Peygamber Efendimiz'in (s.a.s.) Savaşla İlgili Uygulamaları

İslâm’da harp, yüce bir dava uğruna, fikir hürriyeti, düşünce hürriyeti adına, insanlığa giden yolları açma uğrunda yapılmıştır.
Bununla beraber gerektiğinde sulha gitmeyi de ihmal etmemişlerdir. Çünkü sulh esas, harp ise tâlîdir.


Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem), Medine’ye geldiğinde her yönden düşmanla sarılı idi;

güneyde Kureyş, ku­zeyde Hayber Yahudileri ve Gatafan kabile­si, içeriden ise Yahudi kabileleri ve münafık­lar sürekli tehlike oluşturmakta idi. Aslında bütün Arabistan O’na karşı idi. İçerdeki ve dışarıdaki çeşitli tehlikeleri teker teker hariku­lâde tarzda ortadan kaldırması ve bir araya gelerek kendisine karşı birleşik bir güç oluşturmalarına fırsat vermemesi, O’nun siyasî ileri görüşlülüğünün ve diplomasisinin bel­gesidir. O (sallallahü aleyhi ve sellem), bütün Arap kabilelerini bir yönetim altına toplayıp birleştiren, onlara barış ve esenlik sağlayan ilk insandı. Bu, O’nun askerî strateji ve savaş başarılarının yanı sıra, idarî fetânetinin ve diplomatik manevralarının bir sonucu idi.

Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), kendi hayatı ve inancı tehdit edildiğinde, yani onları müdafaa etmekten başka seçeneği kalmadığın­da savaşa girişmişti. O’nun savaşları, düş­manları tarafından içine itildiği bir savunma stratejisinden ibaretti. İşte böylece Hz. Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem) azim ve kararlılıkla çarpışmaya başladı ve düşmanlarını bütün cephelerde ye­nilgiye uğrattı. O zamana kadar, İslâm’ın doğruluğuna tamamen inanmış; fakat korku­larından bunu açığa vuramamış kişilerden zalim güçler uzaklaşır uzaklaşmaz, onlar kit­leler ve gruplar hâlinde İslâm halkasına dâhil oldular. Mekke fethinden sonra in­sanlar, barış şartlarında hür iradeleriyle İslâm’ın mânâsını anlama ve onun hakkında düşünme imkânını elde ettiler. Sonra da onu özgürce kabul ettiler.

Şimdi, Allah Resûlü’nün yaptığı savaşların sebeplerine ve neticelerine kısaca temas edelim. Göreceğiz ki O (sallallahü aleyhi ve sellem), savaşlara kendi isteğiyle girmemiş, yani mecbur kalarak girmiş; ama buna rağmen savaşlarında bile “Âlemlere rahmet olduğunu” göstermiştir.

1. Bedir Savaşı ve Sebebi
Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) ve sahabe Mekke’den hicret ederken, beraberlerinde fazla bir şey götürememiş, mallarını, mülklerini, servetlerini Mekke’de bırakmışlardı. Mekkeliler, Müslümanların gözlerinin önünde, bu malları develerin sırtlarına yükleyip Şam’a, Yemen’e götürüyor ve satıyorlardı. Müslümanlar kendi kontrolleri altındaki bölgeler­den Kureyş kervanlarının geçmesini, misliyle mukabele prensibine ve o günkü mevcut savaş hâlinin hükümlerine binaen en­gelliyorlardı. İşte Ebû Süfyan kervanının da aynı sebeple ta­kip edildiğini duyan Mekkeliler bir orduyla Medine’ye yönel­mişlerdi.

Ebû Süfyan’ın kervanın kurtulduğunu haber verip dönmelerini istemesine rağmen Mekkeli diğer reislerin sarf ettiği şu ifa­deler, Kureyş’in Müslümanlara yönelik tutumunu ve savaşın gerçek sebebini izah etmesi açısından ilginçtir: “Hayır, ye­min olsun ki, Bedir’e varıp develeri boğazlayıp yemekleri yiyinceye; şarapları içip âlem yapıncaya ve Araplar bu yürüyü­şümüzü duyuncaya kadar dönmeyeceğiz.”1

İşte bu kinle Bedir’e gelen müşriklere, Hz. Peygamber son bir defa da Hz. Ömer’i göndererek barış teklifinde bulunmuş; fakat kabul edilmemesi üzerine savaş kaçınılmaz hâle gelmişti.2

Müslümanlar Savaş İstemiyordu
Müslümanlar, Kureyş kervanındaki kendi mallarını almak için yola çıkmışlardı. Ne var ki murad-ı İlâhî başkaydı ve onlar istemeyerek bu noktaya sevk olunmuşlardı. Allah, Enfâl Sûresi’nde kendi muradını şöyle bildirir: “Allah iki taifeden birini size vaadetmişti; siz kuvvetsiz olanın size düşmesini istiyordunuz. Oysa suçluların hoşuna gitmese de hakkı ortaya çıkarmak ve bâtılı tepelemek için, Allah sözleriyle hakkı ortaya koymak ve inkârcıların kökünü kesmek istiyordu.” (Enfâl, 7-8)

Allah, bunu murat ettiği için, Müslümanların arzusu, niyeti başka olsa bile, evirip çevirdi ve onları kervanla değil de muharip birlikle karşı karşıya getirdi. Müslümanlar, kervanı takip edip, kıstırıp mallarını geri almak niyetindeydiler; hâlbuki Cenâb-ı Hak onlara, bir daha ebedî olarak mallarını başkalarına kaptırmama yollarını açıyordu.

Allah Resulü Bedir’e 313 insanla çıktı. Karşı tarafın asker sayısı ise 1000’e yakındı. Bu, her insanın, 3-4 insanla yaka paça olması demektir. Kureyş, o güne kadar askerlik sanatı adına bilebildiği şeylerle donattığı bir orduyla, yani o günün şartlarına göre tam tekmil ve silâhlı bir ordu ile gelmişti.3

Peygamber Efendimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) savaşla ilgili bir sözü şöyledir: “Allah her konuda güzellik ve iyilikle hareket etme­mizi emretmektedir; öyleyse öldürürken bile, en güzel biçimde (işkence etmeden ve acı çektirmeden) öldürünüz.”4 Allah Resûlü’nün kişisel olarak içinde bulunduğu ilk savaş olan Bedir’de, bu emir yerine getirilmiştir. İşkence yoluyla öldürme, ka­dın ve çocukların öldürülmesi, fiilen savaşa katılmayan düşman personelinden aşçı, hizmetçi ve benzerlerinin öldürülmesi kesin­likle yasaklanmıştır.

Kur’ân, Bedir’le ilgili olarak çok enteresan bir savaş yöntemi belirtir ve şöyle der: “Vurun onların bütün eklemlerine!”(Enfâl, 12). Bu, düşmanın ölümünden çok, uzun süre rahatça savaşmasını önleyici etki yapar. Göğüs göğüse yapılan savaşlarda, savaşın hedefine zarar vermeksizin, mümkün olduğu kadar az kan dökülmesini sağlar.5 Bedir Savaşı’nda on dört Müslüman hayatını kaybetmiş; yetmiş kadar düşman öldürülmüş ve yetmiş kişi de esir alınmıştır.

2. Benû Kaynuka Hâdisesi
Bedir Savaşı’nın sonrasında, Medine Yahudi toplumunun Benû Kaynuka kolu, kendilerinin de hazırlayıcıları olduğu Medine Antlaşması’nı ihlâl etti. Kureyş ile işbirliğine girip, Ebû Süfyan’la Müslümanlar aleyhine anlaştılar. Takip eden süreçte bir Müslüman kadına uygunsuz davranış sonucu meydana gelen karşılıklı ölüm olayı bardağı taşıran son damla oldu. Hâdise üzerine meydan okuyan bir tutuma giriştiler. Ahidlerini bozdukları ve isyan ettikleri de bildirilmiştir. Bu gerekçelerle muhasara edilmişlerdir.6 Görüldüğü gibi savaşın sebebi, Benû Kaynuka’nın antlaşmayı bozmasıdır.

3. Uhud Savaşı
Bedir’de yenilen Ebû Süfyan, Peygamberimiz’i kastederek “O’nunla savaşıp öç almadıkça başına su değdirmeyeceğine (yıkanmayacağına)” yemin etmişti. Mekkeli diğer reislerin tahrikiyle yeni bir ordu hazırlamış ve Medine yakınındaki Uhud Dağı çevresine gelmişlerdi. Hicretin 4. yılında vukû bulan Uhud Savaşı’nın gerçek sebebi de budur.

Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Uhud Savaşı’nın müdafaa savaşı şeklinde olmasını istemesine rağmen, özellikle Bedir Savaşı’na katılamayan bazı genç sahabilerin ısrarı üzerine Uhud’a çıkmıştı. Fakat Uhud Savaşı için eğer Medine’de kalınıp müdafaa yapılsaydı, durumları uzun süre muhasaraya müsait olmayan Kureyş, ümitsiz bir bekleyişten sonra geldiği yere dönüp gidecekti. Allah Resûlü, bu düşüncelerini, yaklaşık olarak şöyle izah buyurdu: “Çocuk ve kadınları emniyet içinde kalabilecekleri yerlere yerleştirelim. Sonra da Medine’nin kenar mahallelerinde Kureyş’e karşı müdafaada bulunalım.”7 Efendimiz, bu strateji ve taktik ile şu hususları düşünüyordu:

a. Müslümanların esas gaye ve hedefi savaş değildir. Onlar, emniyetin temsilcileridir.

b. Ancak, hak ve hakikati neşretmelerine mâni olmak istendiğinde, onlar bu mâniayı ortadan kaldırmak için her şeyi göze alır ve savaş yaparlar.

c. Müslümanlar, saldırıya uğradıklarında dini, vatanı, ırzı, namusu müdafaa için savaşırlar.. ve gerekirse, bunun için can verirler. Bu da onların en meşrû haklarıdır.

Etrafta, mütehayyir, hâdiseleri izleyen insanlara verilecek bu tür imajlar çok mühimdir ve Allah Resûlü, bu imajı yerleştirmek için müdafaa savaşını tercih etmekte idi.8 Ancak bilindiği gibi şehrin dışına çıkıldı ve Peygamber Efendimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün ısrarlarına rağmen okçuların tepeyi terk etmesi neticesinde Müslümanlardan 70 kişi şehit oldu. Yirmi üç düşman öldürül­dü.9

4. Benû Nadir (Nadiroğulları) Hâdisesi
Hicri 4. sene, Allah Resûlü, Mekke müşrikleriyle işbirliği yapan Nadiroğulları üzerine yürüdü. Bu Yahudi kabilesi, Allah Resulü’nü iki defa öldürme teşebbüsünde bulunmuştu. Münafıkların ve Mekke müşriklerinin yardım talebine kanan ve Allah Resulü’ne harp ilân eden Nadiroğulları, muhkem surların arkasına gizlenmekle kendilerini koruyabileceklerini zannediyorlardı. Hâlbuki 15 günlük bir muhasaradan sonra teslim oldular. Taşınabilir mallarını yanlarında götürmek şartıyla, yurt ve yuvalarını terk edip başka yerlere göç etmeye razı oldular. Ölümden kurtuldukları için bayram yapıyorlardı. Giderken yaptıkları şenlik, Medine’de misli görülmemiş bir şenlikti.10 Görüldüğü gibi, Benû Nadir hâdisesinin sebebi, onların Allah Resulü’nü iki defa öldürmeye teşebbüs etmeleri ve harp ilân etmeleridir.

5. Hendek Savaşı
Hicretin 5. yılındaki Hendek (Ahzâb) Savaşı ise, bazı Yahudi ileri gelenlerinin Kureyşli müşrikler başta olmak üzere Gatafan ve diğer Arap kabilelerini Müslümanlarla savaşa teşvik etmeleri neticesinde meydana gelmiştir.

Uhud’da alınan dersten sonra, bu kez, oy birliğiyle şehrin içer­den savunulmasına karar verildi; açık arazide savaşılmayacak, savunmada kalınacaktı. Daha fazla korunma sağlanabilmesi ve her iki tarafın da en az zayiatla savaştan çıkması için, Medine’nin etrafına hendekler ka­zılmasına karar verildi. Ve bunda başarılı da olundu, zîrâ bu kadar çetin bir savaşta verilen şehit sayısı sadece altıydı.11 Müslüman tarihçiler genellikle bu fik­rin Selman el-Fârisî’den kaynaklandığını ileri sürerler.12 Ancak, Ebû Süfyan’ın, Allah Resûlü’ne, savaşmak ye­rine, niçin beklenmedik ve şaşırtıcı bir şekilde hendekler kazıp arkasına sığındığını ve merakını belirterek bu stratejiyi kimden öğrendiğini soran mektubuna Peygamber Efendimiz: “Bunu bana Allah ilham etti.” şeklinde cevap vermiştir.13

6. Benû Kureyza (Kureyzaoğulları) Hâdisesi
Medine’deki Yahudi toplumunun bir diğer kolu olan Benû Kureyza üzerine de, Hendek Savaşı sırasındaki ihanetleri sebebiyle gidilmiştir. Kureyzaoğulları, bilhassa Hendek Savaşı esnasında ihanet etmiş ve Müslümanları arkadan vurmak istemişlerdi. Müslüman kadınların bulundukları yeri tespit edip, onlara saldırmak istemişlerdi; ama bunu gerçekleştirme fırsatını bulamamışlardı. Hâlbuki daha önce Allah Resûlü’yle anlaşma yapmışlardı. İkinci olarak bu anlaşmayı çiğnemiş ve Müslümanlarla açıktan savaşa girmişlerdi. Suçları bu kadarla da kalmıyordu; siyasî sürgün Huyey b. Ahtab ve benzeri İslâm düşmanlarına bağırlarını açmış ve onlara resmen siyasî sığınma hakkı tanımışlardı. Hâlbuki anlaşmaları gereği bu yaptıkları anlaşmayı bozmak demekti. Bütün bunlara rağmen Allah Resûlü, üzerlerine yürüdüğünde af dileselerdi affolunabilirlerdi. Zîrâ Allah Resûlü, onlarla hep iyi geçinme taraftarıydı. Ne var ki Müslümanlara karşı açık tavır aldılar ve Resûlüllah Efendimiz’e karşı da mukavemete kalkıştılar. Ancak burunları kırılınca teslim oldular ve tek şartları vardı: Hakem, Sa’d b. Muaz (r.a.) olsun istiyorlardı. Efendimiz de bu şartı kabul etti. Sa’d b. Muaz (r.a.), hasta yatağından kalktı olay yerine geldi ve hükmünü Tevrat’a göre verdi. “Eli silâh tutan erkekler öldürülecek, kadın ve çocuklar esir edilecek, bütün malları da ganimet sayılacaktı.” Her iki taraf da verilen bu hükme razı oldu.14

7. Hudeybiye Anlaşması
Kureyş ile yapılan üç büyük savaştan sonra Hicrî 6. yılda, Peygamber Efendimiz’in çabalarıyla Hudeybiye Antlaşması imzalandı. Hudeybiye’de bir savaş olması muhakkaktı. Ancak Allah Resûlü, kuvvet dengesinin olmadığı ve dolayısıyla hezimet muhakkak olan böyle bir karşılaşmayı Cenâb-ı Hakk’ın inayet ve keremiyle bir tek insanın burnunu kanatmadan zaferle ve muvaffakiyetle noktalamıştı. Evet, karşı tarafta, on bin silahlı insan, beri tarafta da, bin dört yüz silâhsız insan. Sırtlarında ihram, umre düşüncesiyle oraya kadar gelmişlerdi.

Hudeybiye Antlaşması tarihin bütün akışını değiştirdi. Mekkelilere Müslümanlarla serbestçe karşılaşma ve önyargısız olarak fikir teatisinde bulunma imkânı verdi. Bu anlaşmadan sonra iki yıl içinde, o güne kadar Müslüman olanlardan daha fazla insanın Müslüman olduğu söylenmektedir. Halid b. Velid ve Amr b. Âs gibi insanlar bu dönemde Müslüman olmuşlardı.
Hudeybiye Antlaşması, müşriklerin, Peygamberimiz’in müttefiki olan Huzâalılara baskını ile bozulmuştu. Bu sebeple Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) büyük bir ordu ile Mekke’ye doğru harekete geçti.

8. Mekke’nin Fethine Doğru
Allah Resûlü, Mekke’nin fethi için bir savaş hazırlığı içindeydi. Her zaman yaptığı gibi niyet ve gayesini fevkalâde gizli tutuyordu. Sır adına askerî harekâtında esas hedefi dâima saklamış ve başka şekilde anlaşılmasını sağlayacak karineleri nazara vermiştir. Evet, yine hedefini saklıyor, yine çölde kuş uçurtmuyordu.. ve kurduğu haber ağıyla kim ne götürüyor, kim ne getiriyor hepsini bir bir tespit ediyordu. O (sallallahü aleyhi ve sellem), çölü avucunun içi gibi takip edebiliyordu. O günlerde on bin kişilik bir ordu çok olağan dışıydı. Düşman haber alma teşkilâtından veya dostlarından bunu saklamak da çok zor bir şeydi. Burada bir gece baskını da söz konusu olamaz; çünkü düşmanla arasındaki mesafe, yürüyüşle on iki gün ka­dardır.

Peygamber Efendimiz, fiilen büyük bir sefere çıkmayı düşündüğünde yalnız gideceği yeri değil, aynı zamanda ordusunun gerçek gücünü de saklamak isterdi. Bu sebeple Allah Resûlü, beklenen birçok gönüllünün Medine’de toplanmamalarını, ancak Mekke’ye doğru hareketinde yol boyunca, kabilelerinin bulunduğu yerlerden geçtikçe, kendisine katılmalarını emretti. Bu strateji o kadar başarılı olmuştu ki, Kureyşliler, Müslümanların ordusu Mekke civarındaki dağlar arkasına ordugâhını kuruncaya kadar, onların harekete geçtiklerine dâir bir haber alamadılar.

Allah Resûlü, yine de çok hassas davranıyordu. Hassasiyeti her iki cephe için de geçerliydi. Ne kendi askerlerinden, ne de Mekkelilerden zaiyat verilmesini istemiyordu. O’nun bu hassasiyeti sayesindedir ki, koskoca Mekke fethinde Müslümanlardan şehit olanların sayısı sadece üçtü. Hâlbuki hâlâ Allah Resûlü’yle savaş yapma düşüncesinde olan bir sürü gözü dönmüş Mekkeli vardı.

Efendimiz, tam 10 bin askerle gelmişti. Ancak O (sallallahü aleyhi ve sellem), Mekkelilerin görebildiği bir yerde, kişi başına bir ateş yakılmasını emretmişti. Mekkelilerin bildiği, her çadır için bir ateş yakılmasıydı. Dolayısıyla onlar 10 bin ateşi görünce en az 30 bin insan tarafından muhasara edildiklerini sandılar ve bu durum, onları bütünüyle felç etti. Öyle ki artık teslim olmaktan başka çareleri yoktu. Zaten Ebû Süfyan da Mekke’ye döndüğünde, sadece bunu tavsiye ediyordu.

Allah Resûlü Mekke’ye girerken orduyu altıya taksim etti ve Mekke’ye altı koldan girildi. Sadece başlarında Halid b. Velid’in (r.a.) olduğu kol, İkrime ve yanındakilerle çatışmak zorunda kalmıştı. Diğer birlikler hiçbir engelle karşılaşmadan Mekke’ye girmişlerdi.15

O gün için Mekke’de problem çıkarabilecek tek insan Ebû Süfyan’dı. Hâlbuki Allah Resûlü bir cümleyle onu da yumuşatmıştı: “Ebû Süfyan’ın evine sığınanlar korunmuştur.”16 Evet, Ebû Süfyan’a verilen bu kadarcık bir pâye dahi, onun elini kolunu bağlamaya yetmişti. Hattâ ondan sonra Ebû Süfyan, teslim olmayı teşvik eden en hararetli insan hâline gelmişti.

Mekkeliler bir yanlışlık yapıp İslâm ordusuna saldırmasınlar ve kan dökülmesin diye onlara mağlubiyeti peşinen kabul ettirdi ve şöyle haber gönderdi:

“Kim Kâbe’ye sığınırsa emindir, kim evinin kapısını kilitler ve kendi evinde oturursa o emindir.”17

Peygamber Efendimiz bu şekilde üstün bir taktikle Mekkelilerin kuvvetlerini dağıtmış ve kan dökülmesini önlemiştir. Ve bir sürpriz karar, tarihte ilk defa, dışarı çıkma yasağı konuluyordu. Bu, can güvenliği için gerekli olduğu kadar, ordunun rahat hareket edebilmesi için de gerekliydi. Bu mülâhaza ile Allah Resûlü: “Kendi evine girip saklananlar korunmuştur.” diyordu.18 Böylece Mekkelilerden gelmesi muhtemel bütün direnişler önlenmiş oluyordu.19

Allah Resûlü’nün Mekkelilere Son Jesti
Allah Resûlü, fethin ertesi günü, barış ve düzen şehre hâkim olunca, cemaatle kılınan namaza imamlık etti; bu durum şehirdeki putperestler tarafından merakla izlendi. Na­mazdan sonra Kâbe çevresinde toplanmış olan hemşerilerine hitapta bulundu ve onlara gerek kendisine ve gerekse ashabına neler yaptıklarını hatırlattı, onların ne kadar haksızlık ve adaletsizlik yaptıklarını açıkladı ve bütün bunlardan sonra Kureyş liderleri ve halk Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) önüne geldiklerinde kendilerine şöyle seslendi:

“Ey Kureyş topluluğu, şimdi size ne yapacağımı tahmin ediyorsunuz?”

Kureyş hep bir ağızdan:
“Biz senden hayırla davranmanı bekliyoruz. Sen kerim bir kişinin oğlu olan kerim bir insansın!”

Bunun üzerine Resû1ul1ah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

“Ben de Yusuf’un (a.s.) kardeşlerine dediği gibi şöyle diyorum: ‘Bugün size bir kınama yok, haydi gidin, serbestsiniz!’”20

Mekke’nin havası birdenbire değişti ve akşama doğru hemen bütün halk, kendi istekleriyle samimî bir şekilde İslâm’ı kabul etti. Onlar şimdi, mağlup edilmiş ve işgal edilmiş bir şehrin halkı değil, haklar ve sorumluluklar konusunda zaferi kazananlarla eşit durumdaydılar. Çünkü bir şehrin fâtihi Allah’ın Elçisi olursa, tabiî olarak ortaya en küçük bir aşırılık bile ortaya çıkmaz.

Resûlullah Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), askerlerinden hiçbirini Mekke’de garnizon tesis etmek üzere bırakmadan, kısa bir zaman içinde Medine’ye geri dönmüş ve Mekke’nin yönetimini, İslâm’ı yeni kabul etmiş bir Mekkeliye bırakmıştır.21

Görüldüğü gibi Peygamberimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün savaşları İslâm’a ve onun tebliğine yönelen düşmanlık neticesinde savunma sebebiyle gerçek­leşmiştir. Bir başka ifadeyle bu savaşlar:

Düşmanlığı ve saldırıyı püskürtüp meşrû müdafaa yapmak,
Tebliğ ve davetin güvenliğini sağlamak,
Barışa meyledenlerle barış yapmak,
Antlaşmayı bozup ihânet edenleri cezalandırmak gayesiyle yapılmıştır.




Dipnotlar
1. Vâkidî, Muhammed b. Ömer, Kitabu’l-Megazi, Oxford 1966, I/61; Taberî, Muhammed b. Cerîr, Târîhu’t-Taberî, Kâhire ts., II/424.
2. Vâkidî, Kitabu’l-Megazi, I/61.
3. M. F. Gülen, Sonsuz Nur, İstanbul 1994, II,40-41.
4. Müslim, Sahî­hu Müslim, İstanbul 1955, Sayd 57.
5. Muhammed Hamîdullah, Hz. Peygamberin Savaşları, (trcm. Nazire Erinç Yurter), İstanbul, ts., s.41.
6. Vâkidî, Megazi, I/176–177, 180.
7. Ahmed b. Hanbel, Müsned, III,351; İbn Hişâm, es-Sîre, Beyrut ts., III-IV, s.67.
8. M. F. Gülen, Sonsuz Nur, II,63.
9. Hamîdullah, Hz. Peygamberin Savaşları, s.58.
10. İbn Hişâm, Sîre, III-IV, s.190 vd.
11. İbn Hişâm, Sîre, III-IV, s.252.
12. İbn Hişâm, Sîre, III-IV, s.224.
13. Hamidullah, el-Vesaîku’s-Siyasiyye, Beyrut 1985, no: 6-7.
14. İbn Hişâm, Sîre, III-IV, s.233 vd.; ayrıca bkz. M. F. Gülen, Sonsuz Nur, II,97-98.
15. İbn Hişâm, Sîre, III-IV, s.407 vd.
16. Ebû Davud, Sü­nenü Ebî Dâvûd, İstanbul ts., Harac 25; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Beyrut ts., 2/289.
17. Taberî, Târîhu’t-Taberî, 3/54.
18. Taberî, Târîhu’t-Taberî, 3/54.
19. M. F. Gülen, Sonsuz Nur, II,107-110.
20. İbn Hişam, Sire, II, 412; Taberî, Târîhu’t-Taberî, 3/61.
21. Hamîdullah, Hz. Peygamberin Savaşları, s.82-90.

 

 

_____________________

Kaynak: Yeni Ümit Dergisi

HEADER

0Çakır2012-01-19 23:44#22
İftiraya yine başlamışsın diyeceğim ama ara verdiğini hiç görmedim. Senin idrak yollardında iltihap mı var Erkan kardeşim. Tekfir edecek olsam kardeşim demem zaten. Kardeşim dediğim birini de tekfir etmem. Tekfircilik size münhasır bir vasıf. Sosyal paylaşım platformlarınız da neler yazdığınızı görüyoruz. Papayla çekilmiş bir resim altında sürüdaşlarından yüzlercesi açıkça kafir diyor. Müslümana kafir diyen kafirdir. Kafire bile kafir demem, Kim bilir belki de gizli müslümandır. Hasedim için ne diye dinimi tehlikeye atayım.
Quote
0Erkam2012-01-19 22:40#21
Allah razı olsun.

Fethullahçılar tekfire de başlamış.

Esselamu Aleyke...
Quote
0Çakır2012-01-17 13:42#20
En'am suresi 38. ayetin mealinde "Yerde yürüyen hayvanlar ve iki kanadıyla uçan kuşların hepsi sizin gibi bir ümmettir yani topluluktur, sürüdür)" demektedir. Kendini ne insanların, ne de hayvanların kurdukları topluluklara katılmaya layık göremiyor olabilirsin. Üzülme, kendini yanlız hissetme, belki de sen esfali safilinler sürüsüne üyesindir Erkan kardeşim.
Evet itiraf ettiğin gibi ilmi cevaplardan nasiplenmen mümkün olsaydı bu hale gelmezdin.
Quote
0Erkam2012-01-17 12:01#19
Çakır herkesi kendin gibi sürü üyesi zannetme.

Şu konu ile alakalı ilmi cevap verdin, ben seni tekfir ettim, o yüzden konu buraya geldi zaten. :-)
Quote
0Çakır2012-01-16 22:35#18
Erkan kardeşim. Sana kendi dilimden değil, anladığın dilden hitap ediyorum. Sen bu anladığın dile alışıksındır. Niye yadırgıyorsun ki. Senin okuduğun binlerce niyete karşılık ben de bir kere niyetini okumuşum çok mu görüyorsun bana. Çok ayıp ama onca iftira attın sana iftiracı demedim, sadece iftira dilbazı dedim. Halbuki ben sizin takımın hiç nefsinizi sorguladığınızı görmedim. Bir tane karapropaganda görevlisinin "hacca 3 kere gittiği halde hacca gitmedi diye iftira attık bu kadar aşağılık olayalım yahu gelin tövbe edelim" dediğini yahut "kürtlere beddu etmediği halde etti diye iftira attık bu kadar soysuzca iftira atmayalım gelin tövbe edelim" dediğini duymadım. O kadar öz eleştiri yapıyorsan şu iftiralar.org sitesinin benzeri iftiralarimiz.o rg isminde bir site açın da görelim. Başına da "iftira attık diye bizi hor görmeyin iftira atarken niyetimiz temizdi, Bizim kalbimiz temiz zaten" yazarsın olur biter. Şu iftira ile eleştiri arasındaki farkı bana anlatta öğreneyim. Ben bilmiyorum. ÇEV Başkanının "seni ayağından vurdurup, cemaatçiler yaptı diyelim" sözü eleştiri mi iftira mı? Yoksa Türkiye yi kene gibi emenlerin Hocaefendi için "Humeyni gibi dönecek" demeleri eleştiri mi iftira mı? Yoksa bunları demediniz de bizler mi dedi diye iftira atıp duruyoruz? O kadar özeleştiriye meraklıysan bir kere de sen bu iftiralara cevap ver. Çevrendeki sürü güruhuna "Arkadaşlar yiğidi öldür ama hakkını yemeyin" diye çağrıda bulun. Bizi dinlemiyorlar belki seni dinlerler.
Quote
0Erkam2012-01-16 20:25#17
Ya gocunup gocunup itham ediyosun. Kalplerde olanı yalnız Allah bilir. Benim niyetimi sen nereden biliyosun? Sana yaptığım eleştiriyi anlamadığından mı yoksa sürü psikolojisi ile düşündüğünden midir nedir bize bu ayet düşüyor diyorsun.
Madem nefsinizi sorguluyorsunuz , benim sorgulamadığımı düşünerek iftira atıyorsun. Neden eleştirilen onca konuyu hiç özeleştiri yapmadan inkar yolunu seçiyorsun/uz?
Site adları bile savunma, niyet okuma ve itham içeriyor. Iftiralara cevap, iftira, masal, karalama vs.

Özeleştiri diyorsunuz, her eleştiriye iftira gözü ile bakıyorsunuz.

bir varmış bir yokmuş...

üç paragrafının ikisini niyet okuma ve itham oluşturan biri ile neyi tartışayım?

Bu konuda bile yaptığım yorum (eleştiri bile değil) hemen yaftalanmama sebep oldu.

Yok Turan Dursun bilmem ne. Resmen tekfir edildik Çakır kardeşim.

Bu kadar düşünce düşmanı, her farklı sözü itham ederek tukaka ilan eden bir anlayış ne kötü.
Quote
0Çakır2012-01-15 23:24#16
Erkan kardeşim. Şimdiye kadar yazdığınız desteksiz ithamlarla nefsinizi tatmin edip verilen akli ve ilmi cevapları görmezden gelerek seviyenizi asıl siz ortaya koyduğunuz. Fethullah Gülen Hocaefendi ile uğraşmaktan evinize vakit ayıramadınız. Sabaha kadar önünüze gelen her yerde hocaefendi aleyhine yorumlar yazdınız. Belki bir iki şey öğrenip bişeyler kazandınız ama onları da nefsinizi yenipte itiraf edemediniz. Hem dünyanda vakit kaybına uğradınız, Hem de gösterdiğiniz huzursuz şuursuz tavırlarının ahiret günüde hesabının ödeneceği veballere girdiniz.

Siz benimle her hangi bir seviyeli konuşma üzerinde anlaşma yapmadınız. Kimden göstereceğiniz seviyesizlekler e sabır sözü almışsanız anlaşmanızı onunla gözden geçiriniz. Kendi nefsinize edilen ithamları kaldıramıyorsan ız başkalarının nefsine itham edemeyeceksiniz . Sen kendi hata ve kusurlarını görüp düzeltmek için zaman bulamadığından başkalarında hata ve kusur bulmaya çalışıyorsun. Hata araştırmak ve söylemek vazifemiz değil. Ama vazifemiz olsaydı, kendi nefsimizi eleştirdiğimiz ölçüde seni eleştirmiş olsaydık karşılacağın ithamlar çok daha büyük olurdu. Buna sabırsız nefsin katlanamazdı.

Kimsenin hizmeti tekeline aldığı yok. Kimsenin bu işlerde gönüllü olmayı tekeline aldığı yok. Hep şunu dediklerini duydum ben. Keşke birileri bu hizmetleri yapsaydı da bizler alkışlamaya gelseydik. Ama siz hizmet düşmanları "yaptıkları işler güzel ama niye onlar yapıyor" diyorsunuz. Kıskançlık ve haset yüzünden daha iyisini yapamayacağınız ı da bildiğinizden sadece bozmaya çalışmak elinizden geliyor.

Ayetlerin örtülmesi değil, gerektiği zaman gerektiği ayetin çıkarılması söz konusu. Savaş ayeti savaş zamanında, barış ayeti barış zamanında çıkarılır islam fıkıhındaki presip budur. "Onları nerde görürsen öldür" ayetinin örtüsünün açılması zaman ayrıdır. "Allah size, sizinle din hususunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmenizi ve kendilerine adaletli davranmanızı yasaklamaz" ayetinin örtüsünün açıldığı durumlar ayrıdır. Açmayı biliyorsan gerektiği yerde örtmeyi de bileceksin. Ayetleri siyak ve sibakından kopararak lafız anlamı ile ele alıp ve ahkam veren haricilerin yolunda gidip hizmet harketine düşmanlık yapmayaksın.

"Kullarıma söyle: Sözün en güzelini söylesinler." (isra 53) Ayetin beyanına göre sadece sözlerin güzeline uymak değil, sözlerin güzelini söylemekte bir vazifedir. Zümer 18 bizeyse isra 53 te sanadır.
Quote
0Erkam 2012-01-14 23:38#15
Hizmete düşmanlık, hizmeti tek eline almak değil de nedir? Din tamamlanmıştır. Ayetlerin üstünü örtmek, ıslama ihanettir.seviy eli bir konuşma önermiştik. Bunu kabul etmeyerek kendinizi ispatladınız. Beni itham etmeniz sizin namınıza nefsinizi tatmin etmekten öteye gitmez.
Müminler o kimselerdir ki, her sözü dinlerler, güzel olanına uyarlar. Zümer suresi 18
Quote
0Çakır2012-01-14 07:43#14
Nadan densiz münasebetsiz demektir. İnsanların islama akın akın koştuğu zamanda öyle bir laf eder, öyle bir şey yapar ki bir çuval inciri berbat eder. Ayetleri siyak ve sibakından kopararak lafız anlamı ile ele alan ve ahkam veren kişidir nadan.Bu site hizmet düşmanlarının nadanlıklarının ispatlarıyla doludur. Beni kale almamanızı anlarım. Çünkü "nadanlar eder sohbet-i nadanla telezzuz, divanelerin hemdemi divane gerektir." Size de selam.
Quote
0Erkam2012-01-14 01:15#13
Çakır kardeşim, nadan cahil demektir. Bu hakaret, sizin gibiler tarafından, kendilerinin kabulü dışında düşünceler dile getirenlere bol bol söylenir. Biz de, ömrünü cahilce -bilgisi vahye/Kuran'a dayanmayan- insanlardan bunu bolca işitiyoruz. ama eksiğiniz var. Provokatör, yobaz, gerici ifadeleri de var. Onları kullanmanız daha etkili olur. Sizi benim gibi kaale alan birini bulabilirseniz bu ifadeleri de kullanabilirsin iz.
Şimdi ben bilgisiz ve cahil olduğum için sizin bu eleştirinize cevap veremiyorum. Ben de üzerime düşeni yapıyorum ve size de 'Selam' deyip geçiyorum.
Quote

Add comment


Security code


Refresh

back to top

ARAMA

ARŞİV İÇERİK TAKVİMİ

« November 2024 »
Mon Tue Wed Thu Fri Sat Sun
        1 2 3
4 5 6 7 8 9 10
11 12 13 14 15 16 17
18 19 20 21 22 23 24
25 26 27 28 29 30  

Herkül Nağme

Herkül Nağme..Ezcümle, M. Fethullah Gülen Hocaefendi'nin bütün eserlerinin, sohbetlerinin, şiirlerinin hep bu nağmeyi terennüm ettiğini söylemek pekâla mümkündür...

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu