Gelmelerini Beklememeli, Ayaklarına Gitmelisiniz...

Fethullah Gülen Hocaefendi son yaptığı sohbetlerden birinde bir zamanlar iman ve Kur’an hizmetinde koşturup da bazı sebeplerden ötürü ayrılıp giden insanlarla münasebetlerimizde takip edilecek üslup üzerinde duruyor. Ahirette karşı karşıya kalınacak zorluklardansa burada sıkıntı çekmenin daha akıllıca bir yol olduğunu ifade ederek en azından “eski dostlukların hatırına” inhiraf etmiş, kaymış, sürçmüş, düşmüş insanlara tekrar el uzatılması gereğinin önemini vurguluyor.


İnsanlar her zaman sağımızda solumuzda nisyana (unutkanlık) düşecekler. Her zaman hata edecekler. Hayret böyle geniş bir şehrahta otobanda yürürken sarhoş gibi kâh gidiyor yolun bu tarafındaki ağaçlara tosluyor, kâh o tarafa tosluyor. Ama o işin bir başlangıcı var. Başta aklıyla oynamış o insan. İradesine zincir vurmuş. İrade kâr etmiyor artık orada. Felc etmiş iradesini. Onun için her zaman istiğfarla meyelanın kökünü kesmek lazım. Yani kötülüklere karşı eğilimlerimizin kökünü istiğfarla kesmek lazım.[1] Efendimiz günde 70 defa veya 100 defa “Estağfirullah” diyordu. Ben istiyorum ki bin defa diyeyim. Çünkü O’nun hiç günahı yoktu. O sadece terakkisine (ilerlemek) bağlı meseleyi ele alıyordu. Alt dereceyi kendisi için layık görmüyor. Nasıl oldu da ben o derecede kaldım diyor, o dereceye istiğfar çekiyordu. Benim gibi insanların bin defa bile demeleri azdır. O’nun yüz defa demesine karşılık benim günde bin defa estağfirullah desem o benim hakkımdır, vazifemdir. Ve Allah’a karşı almam gereken tavrımın gereğidir.

Kulluk ve Dua

Kader Risalesi’nde bir taraftan bununla insandaki kötülüğe eğilimlerin kökünü kesmek (lâzım) diyor. Bir diğer taraftan da insan tabiatında hayır meyillerinin, eğilimlerinin kökünü güçlendirmek için duaya yönelmek lazım diyor. Dua çok ciddi, sırlı, halisane bir sırr-ı ubudiyeti tazammun[2] etmektedir. Yani namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek gibi Allah’a karşı yapılan halisane ibadetin çok üstünde bir sırrı taşımaktadır. Çünkü ortaya koyacağın bir sebep yoktur. Sadece laf ediyorsunuz. Fakat laf ederken o lafla Cennet’in kapılarının açılacağına inanıyorsunuz. Cehennem’in kapılarının kilitleneceğine inanıyorsunuz, şeytanların zincire vurulacağına inanıyorsunuz. Öyle ciddi bir tevhid-i Uluhiyete ve bir tevhid-i Rububiyete yürüyorsunuz ki Allahın inayetiyle, izniyle bütün dünya şeytan doluverse yine size zarar veremezler.

Yani bir taraftan dua gibi öyle bir güçlü ve sırlı silahı kullanarak maiyyetinizdeki hayır meyelanlarınızı (eğilimleri) güçlendirmek lazım. Kaymamak, yoldan çıkmamak dalalet fırkalarına sürüklenmemek için buna ihtiyaç var. Efendimizi gördüğü halde dalalete düşen insanlar vardır. Raşit halifeleri gördükleri halde dalalete düşenler vardır. Dünyevi ve uhrevi ufkuyla dahi olan Hz. Ali’ye kafir diyecek kadar ileri gidip ondan ayrılan ve dalalete düşen fırkalar vardır. O gün düştüğü gibi bugün de düşüyor, yarın da düşecektir.

Ne Yapmak Lazım?
Bu tür durumlara düşenlere karşı tavrımız nedir? Bence ona bakmak lazım. Hiç kimseyi kınamadan sürçüp düşmemek için lazım gelen şeyi yapmak lazım. Allah’a günde bin defa desek ki “Allah’ım kalbimizi kaydırma” yine de kaymamamız gerekli olan o hususun ehemmiyeti açıısından çok fazla bir şey istemiş sayılmayız. Çünkü bu çok önemli. Ne kadar önemli?

Deseniz ki “Allah’ım bana bir fatihlik ver, İstanbul’u fethedeyim” iman adına istediğiniz şey ondan bin kat daha önemlidir. Çünkü ebedi saadetiniz söz konusudur. Bin defa deseniz ama Allah “illa da bin defa deyin” demiyor, “diyebildiğiniz kadar deyin” diyor. Allah kalbinizi kaydırmasın ve şeytana uydurmasın. “Rabbi euzu bike min hemezâti’ş-şeyatîn ve euzu bike Rabbi en yahdurun” deyin, sürekli söyleyin, Allah (cc) kaydırmasın. Bu meselenin bir yanı.

Bir diğer yanı şudur. Başkalarına ulaşma ve inhiraf (sapma, kayma) yaşayanlara karşı münasebetlerimizi gözden geçirme meselesi. Bence inhiraf yaşayan, kayan insanlar trafikzedeler gibidir. Şimdi atından düşen bir insanın başına toplanır güler misiniz, “iyi oldu müstehak oldu, binmesini iyi öğrenmemiştin veya eğerini iyi bağlayamamıştın ağzına gemi iyi vuramamıştın, ondan dolayı müstehak oldu, çek atını” falan mı dersiniz yoksa hemen insanlığınızın gereği koşar atını kaldırır sonra da onu kaldırır eğerini gözden geçirir yemine bir bakar, üzengilerini kontrol eder onu atına mı bindirirsiniz. Veya yaralanmış berelenmişse acile mi taşırsınız, vicdanınızı kontrol edin yani. Bu mevzuda tavrınız neyse bence dalalete düşenler için de aynı şekilde düşünme mecburiyetindesiniz.

Dün sırat-i müstakimde (dosdoğru yol) “Allah, Peygamber” deyip sizinle koşan, din diyanet, ruh ve mana köklerimiz deyip sizinle koşan, durup dururken bir yerde şayet sürçtüyse kapaklandıysa, elini ayağını dizini alnını yaraladıysa şayet, bence öyle bir insana yapılması gerekli olan şey imdadına koşmaktır. Onuruna dokunduracak laflarla tavırlarla değil. Elden geldiğince rencide etmeden, incitmeden davranmak lazım. Kabul eder-etmez o ona ait bir şey. Ama öbürü bizim vazifemiz. Efendimiz’in (sas) tavrı buydu. Arkasından koşuyordu, gelmelerini beklemiyordu insanların. Öbürleriyle alakalı meselelerde de öyle. Ayaklarına gidiyordu, kalkıp Taif’e[3] gidiyordu. Ölümü göze alarak Taif’e gidiyordu. Daha gider gitmez çocuklar tarafından taşlanmaya başlandı. Ve hiç gönül koymadı. Vazifesini yaptığının şuurundaydı. Bildiğiniz gibi oradan dönüşünde eli ayağı yaralı, vücudundan kanlar akıyordu. Ellerini kaldırdı “Allahümme inni eşkü da’fe kuvveti ve hevâni alennâs” (Allah’ım kuvvetsizliğimi, zaafımı, insanlara karşı horlanıp hakir görülmemi bu halimi sana şikayet ediyorum) dedi. Halimi sana arz ediyorum. Hazreti Yakup’un “innemâ eşkû bessî ve hüznî ilallah”[4] dediği gibi çok derin şeyleri mülahazaya getiren bir husustur. Çünkü yaptığı şeyi vazife olarak yapıyordu.

Haydutlar Değişmedi
Efendimiz’in (sav) gittiği o Taif’te Utbe’ler, Şeybe’ler vardı. Onlar Mekke’de yaptıkları gibi orada da insanları gene tahrik edeceklerdi. Yine O’nun üzerine yürüteceklerdi onları. Günümüzde bir kısım provokatörlerin nizama, sisteme karşı bazılarını ayaklandırdıkları gibi o serseri çocukları ayaklandıracak ve O’na taş attıracaklardı. Bakın 14 asır geçmiş değişen hiç bir şey yok. Onlar o dönemin provokatörleriydi. Taşlanmaması gerekli olan kimseye taş atıyorlardı. Günümüzün provokatörleri de başka şeyi taşlıyorlar. Değişen hiç bir şey yok. O günün serserileri, günümüzün serserileri. Bağışlayın o günün haydutları, günümüzün haydutları. O günün planlayıcıları günümüzün planlayıcıları hiç fark yok bunda. Fakat O, vazifesini yapıyordu. Öyleyse düşene, sürçene, inhiraf yaşayana, bir kayma yaşayana karşı bence gerçekten cismaniyet ve maddiyat itibarıyla düşmüş, zedelenmiş, kırılmış yara bereye maruz kalmış insana ne yapıyorsak aynen öyle de bu tavır içinde davranmamız lazım. Bu insanlığın gereği, öbürü insan olmanın değil, bir komedi seyretmenin gereğidir. Duygusuz davrananlar gibi yapamayız biz. Biz insanlığın ıstırabını içinde duyan insanlar olma konumundayız. Zübeyir Gündüzalp’in ifadesiyle “Eğer bir insan dinden çıktı derlerse şayet o kalbin atom zerratı adedince parçalanması lazım gelir” diyor.

Küfre Yenik Düşen Yığınlar
Binlerce insan dinsizlik girdabı içinde küfre yenik düşüyorlar, inkar-ı Uluhiyyet’e (Allah’ı inkar) yenik düşüyorlar. Ruhunda bunların ızdırabını taşıyan bir insan, kayan bir insan karşısında lakayt kalamaz. Öyle bir zeyği (şüphe, doğruluktan ayrılmak) tabii karşılayamaz. İmdadına koşması, elinden tutması lazım. Orada bir üslup gerekir. Yani bazen onur meselesi yapar, siz elinden tutup kaldırmak istersiniz, “ver elini be Selef[5]” dersiniz öyle değil. Öyle bir üslupla yanaşmalı ki o da size elini uzatsın. Tut elimden desin yani. Ona bataklıkta olduğunu, boğulacağını, ciddi bir inhiraf yaşadığını hissettirmeden “gel benim kardeşim” diyerek tutup elinden çıkarması lazım. Bazıları temerrüd (inat) ederek hiç dinlemeyecek, gayzı nefreti daha çok artacak, hiç kurtaramayacaksınız belki. Fakat zannediyorum bu tavrınız çoğuna yararlı olacak ve çok kimseyi o bataklıktan kurtarmak bu sayede ve bu üslupla mümkün olacaktır.

Üslup Çok Önemli
Üslup meselesini iyi belirlemeniz lazım. Şahıslara göre durumu belirlemek lazım. Bazısına “ben el uzatırsam benim uzattığım ele el uzatmayabilirler, bir başkası elini uzatsın” demeli. Hz. Üstad diyor ki “bir başkasına söyletmek hoşunuza gitsin”[6]. İşte el uzatmadır bu. Bir başkasının kurtarması, tesiri, beyanı hoşunuza gitsin. Bu önemli. Neden? Çünkü hakkın ikamesi edilmesi söz konusudur.

Derdimiz bir insanı kurtarmak değil mi? O zaman meseleyi onun kurtarılmasına bağlamak lazım. Kim kurtarırsa kurtarsın. Ve o kurtulan insan karşısında sevinmek lazım. Elhamdülillah kurtuldu. “Ama ben kurtardım veya Allah onu kurtarmada beni vasıta yaptı veya başkasını yaptı.” Ne ifade eder? Hepimiz onun elinde bir enstrüman değil miyiz? Bazısı ney sesinden hoşlanır, bazısı uddan hoşlanır, bazısı kemandan. Günümüzün zevkleri ve zevk zemzemesi içinde bazıları piyanodan, orgdan hoşlanır. Adam neden hoşlanırsa siz de onu kullanırsınız. Bazıları Kur’an’ı Kerim’in okunmasından hoşlanıyor, bazıları bir ezan karşısında kendinden geçiyor, mest oluyor. Onların ayağına gitmemiz bizim için bir sorumluluk bir vecibe olduğu gibi yeniden kendilerine mesajımızı götüreceğimiz insanlara da gidip ulaşmamız lazım.

Ön Hazırlık Önemli
İnsanların ayağına gitmede bu meselesinin bir mukaddematı (ön hazırlığı) var. Yani o mevzuda tam hazırlıklı mıyız? Mesela onlara her meselemizi tam onların diliyle düşünecek şekilde anlatacak şekilde lisan bilgimiz var mı?

Düşünce ufkumuz yeterli mi? bir elite bir entellektüele dini meseleleri anlatacak kadar müktesabatımız (birikim) yerinde mi? Bunlar çok önemli faktörler. Efendimiz’in Taif’tekilerin ayağına gittiği gibi Akabe’lerde[7], orada pazara panayıra gelen insanların ayağına gittiği gibi, başka pazarlarda milletin ayağına gittiği gibi gitmek lazım. O gidiyordu, az mülayim gördüğü, yumuşak gördüğü sıcak bulduğu simaları çağırıyordu. “Niçin geldiniz buraya?” Ticaret için. “Size o ticaretten daha hayırlı bir ticaretten haber vereyim mi?” diyordu. Onların dilinden konuşuyordu. Böyle idi yani. Bazen yadırganıyordu irdeleniyordu, bazen taşlanıyordu fakat yılmıyordu. Onlar kabul etmedilerse başkalarına gidiyordu. Bir dönemde düşünün Bi’set-i Seniyye’nin (peygamberliğinin) 10. senesi idi. Akabe’de belki elli tane kabileye gidiyor fakat elli kabile içinde sadece, -bir zaman demiştim isimlerini yazın üstünüzde taşıyın cin ve şeytan size dokunamaz- altı tane insan “evet” diyordu. Binlerce insanın cirit attığı pazarda uğramadığı çadır bırakmıyor. Davetine sadece Medine’den altı tane insan[8] “evet” diyorlar. Ve onlar bir mürşit olarak Mus’ab İbni Umeyr’i götürüyorlar Medine’ye. Mus’ab, ertesi sene 70 küsur insanla Efendimiz’e geliyor. Kadın erkek, çoluk çocuk. Daha ertesi sene Efendizimizi davet ediyorlar Medine’ye. “Gel bize Ya Resulallah” diyorlar.

İnsana Yatırım Çabuk Geri Dönmüyor
İnsana yapılan yatırım çok çabuk geriye dönmüyor. Çok kolay da olmuyor. Bir tohum gibi hemen kuvve-i inbatiyesi (bitirme gücü) olan bir toprağın bağrına saçınca kendi kendine hemen kök salıp gelişmiyor. Çok emek istiyor geriye dönmesi insana yapılan yatırımın. Bir batılı düşünür insana yatırım yapmayı düşünüyorsanız 100 seneyi hesaba katmanız lazım diyor. Bir asırlık mesele. 3-4 nesil geçmesi lazım. Torunun torunu, torununun torunu. Ama Allah’ın lütfu geniş. Bakarsınız Allah bir çeyrek asırda da lütufta bulunabilir. Ama insana yatıırımın bir asır istediğini hatırdan çıkarmayacaksınız.

Efendimiz gibi gibi ayağa gideceksiniz ayağınıza gelmelerini beklemeyeceksiniz. Allah (cc) ilahi ahlakıyla bize onu öğretiyor. “Kulum[9] bana bir karış gelirse ben ona bir adım yaklaşırım, o bana yürüyerek gelirse ben koşarak giderim”[10] diyor. Bize birşey öğretiyor. Yani el-âlem size bir karış gelecek, siz adım atacaksınız. Adımı siz atacaksınız onlara. Yürümeyi siz başlatacaksınız, koşma startını siz vereceksiniz. Siz ondan hızlı, ona doğru yürüyeceksiniz. O kendine göre ben şöyle yürürsem şurada buluşuruz dese siz onu yanıltacaksınız. Çünkü siz hızlı yürüdüğünüzden dolayı onun tahmin ettiği yerden daha çok ötesinde onun ufkuna yakın bir yerde onunla karşılaşacaksınız. Ona “fazla zahmet çekmeyesiniz diye ben biraz kalbimi zorladım, size koştum” diyeceksiniz. Bunu anlamıyor bir kısım nâdanlar. Ziya Paşa’nın sözünü şöyle ifade edeyim.

“Ediyorlar sohbetini nadanla telezzüz, çünkü onlar divane
Divanelerin hemdemi de divane gerektir.”

Eski Dostluğun Hatırına

Evet ister inhiraf etmiş, ister zehire uğramış dostlarımıza, eskiden ve eski dostluğun hatırına gitmemiz lazım. “Eski dost” deyip geçmemek lazım. Dün sizinle beraberdi, bugün değil. Allah lutfeder bizi rahmetiyle cennete koyarsa orada dostlarımız aklımıza gelebilir. Esved bin Yezidi’n-Nehai ve Amir ibni Şerail Allahın rahmetiyle cennete girmişse bizim de O’ndan başka sığınağımız yoktur. Allah rahmet ederse cennete gireriz yoksa giremeyiz. Ameliyle kimse cennete giremez. Cenabı Hak rahmetiyle bizi cennete koyarsa dönüp sağımıza solumuza bakarız. Orada ufuk çok farklı. Her biriniz dünyada gördüğünüz bütün insanların hepsini birden görebilirsiniz. O âlem farklı bir âlem. Manevi bir âlem. Bir manada bir cismaniyet var orada. Fakat bu cismani dünyaların milyonlarcası parmak ucu kadar bir yere sıkışacak şekilde. Esasen çok farklı bir âlem. Bir milyon insanın simalarını bir kere görmüşseniz, hepsini tanıyacaksınız orada. Ve orada Efendimiz’in arkasındaki cemaatini tanıyıp sorduğu gibi “Allah Allah falan nerede kaldı? On sene yirmi sene beraber olduk, el ele tuttuk her yere koştuk. Nerede kaldı diyeceksiniz. Orada diyeceksiniz bunu. Ve belki hicran yaşayacaksınız. Eğer orada böylesine bir hicran yaşama meselesi söz konusu olmasa İnsanlığın İftihar Tablosu cennetten çıkarak cehennemde birilerinin elinden tutmak için cehenneme gelmezdi.

Temsilin Gücü

Önemli bir mesele bu. Şimdi bu açıdan dünyada iken o mevzuda ciddi bir gayretiniz olmalı. Bizim Necmettin Nursaçan[11] Hoca’dan bir hikaye dinlemiştim. Kendimizi diğerlerine karşı vazifeli bilme konusunda önemli bir vak’a bu. Almanya’da yaşadığı bir olayı şöyle hikaye etmişti. Oraya giden bir Türk vatandaşımız bir Almanın evinde misafir oluyor. Orada kaldığı sürece güzel tavırları ve davranışları evdekilere sirayet ediyor. Temsilin gücü öyle müthiştir ki siz o insana baştan aşağıya Kur’an’ı yüz defa okusanız o kadar müessir olamayabilirsiniz.

Temsilin gücü farklı bir şeydir. Bir ay sizi süzüyor, seyrediyor, üç ay süzüyor. O ince, zarif ve müstakil dik duran tavırlarınızda hiç bir değişme yok. Hep aynı istikameti koruyorsunuz, ok gibi hep hedefe akıyorsunuz. Bunu böyle görünce bir gün o Türk vatandaşımızın dizlerinin dibine çöküyor. “La ilahe illallah Muhammedün Resulullah” diyor ve ilave ediyor. “Bana Allahımı ve Peygamberimi tanıttığından dolayı bilsen seni nasıl seviyorum, bağrıma basıp öpesim geliyor. Ama bir de bilsen sana öyle bir kızıyorum ki çünkü benim bir babam vardı. İnsani yanları çok derin ama sen gelmeden az evvel Müslümanlığı tanımadan ölüp gitti. Neden daha önce gelmedin?” diyor.

Bakın mesele ayağa gitmeye bağlı. Bize derlerse neden gelmediniz? Madem elinizde vardı bir berat ve kurtarıcı ferman. Neden onu bize göstermediniz tanıtmadınız? O iş için aç susuz kalmak icab etse bile neden o kadarcık şeye katlanmadınız. Acaba sizin o kadar sıkıntı çekmeniz bizim öbür âlemde ebedi sıkıntı çekmemizden daha mı önemliydi, ağırdı ki ona katlanmadınız demezler mi?

Her ikisinde de ayağa gidecek, dinimizin hatırına icap ederse ayak öpeceğiz. Efendimizi tanıtma adına. Mesele onu tanıtmaysa şayet bence onun hatırına ayak da öpülür, yerlere yüzler de sürülür. Temel espri budur ve yol varsa budur.


--------------------------------------------------------------------------------

[1] Bediüzzaman Said Nursi, 26. Söz, Kader Risalesi
[2] Kulluk sırrını içine almaktadır.
[3] Suudi Arabistan’ın Hicaz bölgesinde Cidde’den 2 saat uzaklıkta, denizden 2 bin metre yükseklikte, yağmur alan, yıl boyunca yumuşak yaz ve kışlarıyla bilinen bir yer. Mekke’ye 70 km uzaklıkta bulunan Taif şehri o günün şartlarında yaya olarak iki günlük mesafede bir yerdi.
[4] Yusuf Suresi, 12/86
[5] İlk öncü, önden giden, bir makamda daha önce bulunmuş kişi.
[6] Bediüzzaman Said Nursi, 21. Lem’a, İhlâs Risalesi
[7] Akabe kelimesi, Sarp yokuş, tehlikeli geçit, geçilmesi ve aşılması zor olan dağ yolu, tepe anlamında Arapça bir kelimedir. Özel olarak da Hicaz bölgesinde bir yerin adıdır. Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere arasındaki bu yer, Resulullah'ın (sav)’in İslâm'ı tebliğinden önce de kutsal bir yer olarak tanınmaktaydı. Resulullah (sav) burada Medine-i Münevvere'den gelenlerle görüşüp onlardan bey'at aldığı için müslümanlarca da sevilen bir yer olma özelliğini korumuştur. Akabe kelimesi Kur'an-ı Kerim'de, nefse güç, meşakkatli gelen ve insanı iyilik yapmaktan alıkoyan “sarp yokuş' anlamında iki yerde ve imtihan mevkii anlamında kullanılmıştır. "Ama o zor geçidi aşmaya girişemedi." "O zor geçidin ne olduğunu sen bilir misin?" (Beled suresi- 90/11-14)
[8] Peygamber (s.a.s.) Efendimiz Hac mevsimlerinde, Mekke yakınlarında kurulan panayırlara gelen, Kâbe'yi ve putlarını ziyâret eden kabîleler arasında dolaşıyor, onlara Kur'ân okuyor, onları İslâm'a dâvet ediyordu. Bir gün Mekke'nin kuzeyinde, Mekke ile Mina arasında "Akabe" denilen bir tepede altı kişilik bir topluluğa rastladı. Bunlar, Medine'den "Hazrec" kabîlesinden idiler. Rasûlullah (s.a.s.) onlarla konuştu. Kur'an-ı Kerîm okudu, İslâm Dini'ni anlattı ve onları Müslümanlığa dâvet etti. Mekke Devri'nin 10'uncu yılının Zilhicce ayında (Nisan 620 M.) gerçekleşen bu olaya "Birinci Akabe Görüşmesi", burada İslâm'ı kabûl eden altı kişiye de "İlk Medineli Müslümanlar" denir. Bunların adları şöyledir: Es'ad bin Zurâre, Avf bin Hâris, Râfi' bin Mâlik, Ukbe bin Âmir, Kutba bin Âmir, Câbir bin Abdullah bin Riab. İslâm'a gönül veren bu ilk 6 kişilik Medineli müslümanlar Akabe Tepesinde Hz. Peygamber'le (s.a.s.) görüştükten sonra hac mevsimi sonunda Medine'ye döndüler. Gördüklerini, yakınlarına ve dostlarına anlatarak, Medine'de Müslümanlığı yaymağa başladılar. (İbn Hişâm, Sîre, II, 70 vd.; İbn Sa'd, Tabakât, I, 217 vd.)
[9] Ebû Hureyre (r.a.) Peygamberimizin şöyle buyurduğunu haber veriyor: "Aziz ve Celil olan Allah buyurur ki, "Kulum beni nasıl sanırsa ben öyleyim. Kulum beni andığı zaman muhakkak onunla beraberim. O beni gönlünde gizlice anarsa, ben de onu öyle anarım. Eğer o beni bir topluluk içinde anarsa ben de onu, beni içinde andığı topluluktan daha hayırlı bir topluluk içinde anarım. Kulum bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. Kulum bana bir arşın yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım." (Buhari, Zühd,15; Müslim, Kitabu'z-Zikr ve't-Tevbe ve'l-İstiğfar, 1.)
[10] Enes'den (r.a) rivayette kudsi bir hadiste şöyle buyrulmuştur; “Kulum bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın yaklaşırım.Bana bir arşın yaklaştığında, Ben ona bir kulaç yaklaşırım.O, Bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak giderim. (Buhari)
[11] Kayseri Hacılar'da doğan Necmettin Nursaçan’ın asıl ismi İmdat Necmettin Çeven'dir. Kayseri İmam Hatip Lisesi'ni bitirdikten sonra mahkeme kararı ile ismini değiştirmiştir. Kayseri eski müftüsüdür. 2006 itibariyla Diyanet İşleri Başkan yardımcılarındandır.


fgulen.com, 24.04.2006

 

Add comment


Security code


Refresh

back to top

ARAMA

ARŞİV İÇERİK TAKVİMİ

« November 2024 »
Mon Tue Wed Thu Fri Sat Sun
        1 2 3
4 5 6 7 8 9 10
11 12 13 14 15 16 17
18 19 20 21 22 23 24
25 26 27 28 29 30  

Herkül Nağme

Herkül Nağme..Ezcümle, M. Fethullah Gülen Hocaefendi'nin bütün eserlerinin, sohbetlerinin, şiirlerinin hep bu nağmeyi terennüm ettiğini söylemek pekâla mümkündür...

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu