâkimiyetin, Allah tarafından, kaba kuvvet temsilcilerinin elinden alınıp millete verilmiş olduğunu belirtmektedir.

Evet, demokrasi, temel hak ve hürriyetlerin korunmasını halkın temsilcilerine tevdî eden, milletin görüş ve kanaatlerinin ülke yönetiminde tesirli olması gerektiği esasına dayanan bir idare şeklidir. Hatırlarsınız, ilk meclis milletvekillerinden Tahir Efendi halka hitap ederken şöyle der: “Ey cemaat, siz, “müntehib”siniz (seçensiniz); ben ise, “müntehab”ım (seçilenim). Gideceğimiz yer ise; “müntehabün ileyh”dir (meclistir). Sizin yaptığınız işe de “intihab” (seçim) denir. İntihab ise “nuhbe”den gelir. Nuhbe, kaymak demektir. Unutmayın ki, bir şeyin aslında ne varsa kaymağı da o cinsten olur. Sütün üstünde süt kaymağı, şapın üstünde de şap kaymağı bulunur...” Bu sözler aynı zamanda, “Nasıl olursanız, öyle idare edilirsiniz.” hadis-i şerifinin çok enfes bir yorumundan ibarettir. İşte, halkın içinden çıkan ve onu tam aksettiren temsilcilerin idaresidir demokrasi.

Türkiye’de yarım asırdan daha uzun bir zamandan beri, demokrasiyi deniyor ve hâlâ en mükemmelini bulmak için uğraşıyoruz. Denemede başarılı olamadığımız zaman yeniden başa dönüyor, bir kere daha arayışa geçiyor ve yeni testler yapıyoruz. Pozitif ilimlerdeki deneme-yanılma ve doğruyu bulma yolunu bir yönüyle biz gerçek demokrasiye ulaşma mevzuunda kullanıyoruz. Böylece, bir manada demokrasi bir gelişme süreci yaşıyor. Batılılar da, “Biz bu meselenin zirvesini henüz yakalayamadık, hâlâ yoldayız” diyor ve onlar da kendi anlayışlarına göre ideal bir demokrasi arıyorlar.

Ayrıca, demokrasi değişik toplumlar tarafından farklı farklı şekilllerde anlaşılmış ve değişik tarzlarda uygulanmıştır. Mesela, A. Lincoln, demokrasiyi “Halkın halk tarafından, halk için idaresi” olarak ifade etmiş; Hitler, Nazizm’i “gerçek demokrasi” diye nazara vermiş; Mussolini de Faşizm hakkında “merkezi ve otoriter demokrasi” diyebilmiştir. Görüleceği gibi, çoklarınca anti-demokratik kabul edilen bazı ideolojilerin bile demokratik oldukları iddia edilmiştir. Rusya’da komünizmin hakim olduğu dönemlerde, onlar da kendi sistemlerine “sosyal demokrasi” demeyi uygun görmüşlerdir. Dünyanın değişik bölgelerine bakılsa, Hristiyan demokrasi, Katolik demokrasi, Protestan demokrasi... gibi daha pek çok demokrasi anlayışına şahit olmak mümkündür.

Dolayısıyla, bugün kemale ermiş ve herkes tarafından benimsenmiş bir demokrasiden bahsetmek imkansızdır; bütün hukukçuların ve sosyal bilimcilerin genel kabulü, demokrasinin henüz bir gelişme vetiresi yaşadığı istikametindedir. Bu açıdan da, Türkiye’nin hâl-i hazırdaki problemleri mevcut demokrasiyle çözülebilecek olsa da, onu daha da geliştirmek ve mümkün olduğu kadarıyla herkesin maddî-manevî ihtiyaçlarına cevap verecek olan en mükkemmel demokrasiye ulaşmak hedeflenmelidir.

Devletin Lâikliği

Türkiye Cumhuriyeti’nin tarifinde işaret edilen ikinci husus onun lâik bir devlet oluşudur. Lâik, Fransızca’dan alınmış bir kelimedir; rûhânî ve dînî olmayan fikir, müessese, sistem demektir. Fransızlar, meşhur ihtilâlden sonra teokratik düzeni kaldırıp devleti kiliseden ayırarak dînîlikten ve ruhânîlikten çıkarınca, yeni doğan bu çocuğa lâik devlet ismini vermişlerdir. Daha sonraları, bu mevzuda da dünyanın değişik yerlerinde farklı anlayışlar ve uygulamalar olmuştur.

Bu arada, istidradî olarak şu hususun açıklanmasında fayda mülahaza ediyorum: Teokratik düzeni, dinî bir idare şeklinde yorumlamak epistomolojik ve terminolojik olarak yanlıştır. Teokratik düzen demek, dine ve dini metinlere dayalı bir idare biçimi demek değildir. Yani, teoratik devlet sözüyle, Tevrat’a, Eski Ahid’e ya da Yeni Ahid’e bağlı bir devlet ifade edilmez. Onu, Kur’an-ı Kerim’e ve Sünnet-i Sahiha’ya bağlı devlet şeklinde dile getirmekse bütün bütün yanlıştır. Teokrasiyi İslam’la beraber zikretmek ya bir garaza mebnîdir ve Müslümanları ezip sindirme kastına matuftur ya da terminolojiye vâkıf olmamanın ve cehaletin emaresidir. Teokratik devlet, ruhban sınıfının hakimiyetine ve kilise otoritesinin üstünlüğüne dayanan bir idare sistemidir. O, âbâ-i kenâisenin içtihad ve kararlarına göre idare edilen devlet demektir.

Öyle bir devlette, ruhban sınıfının sözleri hüccettir. Onlar, ne söylerlerse mutlaka Hakk’ın o mevzuudaki muradını seslendirmiş olurlar ve asla sorgulanmazlar. Yani, sizin Zât-ı Uluhiyet ve Rasûl-ü Ekrem hakkındaki o sağlam mülahazalarınız ne ise, teokratik idarenin tabileri arasında âbâ-ı kenâise hakkındaki mülahazalar da öyledir. Dolayısıyla, lâiklik kavramı batının dinî, siyasî ve içtimaî şartları çerçevesinde, ruhban sınıfının baskılarına ve onun farklı mütalaalarından ötürü ardı arkası kesilmeyen dahilî harplere karşı ortaya çıkan bir kilise-devlet ayrımı ihtiyacından doğmuştur. Bu açıdan da, batı toplumlarının problemi din ile değil, din adamlarıyla ve dinin emirlerini kendi şahsî çıkarları için kullanan o günkü kilise teşkilatıyla alâkalıdır.

Hatta belli bir dönemde mesele din–bilim ayrışmasına kadar uzanmıştır. “Metafizik bilim olamaz“ teziyle ortaya çıkan Dekart (Descartes), bilginin ancak ölçülebilir ve bölünebilir nesnelerin incelenmesiyle elde edilebileceğini söyleyip bilimin konusunu sadece maddeyle sınırlamış; daha sonra da Kartezyen (Dekartçı) felsefesinin tâbileri hep aynı istikamette idare-i kelam etmişlerdir. Dini ve bilimi ayrı iki alan olarak ele almış ve alan ihlali yapılmaması gerektiği üzerinde durmuşlardır. Bu alan ihlali yapılmaması anlayışı kalıptan kalıba girerek zamanla dinin ve devletin sınırlarını belirleme, din işleri ile dünya işlerini birbirinden ayırma ve karşılıklı müdahaleye meydan vermeme düşüncesini ifade eden lâikliğin bir esası olagelmiştir.

Bununla birlikte, lâiklik her toplumda aynı biçimde uygulanmamış; dünyanın değişik yerlerinde farklı şekilllerde yorumlanmıştır. Bir yerde uygulanan lâiklik, herkesin vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetini; ibadet, dinî ayin ve törenlere katılma hakkını; düşünce ve kanaatlerini söz, yazı ya da başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkını temin ederken; bazı yerlerde de çok katıca uygulanmış, lâiklik tamamen sekülerizm olarak ele alınmış ve adeta o sistemin temsilcilerine uymayan dinî hayat yasaklanmış; dinî düşünceleri ve dinî kanaatleri anlatma hakları bütün bütün ihlâl edilmiştir.

Bu açıdan da, lâiklik disiplininin icmâlî olarak varlığına bir şey denmese de, bu meselenin tafsîlî manada bir kısım değişikliklere ve geliştirilmeye açık olduğunu itiraf etmek gereklidir. Demokrasi gibi bu husus da, bir gelişme ve daha insanî olma vetiresi yaşamaktadır. Dolayısıyla, dünyanın değişik ülkelerinde veya gelişmiş ülkelerde bu meselenin en mükemmel tarifinin ne olduğu, lâikliği bizim nasıl tarif edebileceğimiz ve uygulama anında bu tarife –diğer hakları da ihlal etmeden– ne kadar sadık kalınabileceği gibi hususlar üzerinde mutlaka düşünülmeli, bu konuda ciddi müzakereler yapılmalıdır.

Devletin Sosyal Oluşu

Türkiye Cumhuriyeti’nin, anayasa tarafından belirlenen önemli bir esası da sosyal oluşudur. Sosyal devlet olmanın gereği, fertlere temel hak ve hürriyetler tanımak ve bunların gerçekleştirilmesini temin etmektir. Bu hak ve hürriyetler anayasayla belirlenmiştir. Mesela; herkes, özel hayatına ve aile mahremiyetine saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir; özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz. Bir şikayet halinde mesele emniyete ya da yargıya intikal etmedikçe hiç kimse aile mahremiyetine karışamaz. Sosyal devlet, bu mahremiyet hürriyetini tanımasının yanı başında o hürriyeti korumakla da mükelleftir. Aynı zamanda,  herkes istediği bir yere yerleşme ve seyahat hürriyetine de sahiptir. Sosyal devlet çerçevesi içinde mutlaka bu hürriyetin temini de lazımdır; yoksa sosyal devletten söz edilemez.

Şayet, bazı hak ve hürriyetler belirlenmişse ama şahıslara onlardan istifade etme imkanı verilmiyorsa, mesela, inanmanın önü alınıyor, dini öğrenme yolları kesiliyor ve düşünceleri ifade etmeye mani olunuyorsa, yine ortada bir sosyal devletin varlığından bahsedilemez. Bir devletin sosyal olabilmesi için, o ülkedeki herkesin düşünce ve kanaat hürriyetine, düşünce ve kanaatlerini değişik yollarla açıklama ve yayma hakkına sahip olması gerektiği gibi; her ferdin bilim ve sanata dair değişik sahalarda eğitim görme, öğrenme ve öğretme, bu alanlarda her türlü araştırma yapma ve onları yayma hürriyetinin bulunması da zaruridir. Her mevzunun uzmanları inandıkları şeyleri bir konferansta, bir seminerde veya başka bir platformda rahatlıkla ifade edebilmelidirler. Şu kadar var ki, sizin kendi düşüncelerinizi açıklamanız ve kanaatlerinizi ifade etmeniz, hiçbir zaman başkalarını rahatsız etmeye müncer olmamalıdır. Zira, sizin kişilik haklarınız olduğu gibi başkalarının da ferdî hak ve hürriyetleri vardır; sosyal devlette, bir ferdin hak ve hürriyetleri kullanması neticesinde bir başkasının dokunulmaz ve vazgeçilmez haklarının ihlal edilmesine kat’iyen izin verilmez.

Hukuk Devleti

Devletin, anayasada belirtilen çok önemli bir özelliği de “hukuk devleti” olmasıdır. Hukuk devleti, en kısa tarifiyle, güce ve kaba kuvvete değil, hukuka dayanan bir devlet demektir. Hukukçular onu, faaliyet alanını ferdî hak ve hürriyetler sınırında tutan, kanunların umumîliği esasına bağlı ve şahısların hem başkaları hem de devlet karşısında korunması için yargı organları bulunan devlet olarak tarif ederler.

Hukuk devletinin en mühim hususiyeti, bütün icraat ve işlerin anayasada belirlenen esaslara göre yapılmasıdır. Öyle bir devlette, yeni çıkarılacak olan yasalar da daha önce belirlenen esaslara göre yapılır ve kat’iyen anayasaya muhalif olamaz. İdare sadece yasalara değil genel hukuk kurallarına da bağlı kalır. Devletin her müeyyidesi mutlaka belli ölçülerle ortaya konur, uygulanmadan önce de herkese duyurulur.  İdareciler de dahil herkes adli yargı kurumlarınca denetlenebilir. Bunlar hukukun temel prensipleridir ve İslam Hukuku’nda da esastır. Şâtibî’nin Muvâfakât’ına bakarsanız; temel disiplinlere uymayan cüz’iyâtın nazar-ı itibara alınmayacağı üzerinde ısrarla durulduğunu görürsünüz. Dolayısıyla, çıkarılacak kanunların anayasanın ruhuna uygun olması lazımdır. Anayasanın ruhu, fert, aile ya da toplum olarak size şu hak ve hürriyetleri tanıyorsa, çıkarılacak yasalar kat’iyen onlara aykırı olamaz. Aksi halde, anayasa ile diğer yasalar arasında çelişki meydana gelir; toplumda bir herc ü merc yaşanır. Evet, anayasa, bir yönüyle, küllî kaideler mecmuasıdır. Cüz’î disiplinler, ancak o küllî kaidelere bağlı olmak suretiyle ve onlardan istinbat edilecek kaidelerle ortaya konabilir. Külliyât gözetilmeden cüz’iyât vazedilemez.

Hukuk devletinde, devlet kurumları denetim ve işbirliğini de ihtiva eden bir denge içinde çalışır. Yasama yetkisi denen kanunları çıkarma salâhiyeti, millet hesabına Türkiye Büyük Millet Meclisi’nindir. Çıkarılan kanunları uygulama ve yürütme yetkisi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu’na aittir. Yargı ise bağımsız mahkemelere bırakılmıştır. Dolayısıyla, bir hukuk devleti, bu üç temel rükün üzerine bina edilir ve hepsinin işbirliğiyle, hakkaniyetle çalışması neticesinde yükselir.

Bu açıdan, bütün hak ve hürriyetleri devlet temin eder; hiç kimse kendi kendine ihkâk-ı hakta bulunamaz, hak arkasına düşemez; bu çerçevenin dışında hak arayamaz ve kendini devletin yerine koyamaz.

Soru: Türkiye’de “devlet içinde devlet” ya da “derin devlet” gibi mevzular öteden beri hep konuşuluyor. Bir hukuk devletinin bünyesinde “derin devlet” gibi bir oluşumun meydana gelmesi mümkün müdür? Devlet, ülke çıkarları düşüncesiyle şiddet kullanabilir mi?

Cevap: Evvela, hiç kimse ferdî haklarını kendi başına belirleyemez; herkesin hakkını bir hukuk sistemi tayin eder. Hakkın tarifi ve tasnifi bir uzmanlık işidir; sosyal devlet yapısında bu haklar anayasa ve yasalarla ortaya konur ve hukukla koruma altına alınır. Herkese kendi hak ve hürriyetlerini yaşama imkanı sağlanırken, bir kimsenin başkasının hakkını ihlal etmesine de göz yumulmaz. Hukuk devleti, her zaman hakkın yanında olmayı, hakkı tutup kaldırmayı yeğler ve hakka saygıyı en büyük vazife sayar.

Evet, Mehmet Akif’in, “Hâlik’ın nâmütenahî adı var, en başı Hak / Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak” dediği gibi, hakkı tutup kaldırmak en önemli bir vazifedir. Fakat, hukuk çerçevesinde hakkı  kullanma yolları vardır ve bir hukuk devletine mensup fertler kendi arzu ve isteklerine göre hakkı tutup kaldıramaz, hak iddiasında bulunamazlar. Herkes hakkını mensubu bulunduğu o devletin hukuk sistemi içinde arama mecburiyetindedir; aksi halde, fertler veya belli gruplar kendi isteklerine göre ihkâk-ı hak etmeye kalktıkları zaman ülkede kargaşa çıkar.

İhkâk-ı Hak Mücadelesi

Türkiye’de 80’li yıllardan önceki oldukça uzun bir dönemde, bazı kimseler kendilerine göre bir hak arayışına girdiler. Hak meselesine Lenin’ce, Mao’ca, Fidel Kastro’ca yaklaştılar ve “Hak verilmez alınır!..” diyerek sokaklara döküldüler. “hürriyet” dediler, “proleterya diktatörlüğü” diye bağırıp çağırdılar ve yakıp yıkarak ihkâk-ı hak etme ardına düştüler. Bazıları da, ülkeyi korumak kendi vazifeleriymiş gibi onların karşısına dikildiler. O günlerde sinirler hep gergindi ve seneler korkunç bir gerilim havasında geçti. Yürekler sürekli kan dökme hissi ile çarptı. Gencecik beyinler sadece kan düşündü, kan konuştu ve her fert adeta kanlı katil gibi diğerinin yakasına yapışmak hummasına tutuldu. Kan dökmek ve canlara kıymak suretiyle ihkâk-ı hak mücadelesi böyle sürüp gitti. Ölenler niçin öldüklerini anlayamadı; öldürenler de niçin öldürdüklerini bilemedi. Maalesef, değişik devrelerde bunları gördük ve Türkiye şu anda yine öyle kaotik bir ortama çekilmek isteniyor.

Evet, bir insan kalkıp “Hak verilmez alınır; ben hakkımı zorla koparacağım!” derse, ona karşı tepki hareketi olarak kimisi de “Senin buna hakkın yok; sen devlete baş kaldırıyorsun, senin cezanı ben vereceğim!” diye cevap verir; böylece hukuka aykırı bir yola girilmiş olur ve ülkede kaos meydana gelir. Her meselede insanların kendi içtihadları devreye girer. Hak arayan insan kendine göre bir hak içtihadında ve o hakkı elde etme yolu adına da bir yöntem istinbatında bulunur. Ona karşı çıkan kimse de onun haksızlığı konusunda bir içtihada gider ve hüsn-ü niyetli gibi görünse de, haksıza karşı kendi başına ve kendi usulünce mücadele etme içtihadında bulunarak hata eder... Ve bu türlü içtihadlar, insanların kafası sayısınca çok olur, herkes kendi anlayışını hak görür. Şayet, bu mevzuda şahısların önü açılırsa, insanlar adedince kavga vesileleri icat edilmiş olur.

Devlet de Hukuka Aykırı Davranamaz

Dolayısıyla, bazı işleri hukuk dışı yollarla halletmeye kalkanlar, başkalarını da hukuk dışı bir kısım oluşumlara sevketmiş olurlar. İster devlet isterse de kendini devlet yerine koyan ve devlet yanlısı görünenler, meseleleri hukuk dışı yollarla halletmeye kalkıştıkları zaman daha ciddi problemlere ve komplikasyonlara sebebiyet verirler. Böyle bir tavır her yandan hukuk dışı oluşumların patlak vermesini tetikleme sayılır: Yeraltı dünyası oluşur; gizli cinayetler işlenir; fâili meçhuller artar ve herkes kendi kafasına göre bazı şeyler yapar. Evet, böyle bir hukuksuzluğu kendini devlet yerine koyan fertler yapamayacakları gibi, devletin kendisi de yapamaz. Hatta, hak arama mevzuunda herkes yanlışlık yapsa bile devlet bu mevzuda asla hatalı adım atmamalı; hukuk dışı hiçbir müdahaleye yanaşmamalıdır. Öyleyse, her mesele hukuk çerçevesinde halledilmeli; problemlerin çözümü yasama, yürütme ve yargı mercilerine müracaatta aranmalıdır.

Devlet şakîlere karşı savaşabilir; savaş esnasında güvenlik güçlerine silah çekenleri öldürebilir; zira, savaşın da kendine göre bir hukuku vardır. Fakat, bir insan gelip teslim olursa, devlet onu asla yargısız infaz edemez. Teslim olan bir insanı öldürmek hukuk devletinin ruhuna aykırıdır. Ayrıca, o şahıs, itirafta bulunacaktır, söyleyeceği şeyler olacaktır; devletin orada çıkarları söz konusudur ve ondan alınabilecek ipuçlarıyla daha büyük fitnelerin önü alınacaktır. Hal böyleyken, birisi pişmanlık duyarak dağdan inse, itirafta bulunmak için bir yere müracaat etse, “Benim diyeceğim şeyler var; şekavetin merkeziyle, fitnenin yuvasıyla alâkalı hayatî bilgiler vereceğim” dese, eğer siz, “Seni kabul etmiyoruz, senin yerin dağ...” şeklinde cevap verir ve onu reddederseniz, milletin dağı işletmesi mevzuunda sizin bazı şeyler çevirdiğiniz kanaati hasıl olur bende. O zaman düşünmeden edemem: Siz galiba orada bazı şeyler karıştırıyorsunuz... Acaba uyuşturucu işi mi çeviriyorsunuz? Silah üretiyor ve silah ticareti mi yapıyorsunuz? Yıllanmış kavgaların bir türlü sona ermemesinde bir çıkarınız mı var? Neye binaen hukuk devletinin açık olduğu bir konuya itiraz ediyorsunuz? İnsanlar gelip teslim oldukları zaman, icabında alır muhakeme edersiniz; cezalandırır ve içeriye atarsınız ya da itirafını değerlendirir, onu mükafatlandırırsınız; başkalarını da böyle bir şey yapmaya imrendirir ve bir sürü insanın dağdan inmesini sağlarsınız. Şayet, bunları yapmadığınız gibi yapılmasına da karşı geliyorsanız, sizin devletin temel disiplinlerine aykırı olarak bir kısım hesaplar peşinde olduğunuz şüphesizdir. İşte bu da hukuk devleti ruhuyla telif edilemez.

Derin Devlet

Bir hukuk devletinde devlet içinde devletten ya da derin devletten bahsetmek de mümkün değildir. Fakat, maalesef, “Devletin nizam ve intizamını, asayiş ve güvenliğini temin etmek maksadıyla öldürmem istenen insanları öldürdüm.” diyen kimseler çıktı bizim ülkemizde. “Devletim bana ‘vur’ dedi, ben de vurdum.” diyenler oldu. Onlara belki şöyle denebilirdi: “Devlet sana “zina et” derse, zina mı edeceksin! Hırsızlık yap dediğinde hırsızlık mı yapacaksın?.. Hırsızlığa teşvik eden bir devlet, devlet haysiyetini kaybetmiştir; zinaya teşvik eden bir devlet, devlet olma keyfiyetini yitirmiştir, o suretâ bir devlet heykeli olsa da artık ruhsuzdur. Aynen öyle de, “Git adam öldür” diyen bir devletin devlet haysiyet ve şerefinden bahsetmek mümkün değildir. Öyleyse, icabında o memuriyetten ayrıl; git başının çaresine bak, ama cinayet işleme. Devlet bile emretse, dünyadaki evrensel hukukî değerlere ve Türkiye’deki hukuk sistemine aykırı icraatta bulunamazsın.” Evet, maalesef, “Devletim emretti; ben de falan yerde falanı öldürdüm” diyen insanlar oldu. Bir sürü fâili meçhul var. Bu cinayetlerin arkasında kimler olduğu hâlâ belli değil. Her cinayetten sonra bir kısım kiralık katiller gösteriliyor; “falan etti, filan yaptı” deniyor.. birisi bir yerden telefon ediyor, “Falan örgüt üstlenmiştir” diyor ve bu, bir kısım medya yoluyla hemen ta’mim edilerek hâdise geçiştiriliyor; fakat o mesele hep meçhul kalıyor, hiç çözülemiyor. O meçhuliyet tozu, toprağı bir türlü silinemiyor ve iş bütün vuzuhuyla ortaya konamıyor. Neticede, çok geçmeden yine aynı cinayetler işleniyor, benzer senaryolar oynanıyor.

Evet, devlet, devlet için bile olsa cinayet işleyemez. Devlet tecziye eder; ama, hukuka göre muhakeme ettikten sonra cezalandırır. İcab ederse haps-i münferide atar, müebbet hapse koyar; gerekirse sürgüne yollar ve hatta idama mahkum eder. Bütün bunları hukukun müsaade ettiği çerçeve içinde ve başkalarını da caydırma mülahazasıyla yapar. Fakat, kat’iyen yargısız infazda bulunamaz. Onu devlet yapamadığı gibi kendini devletin yerine koyan, devletini sevdiği için bunları yaptığını iddia eden kimseler de yapamaz. Hiç kimse, “Ben devletimi çok seviyorum; ona bir yerden bir zarar gelecek diye yüreğim ağzıma geliyor. Dolayısıyla, böyle bir zarar ihtimali karşısında kendimi frenleyemiyor ve devletime kastedenlerin arabalarını yakıyorum.. hırsımı alamayıp gidip bir yerde, evleri, dükkanları, bir parti binasını taşa tutuyorum.” diyemez. Bu sözler, hukuk anlayışıyla telif edilemeyecek anarşist mantık ifadesidir. O türlü fiiller, hakperestlik mülahazasıyla ve hüsn-ü niyetle de yapılsa çok tehlikelidir; farklı cephelerin oluşmasına ve komplikasyonlara sebebiyet verecek davranışlardır; kansere yanlış neşter vurma gibi şeylerdir.

Bugün “Yeşil”, Yarın “Kızıl”...

İster derin devlet olsun, isterse de özel bir yargı sistemi kurulsun, bir kısım asîleri cezalandırmak için devletin bünyesinde bazı gizli servislerin var olması hiç kabullenilemez. Nitekim, var mıydı, yok muydu bilemem; fakat, bir dönemde “Yeşil” diye birisi çıkmış ve devlet hesabına çalıştığını iddia etmişti. Şayet, devlet böyle insanları kullanıyorsa; dün bir Yeşil’i kullandığı gibi, bugün bir Kızıl’ı kanunsuz şeylere alet ediyorsa ve yarın da bir Mor’a bir kısım karanlık işler çevirtecekse, böyle çirkin şeylerle devlet haysiyetini  ve hukuk devleti olma keyfiyetini telif etmek mümkün değildir.

Yine, ileri gelenlerden bir tanesi, bir dönemde, Hizbullah hakkında, “Hizbullah dediğiniz şey kendi devletine hizmet eden insanlardan oluşmaktadır” demişti. Devletin, onları PKK’ya karşı kullandığını söylemişti. Bu mesele, bugün karşılıklı münakaşa mevzuu haline gelmiş ve hâlâ üzerinde konuşulan bir konu olarak sürüp gidiyor. Şayet, şakiyi şakiye karşı kullanırsanız; ona karşı da başka bir şaki bulmak zorunda kalırsınız. Sonunda her şakiye karşı başka bir şaki çıkarmaya mecbur olur ve hiç farkına varmadan bir kısır döngü içine girersiniz. Ayaklarını azıcık sağlam bir yere bastığını düşünen mücrim, tek taraflı nakz-ı ahidde bulunur; artık sizi dinlemez, size alet olmak istemez. “Nasıl olsa sağlam yere bastım; kendime göre bir şey yaparım.” diye düşünür. Siz bu defa ayrı bir şaki zümresi bulma mecburiyetinde kalırsınız. Hizbullah’ı mizbullah, onu da tizbullah... takip eder ve bu mesele sürer gider. Bunlar güçlü bir hukuk devleti için ayıptır. Bunlara cevaz vermek ve önayak olmak tarihî ayıptır. Onları çıkaranlar, alet olarak kullananlar ve hem devlet bünyesine hem de kendi başlarına gâile yapanlar.. tarih mahkemesinde sorgulanacak ve tarihe birer kara leke olarak geçeceklerdir.. ve tabii Allah’ın huzurunda da bu cürümlerinin hesabını vereceklerdir.

Kim İşlerse İşlesin Cinayet Cinayettir

Hiç kimse, “Efendim, bunu dünyada değişik servisler de yapıyorlar; insanları kaldırıp dağa çıkarıyorlar ya da gemilere bindirip uzak adalara götürüyorlar. Oralarda haklarından geliyorlar.” diyemez. Çünkü, başkalarının hukuka aykırı o mesavîyi işlemesi, aynı cürümleri sana tecviz etmez. Bütün dünya yoldan çıksa, bütün insanlar azgınlaşsa, herkes haktan sapsa ve baş kaldırsa, bu durum yine de senin başkaldırmanı mazur kılmaz; isyanın yine isyan sayılır, hukuksuzluğun hukuksuzluk kabul edilir.

Dolayısıyla, bir hukuk devleti içinde her şey mutlaka hukuka uygun icra edilmelidir. Aksi takdirde, hukuk dışı müdahaleler, hukuk dışı oluşumlara sebebiyet verir. Bu açıdan, herhangi bir kanunsuzluk karşısında, devlet, emniyet güçleriyle, askeriyle ve kolluk kuvvetleriyle kanunlar çerçevesinde müdahalede bulunmalı, hukuku işletmelidir. Bir insan, devletin adamı bile olsa, hatta emniyetin başındaki Emniyet Genel Müdürü bile olsa, tabancayı çekip suçlu birini hemen vuramaz. Ona düşen vazife, o insanı tutup yargıya teslim etmektir. Savcı da onu sadece kendi reyiyle mahkum edemez, oracıkta cezalandıramaz. Dahası, bir mücrim idama mahkum olsa bile, hâkim tabancasını çekip onu öldüremez. Bir hukuk devletinde, her şeyin kanun ve kuralı bulunduğu ve orada hukuk dışı hiçbir uygulamaya yer olmadığı gibi, herhangi bir istihbarat biriminin bünyesinde insanları öldürme servisleri de asla kurulamaz.

Yine O Uğursuz Düğme...

Konuyla alâkalı gördüğüm için, şu anda Türkiye’de olup biten şeylere de değinmek istiyorum: Zannediyorum, hem içeriden hem de ülke dışından bazı kimseler Türkiye’yi hep cankeş edip bir tampon gibi kullanmaya alışmışlar. Bu güç odakları, Türkiye’nin kendi olarak dirilmesini asla istemiyor; istikrardan hiç hoşlanmıyor ve demokrasi istikametindeki gelişmelerden rahatsız oluyorlar. Ne zaman ülkemizde bazı işler iyi gitse ve istikrar emareleri görülse, hemen provakatörleri kullanıyor ve muharrikleri tetikliyorlar.

Bana öyle geliyor ki, bu defa da fitne ateşi hem içten hem de dıştan tutuşturuldu. Münhasıran dıştan diyenler yanılıyorlar. İçeride kullanabilecekleri figüranlar bulamasalardı, bu kadar rahat hareket edemezlerdi. Düğmeye tek yerden basılmış gibi, birdenbire İstanbul’dan Diyarbakır’a kadar hemen her yerde hiç mantığı olmayan değişik hareketler başladı. Belli ki, bazıları bu türlü kargaşa ve anarşiyle bir yere varmak istiyorlar. Fakat, öyle inanıyorum ki, kargaşa ve anarşi ile bazı devletler sarsılsa -inşallah devletimiz sarsılmaz- istikrar bir ölçüde bozulsa, hatta anti-demokratik müdahaleler olsa bile anarşistler kat’iyen umduklarına nail olamayacaklardır. Gayr-ı memnunlar, serseriler ve âsîler, bazı dönemlerde bir kısım devletlere zarar vermişlerdir; fakat, tarih boyunca onların köy ölçüsünde bir devlet kurdukları görülmemiştir. Anarşiyi çıkaranlar da, anarşiye karşı kendi başına mücadeleye kalkanlar da, devletin varlığına ve hukukun mevcudiyetine rağmen, kanun dışı bazı şeyler yapmak suretiyle bir yerlere varmak isteyenler de asla hedefledikleri noktaya varamayacaklardır. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat hadiselerine tekaddüm eden günlerde varamadıkları gibi, bundan sonra da, millete yaz ortasında bir kısım Şubat eyyâmı yaşatmak suretiyle aynı şeyleri yapmaya çalışsalar bile, yine maksatlarına nâil olamayacaklardır. Roma İmparatorluğu’nu sarsan Spartaküs hareketi edasıyla yola çıksalar da, anarşistler bundan sonra da hiçbir zaman bir köy kuracak kadar güce ve iktidara ulaşamayacaklardır. Fakat, bir kere daha hem içte hem de dışta düğmeye basıldığı muhakkaktır ve bu sistemli hareketlerin arkası gelecek gibi görünmektedir. İnşaallah, Anadolu’nun sağduyulu insanı bu gaileyi de en az zararla atlatır.

İşte Sezar, İşte Siz!..

Bir-kaç ay önce, nasıl tepki alacağımı bile bile “Türkiye’de hadiseler birbirini takip edecek, kan gövdeyi götürecek” demiştim... -Bağışlayın- bazı kendini bilmezler, “Sen kim oluyorsun da bu sözü söylüyorsun; nasıl oluyor da cemiyet-i sırrıyelerden bahsediyorsun?!.. Devlet hemen soruşturma açmalı ve bunun hesabını sormalı..” diyerek Meclise soru önergesi vermeye kalktılar. Bugün böyle bir mukabeleden hiç hoşlanmasam da, Anton’un dediği gibi diyeceğim: Rivayete göre; Sezar ölünce ona komplo kuranlar bile “kaşı şöyleydi, gözü böyleydi; şöyle dâhiydi, böyle hatipti” diyerek Sezar’ı övüp dururlar. Bu ikiyüzlülüğe çok kızan Anton (Antonius) Sezar’ın cesedini sırtlanıp getirir ve ona medhiyeler dizenlerin önüne atar. Sonra da, “İşte Sezar, işte siz!..” der. Evet, “İşte hadiseler, işte siz!..” Bugün ülkemizde kan dökülüyor mu, dökülmüyor mu? Kargaşa var mı, yok mu? Fakat, dilerim, daha o günlerden itibaren emniyet güçleri ve istihbarat servisleri teyakkuza geçmiştir; fitneyi kendi yuvasında kıstıracak tedbirler alınmıştır. Ve inşaallah, Türkiye’ye komplo kuranların arzu ve istekleri kursaklarında kalacaktır.

Türkiye’nin şu anda içine çekilmek istendiği bu kaotik ortamda, medyanın da çok hassas ve çok titiz olması gerekmektedir. Neşredilecek haberlerin keyfî yorumlardan uzak olarak verilmesi lazımdır. Malumdur ki, her hadise pek çok yoruma açık olarak cereyan eder. Bir hadisenin yoruma açık olmasının yanı başında, onu yorumlayan insanların duygu ve düşünceleri de o hadisenin algılanış keyfiyetini değiştirebilir. Herkes meseleye kimin perspektifinden bakarsa ona göre neticeler çıkarır.

Terör Kanunu ve Yorumlar

Mesela; bugün yeni çıkacak bir terör kanunundan bahsedilmektedir. Yeni yasaya göre, bir insanın tek başına da olsa terörist sayılabileceği söylenmektedir. Aslında, hiçbir hukuk devletinde böyle bir şey söz konusu olmamıştır/olamaz. Gerçi, belli bir dönemde dinî düşünce ve kanaat hürriyeti cami çerçevesine hapsedilmiş ve orada da bazı sınırlamalar getirilmişti. Hususiyle 163. maddenin hayatta olduğu zaman diliminde, camilerin dışında, herhangi bir dinî kanaati belirtmek bile, çoğu hukukçular tarafından, “dînî esaslara dayalı devlet kurma maksadıyla propaganda yapma” kategorisi içine sokulmuştu. Yani, o günkü anlayışa göre siz şu anda, bu safiyâne sohbet içinde bir cemiyetin manevî unsurları sayılırdınız. Biri konuşuyor, siz de dinliyorsunuz. Aynı duygu ve aynı düşünce etrafında biraraya gelme unsurları tamam.. öyleyse, cemiyet teşekkül etmiştir. Dolayısıyla, hepinizin, 163’ün birinci fıkrasına göre, iki seneden yedi seneye kadar tecziye edilmeniz gerekirdi. Böyle bir tahditin sosyal bir hukuk devleti anlayışıyla asla bağdaşmayacağı açıktır. Fakat, bir dönemde kanunlar bu türlü şahsî yorumlarla uygulanmıştır. İşte, bazıları meseleleri yorumlarken konuya bu zaviyeden bakar ve der ki, “Bir dönemde, Turgut Özal’ın gayretleriyle, onca zahmet ve meşakkatle kaldırılan 163. madde yeniden ihya ediliyor.. Allah onu kaldıranı firdevsiyle sevindirsin; onun imâte ettiği bir şeyi ihyâ etmeye çalışanlar varsa, Erzurumluların tabiriyle, Allah onları da gorbagor (kötü duruma düşmüş, kabrin sıkıntılarına maruz kalmış) etsin.”  Şimdi bu bir yorumdur.

Bazıları da 163. madde gibi bir kanunun çıkmasını gönülden ister ve meseleyi o isteğine göre değerlendirir. “Şayet, bu terör kanunu, silahsız ve yalnız başına bir adamı bile terörist sayabilecek ve üç insan biraraya geldiği zaman devleti yıkacak bir cemiyet teşekkül etmiş olduğunu kabul edebilecek bir muhteva ile çıkmazsa meselenin kökünü kazımak mümkün değil. Öyleyse, bu yasa en sert haliyle bir an önce çıkarılmalıdır.” İşte, bu da bir yorumdur.

Bu türlü yanlış yorumların nasıl bir komploya dönüştüğünü o Haziran fırtınasında açıkça görmüştüm. Bir kısım ses bantları başından sonundan kesilerek çok farklı kalıplara sokulmuştu. Bazıları değişik montajlarla elde ettikleri hilaf-ı vâki ve uydurma sözleri neşrederken sıkılmamışlardı. Maksatlı yorumlarla ve su-i te’villerle milleti aldatmışlardı. O hadise tamamen bir komplo ve bir yargısız infazdı. Bu açıdan, medya hiç olmazsa şu günlerde ciddi bir sorumluluk duygusuyla hareket etmeli, hadiseleri olduğu gibi yansıtmalı, meseleleri şahsî ve keyfî te’villerin eline terk etmemeli ve asla kışkırtıcı bir üslup kullanmamalıdır. Tiraj ve reyting uğruna Türkiye’nin geleceğinin karartılmasına alet olmamalı; terörle mücadele bahanesiyle hak ve hürriyetlerin ihlaline, demokratikleşme gayretlerinin inkıtâına sebebiyet vermemelidir.

Cepheleşmeye Meydan Verilmemeli

Son bir husus da, bazı duygu ve düşünceleri tetikleyebilecek mülahazaları yeniden gündeme getirmemenin lüzumudur. Mesela, Kürt-Türk meselesinin gündeme getirilmesi son derece büyük bir yanlışlıktır. “Falanların içinde bir kısım eşkıya var” deyip umum hakkında hükümler vermek doğru değildir. Bir dönemde, “Ben Türk’üm” diyen insanların içinden de “Mao, Mao” diye bağıranlar çıkmadı mı? Bugün ulusalcı olduğunu belirtenlerden bazıları bir zamanlar Lenin’in, Stalin’in arkasından koşmuyorlar mıydı? Bizim içimizden bir kısım eğri-büğrü düşünen, şâz kimseler çıktığı gibi, elbette başkalarının arasından da yaramazlar çıkabilir. Emniyet güçleri onları bulmalı, yargıya teslim etmeli ve şayet cezayı gerektiren yanları varsa, hukuk onları cezalandırmalıdır. Fakat, bu mevzuya şöyle-böyle yorumlar getirerek, toplumun farklı kesimleri arasında değişik cephelerin oluşmasına sebebiyet verecek şekilde bir üslup kullanmaktan kat’î surette uzak durulmalıdır.

Add comment


Security code


Refresh

back to top

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu