Kabz u Bast İle Havf u Reca

Kalbin Zümrüt Tepeleri'nde ifade edildiği gibi “Havf u reca (korku-ümit), iradî birer tavır, hak yolunun salikleri için bir ilk menzil ve ilk nokta olmasına karşılık, kabz u bast bir kısım iradî sebeplerin dışında hakikat yolcusunun yolunu kesen veya onu şahlandırıp kanatlandıran nihai sınırda sırlı bir alış-veriştir. Havf u reca istikbale ait sevilip sevilmeyen şeylere karşı bir endişe hissi, bir ümitlenme neşvesi ise kabz u bast hal-i hazır itibariyle kalbe gelen değişik boy ve renkteki dalgaların tesirinde kalbin neşeyle atması veya kasvetle kasılması şeklinde de yorumlanabilir. Havf u reca ile kabz u bast karıştırılabilir.

Birisi insanın beklentileri ve inancı neticesidir. Diğeri haldir ve hemen her mertebede, her makam ve payede kulun başına gelebilecek bir şeydir. Yolcuyu sürekli alakadar eden bir husustur.

Kabzda Bile Kapıdan Ayrılmama


Kabz (iç darlığı) halindeki zaman dilimleri uzun ya da kısa sürebilir. Bu bazen Allah’tan uzaklaşma ile gelmiş bir küsuftur. Günah ile gelmişse tevbe ve istiğfar ile süresi kısaltılabilir. Bazen çok uzun kabzlar ümitsizlik vesilesi olur, insan bu durumlarda adeta hiç ışık görmez. Ne kadar uzun sürse, şart-ı adi planında insan iradesi, insanın günahları, insanın teveccühsüzlüğü onda rol oynasa da bir gerçek vardır: “Allahu yakbidu ve yebsut - Kabzı veren de bastı veren de Allah’tır” hakikatınca bu Allah’ın elinde bir şeydir. Herşeye rağmen insan vefayla, sadakatla sürekli o kapıya teveccüh etmelidir.

Bu hususta meşhur menkıbe misal verilebilir: Bir mürşid pek çok talebe yetiştiriyor. Çevresindeki müridlerin hepsi olgunlaşıyor, hepsinin ufku açılıyor. Kalb gözleri açılıverince efendilerinin şekavetini (kötü halini) de görüyorlar. Bakıyorlar ki levh-i mahfuzda veya levh-i mahv ve isbatta o zatın sürekli şekavet kareleri var. O zaman birer birer ondan yüz çeviriyor, terkedip gidiyorlar. Sadık bir bendesi ise “Biz bu zat vesilesiyle erdik.” diyor, kalıyor yanında. Hoca geride kalan o tek talebesini çağırıyor ve “Oğul, arkadaşların niye ayrıldılar?” diye soruyor. Vefalı talebe “Efendim, sizi şöyle şöyle gördüler.” deyince; Hak yolcusu o adam, titrek kalbi ve yaşaran gözleriyle “Ben hakkımdaki o yazıyı, çirkin kareleri kırk senedir görüyorum. Ama oğul var mı başka kapı ki ona gideyim.” diyor. İşte herşeye rağmen gönül verdiği kapıdan ayrılmamaya kararlı zatın sadakat ve vefa ifade eden bu sözü adeta bir düğmeye dokunuyor gibi bir kurtuluş vesilesi oluyor. Şekavet saadete dönüşüyor. Evet, aynen öyle de kabz, Allah'tan gelen bir imtihan gibi bilinmeli ve iç daralmalara, kalbi tıkanıklıklara rağmen insan yine yöneldiği kapının tokmağını çalmaya devam etmeli.

Bast’ta teyakkuz


Bazen kabzın pençesine düştüğünüzde, ne kadar gözünüz hakikate açılsa, ne kadar ulvî alemleri müşahede etseniz bile hiçbiri aklınızda kalmaz. Önünüzü, arkanızı hep karanlık görebilirsiniz. Bütün güzel inşirah veren kareler silinir gider zihninizden. Vefa ile bunu bast’a (iç rahatlığı) ve huzura çevirmek için o eşikte beklemek gerekir. Yine menkıbede geçen bir şey vardır: Veli bir zat bakıyor ki bir köpek çöplükte eşeleniyor. Günlerce aynı çöplükte eşelenip duruyor. Diyor ki “Nedir senin bu halin. Hiçbir şey olmadığı halde sürekli burada bir şeyler aranıyorsun?”. -Menkıbe bu ya- “Sultanım diyor, ben bir zaman orada bir kemik bulmuştum.” İşte bu mesele. Kemik bir kere nerede bulunmuşsa bir başka zaman da orada bulunabilir. Gözünü kapıdan ayırmadan beklemek lazım. İnsan sürekli böyle bir imtihan içindedir. Zaten bu yolda olmayan, bu türlü meseleleri birbirinden tefrik edecek kadar duyarlı olmayan, hayatın herc ü merci içinde ömrünü geçiren insanların Allah’la bu türlü bir alış-verişi anlaması da mümkün değildir.

Ayrıca sürekli bast tehlikeli olabilir. Hani bazen içte inşirah (gönül ferahlığı) hasıl olur, insanın oynayası gelir. Sebebi belli olmadan insan maiyyet hissiyle dolar da yerinde duramaz hale gelir. Arkadaşlarda bu türlü haller olunca ben tevbe ve istiğfar tavsiye ediyorum. Çünkü öyle bir gaflette insan yalnızlığa düşebilir, herşeyi kendinden bilebilir, inşirahların kaynağının kendisi olduğunu zannedebilir. Oysa kul, başarılarında dahi tevbe etmeli, başarılı olduğunda da günah işlemiş gibi Allah’a yönelmeli; yönelmeli ki bu başarıları kendisinden bilmesin ve Cenab-ı Hak onları hezimetlere çevirmesin.

Kabzdan kurtulma yollarından en evvel zikredilmesi gereken şey ayet ve hadislerde ifade buyrulan husustur: İşlenen günahın, kötülüğün, seyyienin hemen arkasından bir sevabın, iyiliğin, hayrın yapılmasıdır. Çünkü yapılan bu hayır o kötülüğü siler götürür.

Kabz u Bast ve İnsan Karakteri

İnsan karakteri ile kabz u bast arasında bir alaka olabilir. Bazı ruhlar kabza daha yakındırlar. Bazı hassas insanlar mazhar olduğu bast karşısında bile “Ben ne yaptım ki böyle bir mükafat verildi” derler, bast bile onlar için bayağı bir sıkıntı kaynağı olur. Değişik hadiseler karşısında da derin bir duyarlılığa sahiptirler. Daha önce bencil ruhların mülahazasına bağlayarak arzetmiştim: Bunlar derler ki “ateş düştüğü yeri yakar.” Bu söz bencil ruhların sözüdür. “Ateş çevresini de yakar” ifadesi ise bir parça diğergam ruhların sözü. “Ateş nereye düşse beni yakar.” sözüne gelince bu kamil ruhların vicdanlarının sesidir. İşte bu derece ihsasları derin, dünyanın herhangi bir yerinde bir hadise olduğu zaman kendine göre mana çıkaracak bir ruh çok defa kabzın demir pençesine düşer, ızdırap çeker. Dışta cereyan eden hadiseler onda fırtınalara sebep olur. Hatta onun fiziki yapısına tesir eder. Bir kısım ruhi problemlerin, bir kısım psikosomatik (ruhî sebeplerle meydana gelen bedeni rahatsızlık) rahatsızlıklara sebebiyet verdiği gibi, dünyanın değişik yerlerinde cereyan eden hadiseler aynen psikosomatik hastalıklar gibi onun bedeninde kendini hissettirir. Bacağı ağrır, boynu ağrır, dişi ağrır vs... buna o şahıs için “dünyasomatik” hastalık diyebiliriz. Veya cihannüma ruhların “cihansomatik rahatsızlıkları”...

Kabz ve Bastın Sınırları

Kabz ve bast birbirlerine sınırı olan komşulardır. Birisinin bittiği yerde diğeri başlar, birisinin başladığı yer diğerinin bitiş noktasıdır. Kabz kısa da sürebilir, çok uzun da olabilir. Bazen Nebi’yi (sallallahu aleyhi ve sellem) bile nevmid edecek şekilde kabzlar yaşanabilir. İnanmıyorlar diye o derece sıkıntıya girer ki vadi vadi dolaşır. Nebi’nin kabzı da budur. Bazıları da vardır ki; dünya tutuşsa onun bir tutam otu yanmaz. GÜNÜMÜZDE DÜNYANIN NERESİNE ATEŞ DÜŞSE YANACAK DUYARLILIKTA İNSANLARA İHTİYAÇ VAR. Bilmem nerede, hangi vadide, hangi dağın arkasında, hangi mazlum çocuğun hali içine bir kıvılcım gibi düşecek insanlara...

***

Teveccüh teveccühü doğurur. Bakarsan bakılırsın. Çiçeğin güneşe bakışı gibi O’na bakmayı becerebilirsen, O’na yönelebilirsen, O’nun tecellilerine muhatap olursun. Burada esas olan gönülden müteveccih olabilmendir. Eğer gönlünün sesini seslendiremiyorsan o tecellilere muhatap olmak mümkün değildir. Gönülden müteveccih olmak, çok samimi olmak esastır. Anlamak için pare pare olmuş ciğer gerek; yoksa beyhûde…


***

Meşru zevklerden istifadeyi de yanlış anlamamak lazım. Her meşrunun talibi olmak, insanı nereye götürür bilinmez. İnsan akıbetinin kötüye gideceğinden endişe etmelidir. Her meşru olan herkes için uygun olmayabilir. Her günahtan küfre giden bir yol olduğu gibi, meşru zevklerden de günaha giden yollar olabilir. Temkinli ve dikkatli olmak lazım.


***

Hergün Allah'a ve Kitab'a hakaret edilir, Peygamber'e gizli açık küfredilir ama bazılarının kılı bile kıpırdamaz. Ne zaman biri onun gururuna az dokunsa, biraz onu rencide etse, gece yarılarına kadar uykuları kaçar ve günlerce rahatsız olur. İşte Allah’la olan münasebetimizin bir göstergesi de bu şekildeki rahatsızlıklarımızın kaynağıdır.


***

Firdevsî gibi uzun ve yaldızlı bir destan keseceğinize Yunus gibi gönülden bir-iki mısra ile seslenmeniz, içinizin sesini ifade edebilmeniz benim nazarımda daha kıymetlidir. Mü’minler için küfürden de daha tehlikeli şey, şaibe-i şirktir (riya). Bir söz içinden, ta kalbinin derinliklerinden gelmiyorsa söyleme, rica ederim sus. Başkaları görsün diye, başkaları bilsin diye, içinden gelmeyen duygularla yalancılık yapma ve yalancı durumuna düşme. Farz ibadet dışında nafileleri yerine getirirken, birazcık görünme duygusuna girdiğin zaman selam ver; namazı terk et, evladır. Şirk işmam eden tavırlardan, ifadelerden şeytandan kaçar gibi kaçmak gerekir. Çok samimi olmak lazım...


***

Ben ecdadımı dünyada hiçbir millete değişmem. Osmanlı gibi benim bir atam var. Ne olacak batının kabileleri. Bunu bir ırkçılık ve milliyetperverlik mülahazasıyla söylemiyorum; insanımızın geçmişini beğenmemesi ve adeta mazisinden utanıp ondan kopmak isteyişine binaen ifade ediyorum. Hak ve hakikat adına Batının dilini öğrenecekseniz, ona birsey demem. Ama bu öğrenmeyi şu olayım, bu olayım mülahazasına bağlarsanız hata edersiniz. Batının dili ancak gönüllere girmekte alet olarak kullanılabilir. Bununla beraber, hak ve hakikati anlatma gayesiyle gönüllere girmek boyumuzu aşkın bir iştir. Öyleyse daima "Biz bu işe talip olduk, ama liyakati verecek olan Sensin. Bu işte liyakat ufuktur, gönül enginliğidir. Onları da bize lutfet." demeli. Ayrıca, Türkçe'yi bir dünya dili haline getirmek vacibdir. Evet, dilimizi öğrenmek vacib, iyi kullanmak sünnet, inceliklerine vakıf olmak da müstehabdır.

Add comment


Security code


Refresh

back to top

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu