Tahdîs-i Nimet ve Nankörlük

Soru: Tahdîs-i nimet ne demektir? Cenâb-ı Allah’ın lütuflarını başkalarına anlatırken dikkat etmemiz gereken hususlar nelerdir?

Cevap: Nimet; iyilik, ihsan, lütuf ve rızık gibi manalara gelir. Bütün güzelliklerin kaynağı olan İslâm en büyük bir nimet olduğu gibi sıhhat, âfiyet ve dünyevî imkanlar da birer nimettir.

Tahdîs, rivayet etmek, anlatmak ve birinden görülen iyiliği herkese söylemek demektir. Tahdîs-i nimet ise, Allah’ın nimetlerine karşı şükür duygusuyla dolmak ve O'nun lütuflarını ilan etmektir. Bir başka ifadeyle, tahdîs-i nimet, Allah tarafından aczimize, fakrımıza merhameten ve ihtiyaçlarımıza binâen, hem de karşılıksız olarak verilen nimetleri düşünmemiz neticesinde onları bahşeden Rabbimize karşı içimizde minnet hislerinin coşması ve bu hamd ü senâ duygusunun şükür nağmeleri olarak dudaklarımızdan dökülmesidir. Rızık, evlâd u ıyâl ve barınacak mekândan îmân, irfan ve rûhânî zevklere kadar pek çok nimet vardır ki, bunlar, Mün’îm-i Hakikî nazara verilerek ciddi bir minnet hissiyle ilan edilmelidir.

Leyl-i Yeldâdan Apaydın Bir Gündüze

Cenâb-ı Allah, güneşin yükselip en parlak halini aldığı kuşluk vaktine yemin ederek başladığı Duhâ sûresinin son ayetinde “Şimdi gel Rabbinin nimetini anlat da anlat!” buyurmuştur. Bir önceki Leyl sûresiyle Duhâ’nın peşpeşe gelmesi çok manidardır. Çünkü, Peygamber Efendimiz’in (aleyhi ekmelüttehâyâ) leylini yaşadığı ve etrafı karanlığın sardığı bir zaman diliminde Cenâb-ı Hakk bütün zamanı kaplayan bir geceden (leyl) bahsetmiş ama Leyl’den hemen sonra da güneşin kuşluk vaktindeki parlak hali ile ortalığa verdiği aydınlığa yemin ederek Duhâ’yı müjdelemiştir. Bu iki sûre arasında Besmele olmasa sanki aynı sûre devam ediyor gibidir. Artık gece, gündüze dönmüş; leyl, duhâ olmuştur. Allah Teâlâ, “Ey Rasûlüm! Rabbin seni terk etmedi, sana darılmadı da.” diyerek, kısa bir süreliğine de olsa vahyin kesintiye uğramasının bir terkedilme emaresi olmadığını ifade etmiştir. Bu ayet, dünkü leyl-i yeldâyı bir duhâya çevirmiş ve aynı zamanda bitip tükenme bilmeyen apaydın bir gündüzü müjdelemiştir. Değişik dönemlerde o gündüzün çehresine zift çalmak isteyenler çıksa da, onların fırçaları ellerinde kalmış ve bütün komplocular sonunda büyük inkisarlar yaşamışlardır.

 “Elbette senin için her zaman, işin sonu, başından daha hayırlıdır.” ilahî beyanıyla, Peygamber Efendimiz’in bulunduğu ve bulunacağı her halin başlangıcına nazaran sonunun ve dünyaya nazaran âhiretin daha hayırlı olacağı, yani O’nun daimi bir yükseliş kaydedeceği belirtilmiştir. Zaten, hem dünya da hem de ahirette akıbetin hayır olması önemlidir. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz de bize, “Allahım, bütün işlerimizin neticesini hayırlı eyle; bizi dünyada perişan olmaktan ve ahirette azaba uğramaktan muhafaza buyur” duasını öğretmiştir. “Akıbet hayır ola!” şeklindeki Türk atasözü de sonucun hayırlı olmasının önemini vurgulamaktadır. Bugün hadiseler size tebessüm edebilir, imkanlar yüzünüze gülebilir. Fakat, sonuçta bir falso söz konusu ise, başlangıcın iyi olması inkisarınızı artırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Bundan dolayı, Efendimiz’in her anının ve her işinin öncesine nazaran daha hayırlı olacağı ifade edilmiş; verilen müjdeler bir perde daha yükseltilerek “Elbette Rabbin sana ileride öyle ihsan edecek, öyle bir veriş verecek ki, sen de O’ndan ve verdiğinden razı olacak ve sürekli rıza soluklayacaksın.” mealindeki ayetle de Allah Rasûlü’nün dünyada dini yüceltme ve hakkı yayma vazifesinde muvaffak olacağı, âhirette ise Şefaat-ı Uzmâ’ya ve Makam-ı Mahmud’a ulaşacağı belirtilmiştir.

Duhâ sûresinin devamında, Cenâb-ı Allah, Rasûl-ü Ekrem’in ilahî rahmet ve inayetle çepeçevre kuşatıldığını misalleriyle anlatıp nimetlerinin büyüklüğünü nazara verme sadedinde, “Seni yetim bulup barındırmadı mı? Seni dinin hükümlerinden habersiz insanlar arasından kurtarıp cahiliye karanlığı senin üzerine hiç düşmeden dosdoğru yola koymadı mı? Seni muhtaç bulup ihtiyaçlarını gidermedi mi?” buyurmuş ve böylece sağanak sağanak yağdırdığı nimetlerini Peygamber Efendimiz'e tam duyurmak için meseleleri farklı fasıllar içinde sunmuştur. Eğer Allah Teâlâ, lütuflarını hissettirecek hatırlatmalarda bulunmasa ve sadece büyük nimetler verdiğini söylemekle iktifa etseydi, Allah Rasûlü yine inanırdı ama nimetleri duyması ve şükür duygusuyla dolması aynı enginlikte olmayabilirdi. Çünkü, sağlıklı bir insan sıhhatin nasıl bir nimet olduğunu bir hasta kadar bilemez. Gençlik guruba meyletmeden gençliğin ne büyük bir nimet olduğu hissedilemez. İnsan biraz yalnız ve sahipsiz kalmadan himaye edenlerin ve destek verenlerin kıymetini tam takdir edemez. Rızık konusunda hiç sıkıntı çekmeyen bir insanın “Elhamdulillah ya Rabbi, bize bu nimeti Sen verdin” demesiyle, çölde günlerce bir şey yemeden, bir yudum su içmeden dolaşmış bir insanın hiç beklemediği bir anda bulduğu yiyecek ve içecek karşısında “Elhamdulillah” demesi ve o nimeti duyması aynı değildir. Ancak nimetin yokluğunu tadan ya da şöyle böyle o yokluğu tasavvur edebilen insan onun kadrini kendine has derinlikleriyle bilebilir ve aynı zamanda Cenâb-ı Hakk'ın lütfunun enginliğini anlayabilir.

İşte, Allah (celle celâlühu), bir zamanlar yokluğunu biraz tattırdığı o büyük lütuflarını öyle fasıllar içinde sunmuştur ki, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in onları vicdanında çok derince duymasını sağlamış; O’nu nimetten in’ama, in’amdan da Mün’îm’e yürütmüş, O’nun hamd ü senâ duygularını coşturmuş ve sonunda “Öyle ise, Rabbinin nimetlerini anlat da anlat!” buyurmuştur.

Tahdîs-i Nimette Ölçü

Ayet-i kerimede “Fehaddis” denilmektedir ki, bu, “anlat, söyle, dile getir ve yâd et” demektir. Demek ki, nimetin farkında olmak ve onu dile getirmek esastır. Zaten, şükrün hakiki olanı, nimetin tam bilinmesiyle gerçekleşir; zira nimetin kaynağının bilinmesi ve onu verenin takdir edilmesi büyük ölçüde nimetin bilinmesine bağlıdır. Her şeyden önce nimetlerin birer lütuf olduğu derince duyulmalı; daha sonra da, yerinde ilan edilmeli yerinde de sineye gizlenmeli ve bir sırr-ı uluhiyet olarak saklanmalıdır.

Bediüzzaman Hazretleri, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nimetleri ilân etmenin ve tahdîs-i nimette bulunmanın bazen gurura ve kibre dönüşebileceğini söyler. Bazen de, tevazu kastıyla o nimetleri ketmetmenin küfrân-ı nimet olabileceğini hatırlatır. Nimetleri ilan etme ya da gizleme hususunda ifrat ve tefritten kurtularak istikamet üzere olmak için, meziyet ve kemâlâtın varlığını kabul etmek fakat asla onlara sahip çıkmamak, kendine mal etmemek ve hepsinin Mün'îm-i Hakikî’nin lütufları olduğunu ikrar etmek gerektiğini vurgular. Meseleyi daha da açmak için bir misal verir: Bir insan sana çok güzel bir elbise giydirse ve o elbise sana çok yakışsa, insanlar da, “Maşaallah, çok güzelsin, çok güzelleştin.” dese; eğer sen tevazukârâne, “Hâşâ, nerede güzellik nerede ben?” desen küfrân-ı nimette bulunmuş ve o güzel elbiseyi sana giydiren mahir san'atkâra karşı hürmetsizlik yapmış olursun. Eğer müftehirâne “Evet, ben çok güzelim. Benim gibi güzel nerede var?” desen, o vakit de, mağrurâne bir fahre girmiş olursun. İşte, hem gurur, kibir ve kendini beğenmişlikten hem de küfrân-ı nimetten kurtulmak için, “Evet, ben güzelleştim. Fakat güzellik elbisenindir ve dolayısıyla o elbiseyi bana giydirenindir; benim değildir.” demelisin.

Evet, tahdîs-i nimetin gürül gürül seslendirileceği yerler de vardır, kelâm-ı nefsiye havale edilip bir duygu seli halinde kalbe hapsedilmesi gereken yerler de. Hadd-i zatında, kulluğumuzu yerine getirirken de bazı ibadetlerde hafî, bazılarında da cehrî olmamız icap eder. Mesela, cemaatle namaz kılarken, imam akşam ve yatsı namazlarının ilk iki rek'atında; sabah, cuma, bayram ve terâvih namazlarının da her rek'atında Fatiha ve zammı sûreyi cehrî, yani yüksek sesle okur. Sâir namazlarda ise, hafî, yani alçak sesle, içinden okur. Görülünce ve duyulunca Allah Teâlâ’yı hatırlatan “şeâir” dediğimiz şeyleri seslendirirken de adeta haykırırız. Bayram günlerinde tekbirlerimiz ve hacda bütün ovayı-obayı inleten “Lebbeyk, Allahümme lebbeyk” seslerimiz Rabbimizin azametini ve nimetlerini ilan keyfiyeti içinde gürül gürüldür. Şeytanları kaçıran ve bir manada melekleri ve ruhânîleri de celb eden ezanımız da en gür bir sadâ ile okunur. Biz ezan sayesinde, her vakit bir kere daha Allah’ın büyüklüğünü ilan eder ve O’nu bize tanıtan Zât’a karşı minnet duygumuzu seslendiririz. İşte, ibadetlerimizde sesimizi yükselttiğimiz ya da nefeslerimizi tuttuğumuz yerler olduğu gibi, tahdîs-i nimet mevzuunda da cehrîliği tercih edeceğimiz ya da hislerimizi sükûta havale edip hafîliği seçeceğimiz yerler vardır.

Şirk İhtimaline Karşı Yükselt Sesini!..

Mesela, dünyanın dörtbir yanına birer irfan meşalesi taşıyan eğitim gönüllülerinin fedakarlıklarını yad etmek ve başarılarını alkışlamak bir kadirşinaslıktır. Bununla beraber, eşyanın, hadiselerin ve her şeyin verasında Cenâb-ı Hakk’ı görmek bir esas olduğu gibi o başarıları da Allah’ın inayetine bağlamak lazımdır. Evet, kainattaki her şey O’nu anlatan bir dildir; her nimetin arkasında da O’nun rahmet ve inayetini müşahede etmek gerekir. Her nimette O’nu görmek, O’nu okumak ve O’nu temaşa etmek bir yönüyle vicdanî bir şükür olduğu gibi, ortaya konan hayırlı faaliyetlerin ve başarıların arkasında Cenâb-ı Hakk’ın inayetini görmek de kalbî bir şükürdür. Böyle bir şükür duygusunun sadece kalbde ve vicdanda duyulması kâfîdir; bu hususta kelâm-ı nefsîyle yetinmekte de bir beis yoktur. Fakat, öyle bir an gelir ki, güzel neticeler, muvaffakiyetler ve başarılar muhavere mevzuu olur, onlardan bahsedilir ama her cümlenin sonunda “yaptık, ettik” sözleri de duyulur. İşte o zaman kalbî ve vicdanî şükür yetmez;  tahdîs-i nimeti kelâm-ı nefsîye havale etmek kâfî gelmez; orası Allah’ın nimetlerini gürül gürül ilan etme makamıdır; “Bunları bize lütfeden Allah’tır; bu hayırlı neticelerin ardında inâyet-i ilâhiye vardır.” diye haykırma anıdır. Orada “fehaddis”i kelâm-ı nefsî değil de kelâm-ı lafzî ile seslendirmek esastır.

Cenâb-ı Hakk’ın ikramları ve hususi lütufları, insanların şevkini kamçılamak için umuma mal edilerek anlatılabilir. Mesela, “Allah’ın üzerimizde çok büyük lütufları var. İhsan-ı ilâhî olarak hizmet-i imaniye ve Kur’aniye omuzumuza yüklenmiş. Va’de vefada hulfetmezsek bu kudsî vazife bizim kurtuluş fermanımız olabilir” demek mahzurlu olmasa gerektir. Ayrıca, na’tların hemen her mısraında “Yâ Rasûlallah, yâ Rasûlallah” dendiği gibi, böyle bir hamd ü senâ hissi ifade edilirken de her cümlenin başında ya da sonunda “Allah’ın inâyetiyle oldu, bunların hepsi O’nun lütfu!..” denmeli ve iş asıl sahibine verilmelidir. Hadiseleri sahibinden tecrid ederek sacede birer vak’a olarak ifade etmek, onlardaki nuraniyeti alır götürür; o işlerin derinliğini sığlaştırır ve vicdanlarda da haşyet adına hiçbir şey hasıl etmez. Oysa, biz Allah’ın nimetlerini anlatırken hem Rabbimizi anlatmış olmalı hem de gönülllerde Allah’a karşı güven ve tevekkül duygusunu, aşk u şevk hislerini uyarmalıyız. Hasıl olan güzelliklerin bizim güç ve kuvvetimizle olmadığını, bütün planların bizi görüp gözeten bir Zât’ın inâyet ve keremiyle gerçekleştiğini ve sırtımızı bitip tükenme bilmeyen bir Cennet hazinesine dayadığımız için de sermayemizin asla sona ermeyeceğini öyle bir üslupla anlatmalıyız ki, hem bağrı yanık ehl-i iman kevser yudumlamış gibi olsun, hem ümitsiz insanlar rahmet kapısına yönelip yeisten kurtulsun ve hem de şahlanan azimler sayesinde inananların kuvve-i maneviyesi kuvvet bulsun.

Bu hususta küçük bir tavzihte daha bulunmak istiyorum: Aynı mülahazaları paylaşan ve aynı mesleğin temsilcileri olan insanlar kendi aralarında konuşurken, şevke medar olması için bazı ikram ve ihsanları seslendirebilirler. Fakat, böyle bir tahdîs-i nimette bulunurken de asla mübalağalara girmemeli; meseleyi aidiyet mülahazasına ve cemaat enaniyetine bağlamamaya da çok özen göstermelidirler. Aralarında az da olsa meslek, meşreb ve mezak farklılığı bulunan kimseler, kendi meşreplerini öne çıkarmak suretiyle diğerlerini gıptaya, hasede sürüklememeli ve kıskançlık damarlarını tahrik etmemelidirler. İnsanların şevkini arttırmak çok kıymetli olduğu kadar mü’minlerin kalblerini kazanmak, birlikte atmasını sağlamak, beraberce daha geniş dairede bir vifak ve ittifak ufkuna müteveccih olmak da çok önemlidir. Kimsenin gıpta damarını tahrik etmemek, kimseyi küstürmemek, hiçbir kalbi kırmamak, herkesin gönlünü kazanmak, her mü’minin duasını almaya çalışmak ve herkesin bir çeşit yakınlık hissetmesini sağlamak da tahdîs-i nimette bulunurken dikkat edilmesi gereken hususlardandır.

“Bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?”

Bazen de etrafımızda küfrân-ı nimete düşen ve nankörlüklere giren insanlar olur. Bunlar, Allah’ın lütuf ve inâyetlerini hiç görmez; yapılanları küçümser ve tam bir felaket çığırtkanı gibi davranırlar. Mesela, çok sevdiğimiz ve takdir ettiğimiz M. Akif’in, felaket günlerinde yazdığı şiiri dillerinden hiç düşürmez ve şöyle derler:

Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?
Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!
Nûr istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun!
"Yandık!" diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun!
Esmezse eğer bir ezelî nefha, yakında,
Yâ Rab, o cehennemle bu tûfân arasında,
Toprak kesilip, kum kesilip âlem-i İslâm;
Hep fışkıracak yerlerin altındaki esnâm!
.........................
İslâm'ı elinden tutacak kaldıracak yok...
Nâ-hak yere feryâd ediyor. Âcize hak yok!
Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhî?
Ağzım kurusun... Yok musun ey adl-i İlâhî!

Bu sözler, bir milletin künde künde üstüne yıkıldığı bir dönemde o toplumla bütünleşmiş bir vicdanın sesi soluğudur. Bu çığlıklar, kırılmış bir kalbin feryadıdır. Dolayısıyla, onu o inkisarları içinde mazur görmek lazımdır. Fakat biz aynı sözleri söyleyemeyiz. Bunları biz söylersek nankörlük etmiş ve küfrân-ı nimete girmiş oluruz. Ben bu yanık mısraları çevirip “Allahım, nur istiyoruz, sağanak sağanak yağdırıyorsun. ‘Yandık’ diyoruz, melekleri ruhânîleri, ins u cinni, tulumbacılar olarak yangınımızı söndürmeye gönderiyorsun.” diyorum. Başka türlü söyleyemeyiz ki!.. Bunca lütuf ve ihsanlarını görüyorken,

“Nûr istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun!

"Yandık!" diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun!” dememiz sezâ mı bizim; mü’min olarak bize yakışır mı bu şikayet? M. Akif’e bir şey demiyorum; az önce de ifade ettiğim gibi, onu inkisarları içinde mazur görüyor ve bu sözleri bir dertlinin yanık nağmeleri olarak kabul ediyorum. Fakat Allah’ın, komployu, tuzağı ve hileyi çok iyi bilen, aynı zamanda tahribin avantajlarını da değerlendiren o kadar hasım ruhlu şerir karşısında İslam’ı, Kur’an’ı, sizi, bizi muhafaza ettiğini gördükten sonra şükür hisleriyle dolmamamız ve hâlâ o yıkılış devrinin ağıtlarını seslendirmemiz müslümanca bir tavır olmasa gerektir. Evet, ortada inkar edilemez bir nimet vardır ve o nimeti falana-filana mal etmek şirktir. O, bütün kalbleri fetheden Hazreti Müfettihu’l-ebvâb’a aittir. İşte, öyle bir nankörlüğün, küfrân-ı nimetin ya da şirke düşme tehlikesinin olduğu yerde, insanlara düşünce selametini göstermek için, minarenin şerefesinde Hakk’ı ilan eden müezzin gibi tahdîs-i nimeti en gür sadâyla seslendirmek gerekir.

Sırlarınızı koruyun!..

Ayrıca, bir insan, kendi şahsına özel bir kısım iltifatlara mazhar olabilir. Mesela, Cenâb-ı Hak birinin ufkunu açar, onu yarınlara ait plan ve projelerde isabetli kılar ve hep doğruya irşad buyurur. Bu bir mazhariyettir ve Allah’ın hususi bir lütfudur. O insan mazhar olduğu o ilâhî ihsanları tahdîs-i nimet olarak başkalarına söyleyebilir; ama eğer, onları diğer insanlarla paylaşırken kendi nefsine bir pay çıkarmayacağından ve caka yapmayacağından emin değilse, açığa vurmaya mecbur kalmadıkça onları sinesine gömmesi ve bir sır olarak saklaması daha uygun olur. Fakat o, kendisine bahşedilen ekstra lütuflar karşısında sessiz kalınca, bazı insanlar onun hakkında “Bu zat şuna da mazhar, buna da mazhar” gibi sözler söylüyor ve bir insan dimağının planlaması mümkün olmayan şeyleri ona mal ediyorlarsa, işte o zaman Allah’ın nimetlerini tek tek sayıp dökmesi ve onlara sahip çıkmanın –hâşâ– uluhiyet iddiasında bulunmak gibi bir şey olduğunu söylemesi gerekir. Orada nefsine pay çıkarmadan nimetleri anmalı ve nazarları Mün’îm-i Hakikî’ye tevcih etmelidir ki, insanlar ondan dolayı şirke düşmesin.

Keşke, Allah’ın sizinle olan hususi muamelelerini ve özel lütuflarını gizleseniz; mecbur kalmadıkça, onları ifşâ etmeseniz ve o ilâhî teveccühleri kendi derinlikleriyle bıraksanız. Çünkü onları orada burada anlatmak, rüyaları rastgele tevil ederek onları daraltmak gibidir. Nasıl ki, Cenâb-ı Hakk bir kısım rüyalar yoluyla bazı insanlara ihsanda bulunur ve çok engin şeyler adına ipuçları verir, sinyaller gönderir. Şayet o insan, o rüyayı ve sinyalleri kendi sınırlı havsalasıyla yorumlamaya kalkışırsa, çok engin manaları daraltmış olur. Hazreti Yusuf’un, hapishane arkadaşlarına hitaben “İşte yorumunu istediğiniz iş, böylece halledilip sonuçlandırılmıştır.” (Yusuf, 12/41) dediği gibi onun rüyası da kendi dar tevilleri çerçevesinde hükme bağlanır. Fakat, o rüyayı Alîm u Hakîm’in engin ilmine havale etse, hüküm de o enginlik içinde cereyan eder. Aynen öyle de, Cenâb-ı Hakk’ın size bir kısım hususi teveccüh ve iltifatları varsa, sizin hissettiklerinizin, bir bütünün sadece kendi ihsaslarınıza dokunan kadarı olduğunu bilmelisiniz; alıcılarınıza çarpan teveccühlerin o küllün akıl, mantık ve hislerle algılanabilecek dalga boyundaki bir cüz’ü olduğunu düşünmelisiniz. Dolayısıyla, o iltifat ve teveccühleri herkese açmamalı, onlar hakkında bir hüküm vermemeli, onları Allah’ın takdirine havale etmeli ve tahdîs-i nimeti kelâm-ı nefsî ile seslendirmelisiniz.

Hasılı, başınıza gelen musibetlerden mücelletler dolusu ders ve ibretler çıkarmalı; bir damla nimet karşısında da yüz defa şükürle gürleyerek hep minnet hisleriyle oturup kalkmalısınız. Küfrân-ı nimetten kaçmalı; meziyet, kemâlât ve hususi iltifatların varlığını kabul etmekle beraber onlara sahip çıkmamalı, kendinize mal etmemeli ve hepsinin Allah’ın lütufları olduğunu gönlünüzde duymalısınız. Yerine ve şartlara göre, bazen onları gürül gürül ilan etmeli, bazen de hamd ü senâ hislerinizi kelâm-ı nefsîye emanet etmekle yetinmelisiniz.

Add comment


Security code


Refresh

back to top

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu