Hedef ve İstikamet

İnanan bir gönül sürekli “Rabbimi anlatamayacağım bir dünyada yaşamaktansa ölürüm daha iyi.” düşünce ve hissini taşır. Zaten O’nu anlatamayacak, sevip başkalarına sevdiremeyeceksek bu dünyada yaptığımız herşey abesle iştigaldir. Bunun dışındaki bütün mülahazaları balyozla vurup kırmak lazım. Her mümin, “Bu din benim dinim, dinimi anlatmak vazifemdir.” demeli. Müslüman sadece kendi olarak kalamaz. Kendiniz olarak kalmaya kalkarsanız bitersiniz. Ancak meyve verdiğiniz sürece yaşayabilirsiniz.

İnsanlara faydalı olarak Cenab-ı Allah’ın rızasını kazanma duygusuyla hayırlı hizmetler ardında koşmuyorsanız pas tutup çürümeniz mukadderdir. Ayrıca, İslam’dan başka hiçbir sistem ya da ideolojinin insanlığa verecek birşeyi kalmamıştır. Öyleyse biz, insanlık için bir ışık olmalıyız; bir mum kadar da olsa etrafımızı iman nuruyla aydınlatmaya bakmalıyız. Karanlığı aydınlatmak ancak iyi bir müslümanlıkla mümkündür. Biz istikamet müslümanları olarak güven vadeden tavırlarımızla gönüllere akmalıyız. Bugün bazı insanlar bize inanmıyor olabilir; müslümanlar olarak yapageldiğimiz samimi işlerin ardında başka gayeler arayabilirler. Bu meselede de, başkalarını suçlama yerine bizim kendimizi tam ifade edemediğimiz hususu üzerinde durmalıyız. İnsanlar en az 40 sene bizi seyretmeli; hiç sapmadan, Cenab-ı Hakk’ın rızası dışında bir beklentiye girmeden, doğru müslümanlığı yaşamaya çalıştığımızı görmeli. İşte böyle bir kıvamda olduğunuz zaman göreceksiniz, insanlık fevç fevç size müracaat edecek ve sizi siz yapan hakikatlere koşacak.


İç-Dış Ahengi ve Günah Karşısındaki Tavır


İnsan, dış görünüşüne önem verdiği gibi kalbî ve ruhî hayatı itibariyle de dikkatli yaşamasını bilmelidir. Mesela, insanın bir yerinde göze batacak bir şey varsa, dikkat çeker diye onu gizler.. yakası kıvrık kalmıştır, pantolonun paçası bozulmuştur; farkına varınca hemen onu düzeltir. Bunun gibi, kalbde bir inhiraf olduğunda, ruhta hedefinden sapma meydana geldiğinde insanın hemen orada yeniden harekete geçmesi lazımdır.. harekete geçip onun çaresine bakması, yoluna koyması lazımdır. Mesela, göz yoluyla kalbe bir şey gelebilir; kulak veya ağız vesilesiyle kalbe bir şey bulaşabilir. İnsan görünüşündeki dağınıklık kadar belki ondan daha fazla gönül hayatındaki bu tür dağınıklıklara da dikkat etmeli ve devamlı hassas yaşamalıdır. Hiç olmayacak şekilde, mesela konuşurken ağzından kaçırıverirsin: “Filanca yüzüme bakarken biraz aval aval baktı.” O şahıs kendisine söylenince bundan rahatsızlık duyacaktır. Hemen arkasından koşup, ona yetişip “Ağzımdan bilmeyerek böyle bir şey çıktı, hakkını helal et.” demek icap eder. Aynen bunun gibi, “Niye hava soğuk?” diye aklından geçti. Hemen arkasından “Estağfirullah ya Rabbi, senin soğuğuna sıcağına karışamam.” demelidir. İnsanın üstüne-başına, yakasına-paçasına dikkat ettiği gibi kalbî ve ruhî hayatı itibarıyla Allah’ın ölçüleri içinde O’nun sevimsiz kabul ettiği şeyleri de hemen gidermeye çalışması lazımdır. Bazı dış yüzü itibarıyla hassas tipler vardır. Giysisiyle, oturduğu-yattığı yeriyle düzen arayışı içinde olan bu tipler, ruhi hayatında duyarlı olmayabilir. Bazı insanlar da düzensizdir, çevresi, eşyaları karışıktır. Fakat, ruhi hayatı itibarıyla fevkalade bir insandır. Bunlar birbirine uymayabilir. Ama bazıları da vardır ki, hem dış görünüşü itibarıyla hem de iç hayatı, ruhi ve kalbi yönüyle her zaman hassastır, duyarlıdır. Herhalde en iyi insan da odur: İç-dış ahengi mevzuunda fevkalade hassas ve duyarlı yaşayan, eğri-büğrü şey görmek istemeyen insan... Bu çok önemlidir. İnsana bazen bazı şeyler ağır gelebilir. Fakat aklımızdan geçen şeylerden dolayı bile marz-ı ilahiye (Allah’ın rızasına) muvafık değildir korkusuyla günah işlemiş gibi davranılmalı. Günah dediğimiz şeyin sürekli kendisini hissettirmesi mü’minin kalbinin cilasındandır. Çok parlak bir kalbe bir kere bile kir düşmüşse aradan elli sene geçse dahi o kalbin sahibi o günahı sanki o gün işlemiş gibi duyar. Günaha karşı koymanın en güçlü yolu da budur. Bir kere yapmışsa bir masiyet, onu yeni yapmış gibi vicdanını incitici olarak bulur. “Keşke” der. “Keşke…” Bu önemlidir. Siz günahınızı unutursanız o öbür tarafta başınıza gâile (dert, felaket) olur. Allahın rahmeti unutulmamalı, günah da unutulmamalı. O’nun affediciliği unutulmamalı ama günahın çirkinliği de unutulmamalı. Mümin bir kere hata etse bir ömür boyu onun için gözyaşı döker.

Â

İrade


Mu’cize ve kerâmet haktır ve Allah (celle celâluhû) dilerse âdiyâtı (normal ve sıradan hadiseleri) paramparça eder; fevkalade şeyler ortaya koyar. Fakat, hiçbir nebi planlarını bu fevkaladeliklere göre yapmaz. İşlerini sebeplere göre planlar. Uhud’da Peygamber Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) üzerindeki zırhının üstüne bir zırh daha giymesi, gereken tedbiri alması söyleniyor. Zira, yapılması gerekenleri yapmadan herşeyi Cenab-ı Hakk’a havale etmek cebrîlik (cüz’i iradeyi kabul etmemek, insanın hareketlerinin kendi elinde olmadığına inanmak) olur. Üstad hazretleri, Kur’an-ı Kerim’de insana verildiği söylenen emaneti “ene” (benlik) olarak yorumluyor. Ene’nin en önemli rüknü iradedir ve insanın davranışları ona bağlanmıştır. Bir manada insan, iradesiyle insandır. Bize düşen de; hayatımızı fevkalâde, harikulâde türünden beklentilere bağlamak değil iradelerimizin hakkını vererek yapılması gerekenleri yapıp neticeyi Yüce Rabbimizin muradına bırakmaktır.


Yaptığı şeylerde insanın niyetlerini belirleyen faktörlerin Kur’ani ölçülerle iyi tesbit edilmesi lazım; insan ulvi gayelerle iyi şeyler yaptığını düşünürken aslında başka saiklerle hareket ediyor olabilir. Bu sebeple, insanın kendisinden endişe duyması kötü değildir. Kendisinden endişe duymayanın akibetinden endişe ederim.


Kur’an ve Vahiy


İlahî kelamdan insanların istifadesi açısından en elverişli tecellî Kuranın tecellîsidir. O, insanların dillerine, anlayışlarına, hallerine ve idraklerine uygun bir konuşma tarzı ve tecellîye sahiptir. Hedef kitlenin seviyesine göre konuşacağını konuşma, yapacağını yapma ve dinleyen herkese birşeyler anlatma Kuran’ın üslubudur. Dolayısıyla Kur’an, potansiyel olarak herkesin alıp değerlendirebileceği, istifade edebileceği bir tecelli dalga boyunda -bu tabiri bazı mahzurlardan kaçınma ve bu şekliyle çok mahzurlu olmayacağı mülahazasıyla kullanıyorum- nazil olmuştur.

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) vahyin inişi esnasında, bizim bildiğimiz alemden başka bir aleme geçiyor; adeta bizim alemimize kapanıyordu.. bu alemden ayrılıyor, bir başka buuda giriyordu. Bu meselede hususi donanıma sahip olmakla beraber vahyin ağırlığını çok ciddi hissediyor; o alemle irtibatın manevi baskısını yaşıyor; vahyi almadaki zorluğu duyuyordu. Vahiy alma ameliyesindeki bu ahz u ata (alıp verme) bizim için bir sırdır ve onu tam olarak izah edemiyoruz. Ancak belli benzetmelerle anlamaya-anlatmaya çalışıyoruz. Mesela; reseptörler (alıcı aletler) mors alfabesiyle gönderilen değişik sinyalleri harflere ve kelimelere çevirir. Her gelen sinyal bir harfe, kelimeye denk düşer. Reseptörün başındaki görevli kim olursa olsun belli sinyallerden belirli bazı harf ve kelimeleri alır ve anlar. Vahiy meselesini de anlamayı kolaylaştırmak için kullanabileceğimiz bu benzetme çerçevesinde değerlendirebiliriz. –Haşâ ve kellâ, teşbihde hata olmasın- Efendimizin mahiyetine yerleştirilen binlerce manevî reseptör vasıtasıyla her gelen ilahî sinyal bir kelime olarak alınıyor. Bu inceliği kavrayamayan kimseler, “Efendimize vahiy mana olarak geliyor; O da manayı kelime kalıplarına ve şekillerine uyguluyor” diyorlar. Bazılarının “Kuran’ın manası Allah’tan kelimeleri Efendimiz’den..” sözlerini duyunca çok üzülmüştüm. Hayır, öyle değil; “sadece mana vahyediliyor” diyemeyiz. Her gelen sinyal bir harfe tekabül ediyor. Bunlar reseptörlerine gelince asıl mahiyetlerine uygun olarak çözülüyor. Bu konuda da Efendimizin mahiyeti kullanılıyor. Hem o öyle bir alma ki, Hz. Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Rabbim, şu ayeti bir daha söyle.” demiyor. Aksine vahyi kaçırmamak için heyecanla ve acele hareket edince ikaz sadedinde “(Rasulüm!) Sana vahyedileni unutmamak için tekrarlarken hemen anında bellemek için dilini kımıldatma. Çünkü vahyi senin kalbinde toplamak ve onu okutmak Bize ait bir iştir. O halde Biz Kur’anı okuduğumuzda, sen de onun okunuşunu izle.”(Kıyamet 16-18) buyruluyor. Yani adeta, “Sen sadece konsantrasyona bak. O sinyaller senin vücuduna inince asıl kalıplarına dönecek.” deniliyor. Öyleyse, vahyi beşerî kalıplara bağlamak kesinlikle yanlıştır. Arzettiğim husus meseleyi akla yaklaştırmak için kullanabileceğimiz küçük bir misal. Yoksa, vahyin gerçek mahiyetini ancak Allah (celle celâluhû) bilir.


Kendimiz Olma


Bir insanın yalnızken derince ibadet edip başkalarının yanında sığ yapması riya; kendi kendine yaptığında verip veriştirip başkalarının yanında özenip bezenmesi ise şirk kabul edilmiştir. Rabbinle arandaki münasebete bakacaksın, insanların mülahazalarını nazar-ı itibare aldın mı, kirletiyorsun demektir. Biz kendi boyumuzun kulluğunu ortaya koymalı; gösteriş ve taklite girmemeliyiz. Bununla beraber, “Herkes kendi marifet ufkuna göre ibadet eder, benim marifet ufkum uyuklamaya, uyuşukluğa müsaade ediyor.” şeklinde bir düşünceyle meseleyi hafife almak da yanlış olur. Kalbimize saygılı olmak mecburiyetindeyiz. Kulluk şuuruyla dopdolu olarak iradelerimizin hakkını vermeliyiz.

Add comment


Security code


Refresh

back to top

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu