Prof.Dr.Davut Aydüz ile "Diyalog" üzerine Röportaj

Muhterem Efendim , yoğun çalışma temponuzdan bizlere vakit ayırdığınız için teşekkür ederek izninizle ilk soruma geçmek istiyorum : "Tarih boyunca Dinlerarası Diyalog" isimli eserinizi kaleme alma düşüncesi ne zaman ve hangi sebeplerden dolayı hâsıl oldu?


Türkiye’de Dinlerarası diyalog faaliyetlerinde eskisine göre bir artış olduğu yıllarda, yani 1997 veya 1998’li yıllarda, birileri bunun İslâm dini için faydalı ve gerekli olduğunu söylüyor, birileri de tam tersi zararlı olduğu kanaatiyle karşı çıkıyordu. Ben de başta Kur’an ve Peygamber Efendimizin hadislerinde ve İslâm tarihinde diyalogun yeri nedir diye bir araştırma yapmaya karar verdim. Yani dinlerarası diyalog yapanlar mı haklı, yoksa karşı çıkanlar mı? Diyalog, İslam dini için faydalı mı, yoksa zararlı mı? Evet böyle bir düşünceyle yola çıktım ve bir araştırma yapmaya karar verdim. Bu araştırmamda da, başta diyalog nedir, ne değildir, diyaloğun fayda ve semereleri konusunu ele aldım. Daha sonra da Kur’an’a diyalogla ilgili ve diyalog karşıtı gibi görünen ayetleri topladım… Sonra da başta Peygamber Efendimizin diğer din mensuplarıyla ilgili söz ve davranışlarını, devamında da İslam tarihini araştırım… Tabii günümüzde de diyoloğu sadece belli kimseler yapmıyor, özellikle meslektaşlarımızdan diyalog taraftarı olanların görüşlerini verdim… Kitabımızın son bölümünde ise, diyaloğun tarihi ve misyonerlikle ilişkisi üzerinde durdum…

 

2- Diyalog Hizmetleri ile İslamî tarafın amaçladığı hedefler nelerdir? Yani özetle sormak gerekirse: Neden "Diyalog"?


Sizin özetle sorduğunuza ben müsaadenizle biraz uzunca bir cevap vereyim: Küreselleşen ve hızla küçülüp bir köy haline gelen dünyamızda, herkesle beraber bir arada yaşamanın zorunlu olduğuna ve bu meselenin önümüzdeki yılların en önemli konularından biri haline geleceğine kesin gözüyle bakılmaktadır. Bu sebeple de, daha çok hoşgörü ve diyalogla bu vetire hızlandırılmalı ve geleceğin dünyasına hem millet, hem de devlet olarak mutlaka hazırlanılmalıdır.

Günümüzdeki gelişmeler için bu çeşit teşebbüsler normal görülebilir. Çünkü insanlar bugün, eskiye oranla, birbirleriyle daha yakın ticarî, siyasî, askerî, dinî ve kültürel münasebetler içerisindedirler. Bu münasebetlerin sağlıklı bir şekilde yürütülmesi; karşılıklı hoşgörü ve iyi niyet esaslarına bağlıdır. 21. yüzyılda, hemen hemen her dinin hâkimiyet alanında olduğu gibi, Müslümanların hâkim olduğu yerlerde Hıristiyanların, Hıristiyanların hâkim olduğu yerlerde Müslümanların bulunması da; karşılıklı olarak her iki tarafın birbiriyle iyi münasebetler içerisine girmesini zorunlu kılmaktadır.[1]
Diyalog, hem inanç­lar alanında yanlış anlamaları tashih, hem de evrensel barışı yakalamak için bir ihtiyaçtır.


İnanç alanında yanlış anlama ve anlatmalara bir misal verecek olursak; Hıristiyan Dünyasında yerleştirilmeye çalışılan ve toplumların anlaşmasını önleme ama­cını güden çok zararlı bir önyargı vardır. Bu da, “Kâ'be'nin bir Arap panteonu (tapınağı) olduğunu, Arapların İslâm'dan önce 360 puta taptıklarını, Resul-i Ekrem'in (s.a.s.) diğerlerini kaldırarak sadece en büyük bâtıl tanrıya -hâşâ- tapınmayı sürdürdüğünü, Allah denen bu en büyük bâtıl tanrının (hâşâ), Hıristiyanlarla müşterek olmadığını ileri süren meş'um ve son yıllarda özellikle îmal edilmiş önyargıdır. Özellikle kökeninde Hıristiyanlık da olmayan bazı Amerikan çevrelerinde yayılmaya çalışılan ve oradan da Avrupa’ya aktarılmaya uğraşılan bu görüşe Batı'da çok rastlanır. Diyaloğun birinci türü; inançlar alanında bu gibi kötü niyetli ön yargılar imalini önlemek içindir.


Diyaloğun bir diğer gayesi ve hedefi de: “Silm”e, evrensel barışa, esenliğe girmektir. Dinlerarası Diyalogdan söz edildiğinde, bu deyimin anlamı çok daha geniştir; o artık yalnızca bir fikir tartışmasını içermez; bununla birlikte, özellikle, farklı din mensupları arasındaki ilişkiler ve en geniş anlamında yani, her alandaki (ahlâkî, mânevî, sosyal alanlardaki ve dünyada barışın sağlanması alanındaki pratik işbirliği ilişkileri örneği) ilişkiler söz konusu olur. İslâm, Hıristiyan ve Yahudi ilişkileri durumunda söz konusu olan işbirliği tek Allah’a inanç ve aynı ahlakî ilkelere sahip olunması, insanlar ve uluslar arasında barışın sağlanması idealini gerçekleştirmek için çaba sarf etmek temeli üzerine kuruludur. Dolayısıyla, akademik tartışmalardan çok daha fazla, bunları dışlamaksızın, pratik plandaki bir ortak eylem de söz konusu olur.


Dinlerarası Diyalog, herkes için aynı derecede, İnsan Hakları'na saygıyı, ahlâka saygıyı gerektirir; iki tarafın da samimiyetini ve iyi niyetini ya da tamamen sadece iradesini, yani, bu diyaloğu diğerlerine ve onların haklarına saygı içinde başlatıp sürdürmek isteğini öngörür.
Bir İslâm-Yahudi-Hıristiyan diyaloğu -gerek pratik işbirliği alanında, gerekse fikirler ve akademik tartışmalar düzeyinde- gerçekten oluşturmak ve sürdürmek isteniyorsa, karşılıklı olarak geçmişin olaylarına değinme­mek gerekir. Diyalog görüşmelerinde geleceğe yönelmek daha faydalı olur. Bu, en azından kısmen, bize bağlıdır, bizim daha kardeşçe, insan hakları'na saygılı, ahlâk ilkelerine saygılı, barış içinde olan bir dünya oluşturmamıza bağlıdır. Bu evrensel barışı bizim kendi başımıza gerçekleştiremeyeceğimiz doğrudur; ancak, en azından, karşılıklı anlayış ile İnsan Hakları'na ve temel ahlâk ilkelerine saygı içinde oluşturulacak olan Dinler­arası Diyalog süreci ile, barışın oluşmasına katkıda bulunmaya kendimizi zorlayabiliriz.
Dinlerarası Diyalog neticesinde şu problemlere çare aranıp bulunabilir: Hayatı tehdit eden her şey; terör, savaşlar, sömürü, açlık, gelir dağılımlarındaki eşitsizlikler, soy­kırım, çocuk düşürme, tedavi edilemeyen hastaların öl­dürülüp öldürülmemesi, intihar, fizikî işkenceler, psikolojik zorlamalar, köleleştirme, sürgün, zina, fuhuş, insan ticareti, zor çalışma şartları vb.

3- Diyalog ile Hıristiyanlık ve Yahudilik meşrû gibi gösterilmiş olunuyor. “Dinlerarası Diyalog” tabiri ile diğer dinler meşrûlaşmış oluyor şeklinde gelen eleştiriler oluyor. Bu konudaki düşüncelerinizi arz eder misiniz?

Dinlerarası diyalog yapanlar, biz sadece meşrû veya hak dinlerle diyalog yapıyoruz diye bir iddiada bulunmuyorlar. Diyaloğun gayesine uygun olarak, dünyada barışın gerçekleşmesi için meşrû ve -gayr-i merşrû demek doğru değil- bir Müslüman için hak olmayan dinlerle de, yani din mensuplarıyla da diyalogda bulunur. Ve bu diyalog, hak olmayan dinleri hak din kabul etme demek değildir. Diyalog yapanlar, her dini olduğu gibi kabul eder. O dini olduğu gibi kabul eder ve bu diyalog neticesinde kendi dinini birinci elden doğru bir şekilde anlatma imkânı elde eder.


Sizin soruda açık söylemediğiniz ama benim çok karşılaştığım bir soruya bu münasebetle cevap vereyim: “İnne’d-dîne indellâhi’l-İslâm” (Âl-i İmrân, 19) “Allah katında hak din, İslâm’dır.” âyetinden hareketle din deyince İslâm dini akla gelir, öyleyse diğer dinlere “din” denmez. Siz dinlerarası diyalog diyerek, diğer dinleri de hak din, meşrû din kabul etmiş oluyorsunuz? diyorlar.

Böyle diyenler kendilerine göre diyalog aleyhinde çok önemli bir delil buldukların ve çok önemli bir şey söylediklerini zannediyorlar. Halbuki; İlâhiyat Fakültelerinde “Dinler Tarihi” diye bir anabilim dalı var, bu işin bir sürü profesörü var. Bu meslektaşlarımızın hiçbirisi, dinler tarihi deyimi yanlış, çünkü tek din vardır, o da İslam’dır demiyorlar. Evet o işin uzmanları dinleri, semavî-gayr-i semavî, hak dinler-bâtıl dinler, ilkel dinler, çok tanrılı dinler vb. çeşitlere ayırıyorlar. Bazıları buna da itiraz edip, o profesörler de hata ediyor diyebilirler. Ama bu tenkidi yapanlar katiyyen şartlanmışlar ve Kur’an âyetlerini de bilmiyorlar. En azından herkesin ezbere bildiği Kâfirûn suresini dikkatle okusalardı, böyle bir itirazda bulunmazlardı. Evet bu sûrede bizzat Allah, Mekkeli putperest müşriklere-kâfirlere, “leküm dîniküm veliye dînî” “O halde sizin dininiz size, benim dinim bana.” buyuruyor. Yani Allah o kâfirlerin dinine bile “din” diyor. Öyleyse, diyalog yapanlar, aslı hak olan, ama bugün tahrif edildiğine inandıkları dinlerin mensuplarıyla görüşmelerinde ve onların dinlerine din demelerinde ne mahzur olsun. Veya onlarla görüşmelere “dinlerarası diyalog” demekle onları nasıl ve niçin meşrulaştırsınlar ki!?

4- Diyalog madem gerekliydi, gerek Sahabe-yi Kiram döneminde gerekse Osmanlı döneminde, neden onca fetihler yapıldı deniyor... Bu konu hakkında ne arz etmek istersiniz?

Fetihlerin sebebi; fethedilen yerlerdeki İslam’dan haberi olmayan insanlara İslam’ı duyurmak ve zulmü durdurmak için. Yoksa dinde zorlamanın olmadığını herkes biliyor. Yani onları zorla İslam’a sokmak için değil. Böyle bir soruyu soran veya böyle bir itirazda bulunan kimsenin, İslam’daki savaş siyasetini bilmediği anlaşılıyor. Bilindiği gibi, durup dururken Müslümanlar hiçbir ülkeye saldırmamış ve orayı fethetmemişlerdir. Öyleyse bu münasebetle kısaca “İslam’da Savaşın Sebep ve Hedefleri”ni arzedeyim:

Savaş, İslâm tarafından kesinlikle kayıtlanmış ve yalnızca belir­li şartlarda izin verilmiştir. Gayrimüslimlerle savaşı, ancak İslâm Devleti, belli sebep ve hedeflere binâen ilan edebilir. Yoksa herhangi bir Müslüman veya bir grup, İslâm adına istediği zaman savaş ilan edemez, kendi kendine karar verip, terör ve intihar saldırısı düzenleyemez. Şimdi bu sebep ve hedefleri birkaç madde halinde sıralayalım:

a. Müdâfaa/Savunma savaşı (Meşrû müdâfâ)

İslâm bir millet veya ferdin, kendi varlığını tehdit eden, onu yok etmeye, öldürmeye çalışan mukabil güce karşı, nefis müdafaasını, karşı koymayı meşrû kılar, hatta bazı durumlarda onu emreder. Meselâ komşu bir ülke, sınırı delip Müslüman ülkeye girdiğinde veya gadre uğratıldığında düşman ülkeye karşı kendilerini ve diğer Müslüman kardeşlerini koruyacaklardır. İşte Allah Resûlü tam 15 asır evvel kuvvet kullanmayı da bir disiplin olarak kabul etmiş ve Müslümanın, Müslümanca yaşayabilmesi için, hikmetin yanında kuvvetin, irşadın yanında caydırıcı gücün bulunması zaruretine de parmak basmış ve onurlu, haysiyetli yaşama yollarını göstermiştir. Konuyla ilgili olarak şu ayetler son derece açıktır:

“Kendilerine savaş açılan müminlere, savaşmaları için izin verildi. Çünkü onlar zulme mâruz kaldılar. Allah onlara zafer vermeye elbette kadirdir.” (Hac, 22/39) “Sizinle savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın. Fakat haksız yere saldırmayın. Muhakkak ki Allah haddi aşanları sevmez.” (Bakara, 2/190)

Ayrıca şu âyet-i kerîmeler, savunma savaşının meşrû­iyetine, hatta mecburiyetine işaret etmektedir:

“...O halde kim size saldırırsa siz de aynısıyla karşılık verin. Allah’a karşı gelmekten sakının ve bilin ki Allah bu sakınanlarla beraberdir.” (Bakara, 2/194), “Kim zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa, bunlara hiç bir sorumluluk yoktur.” (Şûrâ, 42/41)

Hz. Peygamber de şöyle buyurur: “Kim malı uğrunda onu savunurken öldürülürse o şehittir; kim kanı-canı uğrun­da öldürülürse o da şehittir.”[2]

b. Zulmü Durdurmak veya Haksızlığa uğrayan Müslümanlara yardım savaşı

İslam tarihindeki uygulamalara göre meşrû savaşların bir başka şekli de, bir gayrimüslim devletin teb’ası olup zulme uğrayan ve hakları çiğnenen azınlık halindeki Müslümanların (mustaz’afların) yardım isteğine karşı girişilen savaştır. Fakat bu gayrimüslim devletle, kendisinden yardım istenilen İslam devleti arasında bir saldırmazlık anlaşması mevcutsa, o takdirde Enfâl Suresinin 72. âyetiyle düzenlenen hükme göre savaş ilişkisi söz konusu olamaz: “İman edip Allah yolunda hicret edenler, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenlerle onları barındıran ve onlara yardım eden Ensar var ya, işte bunlar birbirlerinin velileridir (malda da birbirlerinin vârisidirler). İman edip de hicret etmeyenlere gelince, onlar hicret etmedikçe, sizin için mirasda onlara hiçbir velayet yoktur. Bununla beraber eğer din hususunda sizden yardım isterlerse sizinle aralarında sözleşme bulunan bir topluluk aleyhine olmamak şartıyla, onlara yardım etmeniz gerekir. Allah bütün yaptıklarınızı görmektedir.”

c. İrşad Hürriyeti

İslâm’da savaş ve cihad, İslâm dinini neşretme hürriyeti engellenirse, o hürriyeti muhafaza etmek ve sağlama almak için yapılır. İslâm dinini neşretmek için savaş yapılmaz! Hak ve hakîkati neşretme


hürriyeti engellenirse onun için savaş yapılır. Dünyanın dört bir yanında herkese İslâm mesajını ulaştırmaya mani olunursa, işte o zaman bu engeller ortadan kaldırılmaya çalışılır. Çünkü engelleyenlerin böyle bir davranışları, insanların hür iradeleriyle cennete gitmelerine manidir. Yani cihad bir bakıma Allah ile kulları arasındaki engelleri kaldırmaktır.

d. Yapılmış bir barış anlaşmasının düşman tarafından bozulması sonucu başlayan savaş

“Eğer anlaşmadan sonra yeminlerini bozarlar, bir de dininize hücum ederlerse, artık kâfir güruhunun o öncüleri ile savaşın! Çünkü onların gerçekte artık yeminleri ve ahitleri kalmamıştır. Umulur ki, hiç değilse bu durumda, inkâr ve tecavüzlerinden vazgeçerler. Ahitlerini ve yeminlerini bozup Peygamberi vatanından sürmeye teşebbüs eden bir toplulukla savaşmayacak mısınız ki, aslında savaşı size karşı ilk başlatanlar da onlar olmuşlardı. Ne o, yoksa onlardan korkuyor musunuz? Ama eğer mümin iseniz, asıl Allah’tan çekinmeniz gerekir. Eğer anlaşmadan sonra yeminlerini bozarlar, bir de dininize hücum ederlerse, artık kâfir güruhunun o öncüleri ile savaşın! Çünkü onların gerçekte artık yeminleri ve ahitleri kalmamıştır. Umulur ki, hiç değilse bu durumda, inkâr ve tecavüzlerinden vazgeçerler. Ahitlerini ve yeminlerini bozup Peygamberi vatanından sürmeye teşebbüs eden bir toplulukla savaşmayacak mısınız ki, aslında savaşı size karşı ilk başlatanlar da onlar olmuşlardı. Ne o, yoksa onlardan korkuyor musunuz? Ama eğer mümin iseniz, asıl Allah’tan çekinmeniz gerekir.” (Tevbe, 12-13) ayetinden de anlaşılacağı üzere barış anlaşmasını bozan düşmanı te'dip maksadıyla savaş açılabilir ve açılmalıdır da. Hicretten sonra Kureyşle başlayan savaş dönemi, 6. yıldaki Hudeybiye Anlaşmasıyla sona ermişken, Kureyşlilerin ihlaliyle bu anlaşma da bozulmuştu. Hz. Peygamber (s.a.s) bunun üzerine onları te’dip gayesiyle Mekke'yi fethetmişti.

İslam hukukçuları, kendisiyle barış anlaşması yapıl­mış bir devletin, Müslümanların düşmanlarına yardım etme­sini fesih gerekçesi saymışlardır ki, bu aynı zamanda bir savaş sebebidir de. Aynı şekilde anlaşmalı devletler tarafın­dan bir Müslümanın bilerek katledilmesi, mallarının müsa­dere edilmedi ve İslam’ın kutsallarına saldırılması da fesih ve savaş sebebi olarak kabul edilmiştir.

Bu âyet İslâmın uluslararası ilişkilerde çok önemli bir prensibini vermektedir. Eğer herhangi bir topluluk ahitlerini bozar ya da anlaşma maddelerini ihlal ederse on­lara karşı herhangi bir askerî harekette bu­lunulmadan önce hususî ve resmi bir şekil­de gereken uyarıda bulunulmalıdır. Eğer düş­manca davranışlarında ısrar ederlerse o za­man İslâm Devleti onlara savaş ilân etme hakkına sahiptir. Onlar anlaşma konularını açıkça ihlâl etmişlerse veya Müslümanlara ya da müttefiklerine karşı askerî harekette bulunmuşlarsa Resûlullah Efendimizin (s.a.s.) Mekke fethinde yaptığı gibi Müslümanlar savaşı ilân etmeden saldırma seçeneğine sahiptirler. Bununla birlikte, meselelerin düşmanca bir tavırla ele alınmaması ve anlaşma bozulmadan önce yeterli bilginin verilmesi daha iyidir. “Seninle sözleşme yapan bir millette sözleşmeye aykırı bir hainlik alameti tespit edersen, savaş açmadan önce anlaşmanın artık geçersiz kaldığını ilan et ki bunu bilme hususunda iki taraf da eşit olsun. Çünkü Allah hainleri asla sevmez.” (Enfâl, 8/58) Halbuki Cahiliye döneminde, karşı tarafa haber vermeden tek taraflı bozma olduğu gibi 20. asırda da bunun çok örneği vardır. Mesela ikinci dünya savaşında Almanya bir açıklama yapmadan Rusya’ya saldırmış. Aynı şekilde İngiltere ve Rusya, İran’a karşı askeri harekâta başlamışlardı.


5- Günümüzdeki “Diyalog meyvelerini” ve müspet manadaki gelişmeleri görmesine rağmen, hala Diyalog Hizmetlerini eleştiren bazı kardeşlerimizin var olduğunu görüyoruz. Acaba “kendimizi tam ifade edemiyor muyuz” şeklinde bir özeleştiri yaptığınız oluyor mu?

Doğru, bazen kendimizi tam ifade edemedik, diye düşünüyorum. Bazı çok temiz, hâlis muhlis, muttakî Müslüman kardeşlerimiz var ki, birilerinin -tabirimi hoş görün- dolduruşuna geliyor ve hiç düşünmeden veya diyalog yapan diğer Müslüman kardeşlerine sorma ihtiyacı hissetmeden karşı geliyor ve tenkit ediyor, gıybet ediyorlar.

Gıybetin âyetle haram kılındığı belli, ama Müslüman kardeşimiz hiç düşünmeden bu haramı işliyor. Halbuki diyalog yapan Müslüman kardeşlerine gitse ve: “Kardeşim! Siz bu diyalogla neyi hedefliyorsunuz, gayeniz nedir?” vs. sorsa, öğrense.. Bu işin bir tarafı, diğer tarafı da bir özeleştiri olarak, diyalog yapanlar demek ki kendilerini Müslüman kardeşlerine tam olarak anlatamadılar. Yoksa bir Müslümanın diyaloğa karşı çıkması düşünülemez. Belki kendisi yapmayabilir ama, en azından sadece Allah rızâsı için bu işi yapan kardeşlerinin ölü etlerini dişlemez…


6- Bu eleştiren insanların bir kısmı Bediüzzaman Hazretlerini, bazısı Fethullah Gülen Hocaefendiyi bazısı da her ikisini de eleştirdiğine şahit oluyoruz. Bu olay karşısında bu tür kardeşlerimize karşı nasıl bir "duruş" sergilemeliyiz ki Muhammedî (s.a.s.) bir ahlak ile örtüşebilsin?

Evet Allah’ın, Bedîüzzaman ve Fethullah Gülen Hocaefendiyi kimse eleştirmesin diye bir ayeti veya Peygamber Efendimizin de bu hususta bir hadisi yok. Onun için isteyen istediği kimseyi eleştirebilir. Herkes bu muhterem zatları sevecek ve her fikrini kabul edecek ve de katiyyen eleştirmeyecek diye bir kaide yok. Dolayısıyla onlara karşı “duruşumuz” yine Müslüman bir kardeş tavrı olacaktır. Çünkü biz de bazen maalesef –Allah affetsin- onların sevip saydığı insanları eleştirebiliyoruz. Ama doğrusunu söylemek gerekirse; bizim yaptığımız da hatadır, onların yaptığı da. Biraz önceki sorunuzun cevabında da dediğim gibi, gerek Bediüzzaman, gerekse Hocaefendi veya bir başka Müslüman kardeşimiz, başka dinlerden insanlarla diyalog yapıyorsa, gidip onunla konuşuruz. Gayesi nedir, bu İslam adına zararlı mı, değil mi, sorar öğreniriz. Ondan sonra biz de onun gibi düşünürüz veya düşünmeyiz. Çünkü o muhterem zatlar veya başkaları; Siz de diyalog yaparsanız yaparsınız, yoksa dinden çıkarsınız, şöyle olursunuz, böyle olursunuz diye bir şey söylemiyorlar. Öyleyse diyalog yapmayanlar ve bunu İslam için faydalı görmeyenler kendileri yapmaz, ama bunu sadece Allah rızâsı için yapanlara da karışmazlar, onların gıybetini yapmazlar, onları tekfîr etmezler. Onları tekfîr ederek kendilerini tehlikeye atmazlar. Zannediyorum Muhammedî ahlâk budur.


Son olarak şunu söylemek istiyorum: Birileri beni, sizi veya başka bir Müslümanı tenkit edip gıybetini yapabilirler ve belli bir günah kazanırlar. Ama birileri kabul etse de etmese de, yazdığı eserler ve yaptığı hizmetlerle Bediüzzaman ve Hocaefendinin durumu çok farklıdır. Onların gıybet edilmesi, benim gibi sıradan bir Müslümanın gıybetine benzemez, onun günahı daha farklıdır. Evet hem yaptıkları hizmetler yönünden, hem de onları tenkit edenler, şahıslarından çok temsil ettikleri fikirleri ve hizmetleri, ayrıca kendilerini seven kimseleri de tenkit etmiş oluyorlar. Bir bakıma büyük bir cemaati tenkit etmiş ve gıybetlerini yapmış oluyorlar ki, bu öyle altından kalkılacak bir günah değildir. Çünkü gidip o cemaate mensup herkesten helallik dilemeleri gerekir ki, bu da mümkün görünmüyor. Keşke o büyük zatları tenkit edenler, biraz daha ihtiyatlı davranıp dillerine sahip olabilseler.


7- Fethullah Gülen Hocaefendinin, çok sevdiği ِvatanından 8 senedir uzaklarda kalmasının, kendisine gönül vermiş "bizlerin" şahsi kusurlarının da etkisi olmuş olabilir mi?

O sizin ve sizin gibi gönül vermiş kimselerin bir özeleştiri olarak düşünmeleri gereken konu. O hususta bir şey söyleyemeyeceğim. Siz kendiniz için böyle bir şey söyleyebilirsiniz, fakat herkesi öyle düşünmeye zorlayamazsınız.


8- Bediüzzaman Hazretlerinin "teorik" planda yaptığı ilmî ve fikrî Hizmetlerin , "pratik" planda M. Fethullah Gülen Hocaefendi tarafından hayata geçirildiği kanaati dile getiriliyor. Konu hakkında şahsi fikrinizi paylaşırmısınız ?

Ben şahsen çok da o kanaatte değilim. Bediüzzaman yaşadığı devirde ihtiyaca binaen büyük hizmetler yapmış. Hocaefendi de yaşadığı asrın ihtiyaçlarına göre dinimize ve vatanımıza hizmet ediyor. Allah hem onlardan, hem de onlar gibi hizmet edenlerden ebediyen razı olsun. Bence Hocaefendiyi Bediüzzaman’ın devamı gibi değerlendirmek doğru değil, herkesin kendine göre ayrı bir hizmet şekli olduğu gibi, Hocaefendinin de kendine göre bir hizmet şekli var.


9- Ülkemizde yaşayan müminlerin zaman zaman uhuvvet ve İslam kardeşliğinin daha iyi pekişmesi adına karşılıklı ziyaretler yapmasının faydalı olacağına inanıyor musunuz ? Bu konuda yaptığınız çalışmalar var mı?

Konumuz dilerarası diyalog olunca böyle bir sorunun da geleceğini tahmin ediyordum, çünkü çok karşılaştığım bir soru.

Evet, ben bir Müslüman olarak her dinden insanla diyalog kuruyorsam, diyalog adına bir araya gelip, görüşüp konuşuyorsam, neden Müslüman kardeşlerimle diyalog kurmayayım ki? Elbette ki onlarla da görüşürüm ve de görüşmeliyim. Sorunuza dönecek olursak, bu hem gerekli, hem de çok faydalı bir şeydir. Bu konuda Türkiye’nin değişik yerlerinde, her meşrep, mezhep, cemaat ve görüşten Müslümanlar bir araya gelip görüşüyorlar ve çok da faydalı oluyor. Ama bazı Müslümanlar var ki, kendilerinden başkasını Müslüman kabul etmiyorlar. Ya bizim gibi düşünecek ve bizi destekleyeceksiniz, ya da biz sizi Müslüman kabul etmeyiz diyorlar. Şimdi siz bunlarla nasıl diyalog kuracaksınız? Sonra da bu kimseler sizi, başka dinden insanlarla diyalog kuruyorsunuz diye tekfîr ediyorlar, yani size; Hıristiyan oldunuz, Yahudi oldunuz, Misyonerlere hizmet ediyorsunuz vs. diyorlar. Ben sadece el-insâf diyorum, Allah hem bize, hem de o kardeşlerimize hak ve hakikati olduğu gibi göstersin diyor ve dua ediyorum.


10- Son olarak Diyalog Hizmetlerinde aktif/pasif yer alan ve Gönüllüler Hareketine gönül vermiş "bizlere" tavsiyelerinizi alabilir miyiz ?


Siz diyalog hizmetini dinimiz ve Müslümanlar için lüzumlu ve faydalı görebilirsiniz, ama bütün Müslümanların aynı şekilde diyalog yapmalarını ve sizi desteklemelerini bekleyemezsiniz. Çünkü bu yaşadığımız dünyada bize göre dinlerarası diyalog her ne kadar çok önemli olsa da, İslam’ın beş şartından altıncısı veya imanın altı esasından yedincisi değildir. Öyleyse, yapan yapar, yapmayan da yapmaz. Yapmayanların sizi tenkit etme hatasına siz de onları tenkit ederek düşmeyin. Siz faydalı ve lüzumlu gördüğünüz için yapıyorsanız, Allah ihlâs ve samimiyet versin ve sizi muvaffak kılsın. Herkes sizin yaptığınızı kabul edecek ve sizi hiç kimse tenkit etmeyecek diye bir kaide yok. Peygamberlere bile karşı çıkmışlar, kabul etmemişler, öyleyse size de birileri karşı çıksa, kabul etmese, sizin de yapmanız gereken şey sabredip işinize bakmak. Onun için siz gittiğiniz yolun doğru olduğunu biliyorsanız, hiç fütur getirmeden devam edin ve başkasına da illâ bunu kabul ettirmek için uğraşmayın. Kabul etmiyorlar diye de hiç üzülmeyin.


Evet değişik dinlerden insanlarla; dünyada barış olsun, artık kan ve gözyaşı akmasın diye diyalog yapıyorsanız, ayrıca; İslam terör dini, Müslüman da terörist olarak bilinen bir dünyada, İslam’ı olduğu gibi doğru şekliyle anlatmak için diyalog yapıyorsanız, Rabbim inşallah sizi muvaffak kılacaktır, kim ne derse desin ve kim ne yaparsa yapsın…



Genç Adam adına muhterem Davut Aydüz Hocamıza değerli vaktini ayırdığı için teşekkürü bir borç biliriz.



________________________
[1] Abdurrahman Küçük, “Müslüman-Hıristiyan Diyaloğuna Genel Bir Bakış”, Asrımızda Müslüman-Hıristiyan Münasebetleri, s.45-59.
[2] Tirmizi, Diyet 22.



HEADER

0Erkam2012-01-04 21:40#1
Söylemde çok güzel. fakat eylemde söyleneni göremiyoruz nedense. özellikle islamın anlatıldığı konusuna pek inanmıyorum. Bu konuda delil getirmenizi bekliyorum.
Quote

Add comment


Security code


Refresh

back to top

ARAMA

ARŞİV İÇERİK TAKVİMİ

« November 2024 »
Mon Tue Wed Thu Fri Sat Sun
        1 2 3
4 5 6 7 8 9 10
11 12 13 14 15 16 17
18 19 20 21 22 23 24
25 26 27 28 29 30  

Herkül Nağme

Herkül Nağme..Ezcümle, M. Fethullah Gülen Hocaefendi'nin bütün eserlerinin, sohbetlerinin, şiirlerinin hep bu nağmeyi terennüm ettiğini söylemek pekâla mümkündür...

BU GÜNLER DE GEÇECEK

ÇATLAYAN RÜYA

ÇARPITILAN BEDDUA!

ŞAHİT OL YA RAB...

Mefkure Yolculuğu